Kolektif – Teist varoluşçularda iman-ahlâk ilişkisi Kierkegaard, Jaspers ve G. Marcel

Günümüzde karşı kaşıya olduğumuz en büyük problemlerden birinin, bilim ve teknolojinin oluşturduğu hegemonya içerisinde yok oluşa doğru yol alışımız olduğu söylenebilir. Tarihin eski dönemlerinden beri insanı “kendi olma” arayışından uzaklaştıran pek çok etken bulunmakla birlikte, modern çağın bu duruma ivme kazandırdığı açıktır1 . Dolayısıyla insan, kendisini bekleyen tehlikelere karşı adeta “dalgın” bir konuma kendisini yerleştirmektedir. Bu durumdan kurtulmanın en geçerli yolu ise, felsefe yapmak olup, bu felsefe yapmanın da ufuk açıcı bir mahiyet arz etme zorunluluğu vardır. Dalgınlıktan kurtuluş, ancak varoluşla ilgili konular üzerine eğilmekle yapılacak olan felsefeden geçmektedir2 . Buradan hareketle, çalışma konusunun temelini oluşturan “varoluşçuluk” kavramının ana hatlarıyla ele alınmasının büyük bir önem taşıdığı açıktır. Đnsan üzerine yapılan felsefenin çok eski dönemlere dayanan bir geçmişi olduğu söylenebilir. Varoluşçuluğa ilişkin incelemeleriyle ön plana çıkan Mounier’e göre, köken itibariyle varoluşçu olmayan hiçbir felsefe yoktur. Çünkü bilim görüşlerle, sanayi yararlılıklarla, felsefe ise “varoluşu ve var olanları ortaya çıkarmakla”3 uğraşır. Ancak varoluşçuluğun önemli bir katkı yaptığı sistematik anlamda bir “insan felsefesi”nden söz edilmesinin yirminci yüzyılın ikinci yarısına denk geldiği düşüncesi göz ardı edilemez. Özellikle çağın başlarında yaşanan buhranlı dönemlerin ardından, insanın önemine vurgu yapıldığı gözlerden kaçmamaktadır. Bu aşamada rol alan filozofların büyük çoğunluğunun varoluşçu düşünürler olduğu ifadesi, doğru bir ifadedir. Buradan hareketle varoluşçuluğun bir “insan felsefesi”4 olarak nitelendirilmesi yanlış olmayacaktır. Köken itibariyle çok eski dönemlere dayanan varoluşçuluğun, bir düşünce yapısı olarak ortaya çıkmasının temellerini Ortaçağ felsefesinin anlayışı üzerinde inşa etmek mümkün görünmektedir. Ortaçağ düşüncesine alternatif oluşturmaya çalışan modern dünyada, empirizm ile rasyonalizm arasında var olan çatışmanın, farklı eğilimler arasında geçmişten günümüze kadar uzanan bir sürece işaret ettiği göz ardı edilemez.


Aslında bu düşünsel çatışmanın kökenini Đyonya Okulu ile Sokrates arasındaki mücadeleye kadar götürmek mümkündür. Bu mücadelenin isimlendirilmesi de materyalist ve idealist düşüncenin mücadelesi şeklinde ifade edilebilir5 . Yunan düşünce geleneğinin bir uzantısı olarak görülebilecek olan Ortaçağ düşüncesi teosantrik bir yapıya sahiptir. Tarihsel süreç içerisinde, bu yapının değişime uğraması, öznenin önemini geri plana itmiş ve doğal olarak alternatif düşüncelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Rönesans ve Reform hareketleriyle şekillenen modern düşünce, öznenin kaybettiği itibarı ona tekrar verme çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu yaklaşım da, öznenin mekanik bir anlamda ele alınması ve nesneleştirilmesi sonucunu doğurması bakımından, beraberinde ciddi sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu anlamda modern düşüncenin en önemli hatasının, “anlamdan” ziyade “açıklama”ya dayanan bilimi, genel geçer bir unsur olarak görmesi olduğu söylenebilir6 . Batı düşünce geleneğinde ve modern bilim anlayışında, belirli şartların her zaman belirli durumları doğuracağına yönelik bir algının egemen olduğunu gözlemlemekteyiz. Ancak tarihsel veriler, durumun her zaman böyle olmadığını göstermektedir. Aynı şartlar içerisinde bulunan insanların, aynı olaylara her zaman eşit bir tepki vermediği açıktır. Bu nedenden dolayı, her şeyi belirlenmiş ve objektif verilerle açıklama imkânından yoksun bir yapıyla karşı karşıya kalınmaktadır. Aynı zamanda, bütünüyle objektif bir bakış açısının hegemonyası altında kalan insan, en basit durumlarda bile özgürlüğünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. “Felsefeciler artık, Locke ve Hume benzeri Đngiliz empiristlerin yaptığı gibi, insan tecrübesini basit fikir ve duyumlardan hareketle inşa etmeye kalkışamaz. Đnsanın psişik yaşamı, öyle zihinsel atomlardan oluşan bir mozaik değildir.”7 Dolayısıyla, farklılıkların korunması bakımından bu düşünceye alternatif bir bakış açısının varlığını savunmak, insana belirli bir alan oluşturmak açısından büyük bir önem taşımaktadır8 .

Bu anlamda varoluşçuluk Ortaçağ düşüncesi ile ona alternatif oluşturan modern anlayışın çatışmasının bir ürünü olarak görülmektedir. Ortaçağ Batı düşüncesinde iki temel anlayışın egemen olduğu gözlemlenmektedir. Bunlardan birincisi, Plâtoncu anlayışı benimseyen St. Augustine, diğeri ise Aristotelesci anlayışı benimseyen St. Aquinas’tır. Bu anlayışlar, düşünce sürecinde rasyonalizm ile empirizmin mücadelesinin yoğunlaşmasına neden olmuşlardır. Ancak her iki eğilimin ortak bir buluşma noktasının bulunması, bunun da dinin temelini oluşturan vahiy olması, çatışmanın şiddetlenmesini engellemiştir. Ancak Descartes’le birlikte, iki farklı eğilimin ortak noktası olan dinî unsur geri plana itilmiş ve bir süre sonra neredeyse ortadan kaldırılmıştır. Böylesi bir durumda da çatışmanın boyutları son derece ileri noktalara ulaşmıştır. En son nokta ise, akla gereğinden fazla bir yer verdiği ifade edilen Hegel tarafından konulmuştur9 . Đşte varoluşçuluk, böylesi bir ortamda gelişmeye başlamıştır. Varoluşçuluk şeklinde bir nitelendirme, bu başlık altında isimleri sayılan düşünürler tarafından bile benimsenmeyen10 ve sınırları tam olarak belirlenmemiş bir düşünme biçimi olması nedeniyle, varoluşçu olarak kabul edilen düşünürler üzerinde tam bir mutabakat söz konusu olmamıştır. Dolayısıyla varoluşçuluk, belirli bir felsefî sistemi ifade etmez. Bu düşünce akımı içinde yer aldığı düşünülen filozofların kendilerini tanımlamalarında bile büyük farklılıklar bulunmaktadır. Bütün bu farklılıklara rağmen, Kierkegaard, Heidegger, Jaspers, Sartre, Marcel, Abbagnano, Merleau-Ponty, Bardyaev ve Camus gibi düşünürlerin genel yaklaşımları ele alındığında, egzistansiyalist bir düşünce yapısından ve geleneğinden söz etmek mümkün görünmektedir11 .

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir