Lee Child – Asla Geri Dönme

Reacher’ı bir arabaya bindirip bir buçuk kilometre ilerideki bir motele götürdüler. Motelde gececi resepsiyonist, Reacher’a tam da beklediği gibi bir oda verdi. Ne de olsa bu tür odaları daha önce bin kez görmüştü. Duvardaki ısıtıcı uyutmayacak kadar gürültülü olsa da, motel sahibine elektrikten tasarruf ettirecek türdendi. Ampuller de benzer şekilde enerji tasarruflu ampullerdi. Yerdeki halı ince tüylüydü ve temizlendikten sonra saatler içinde kuruma özelliğine sahipti. Böylece oda aynı gün içinde tekrar kullanıma açılabilirdi. Hoş, halının da pek sık temizlendiği söylenemezdi. Koyu renkli ve desenli oluşu, kir ve lekeleri gizlemek için idealdi. Yatak örtüsü için de aynı şeyler söylenebilirdi. Duştan gelen suyun zayıf aktığına ve daha güçlü akması için çevrilen musluk kolunun belli bir noktada takılıp kalacağına hiç şüphe yoktu. Havluların ince, sabunların küçük ve şampuanın ucuz olması da beklentiler arasındaydı. Mobilyalar koyu renk ahşaptan ve sağı solu zedelenmişti. Televizyon ünitesi küçük ve eskiydi. Perdeler de kirden griye dönmüştü.


Bunların hiçbiri şaşırtıcı değildi. Bu odalardan daha önce bin kez görmüştü. Yine de iç karartıcı buluyordu. Bu yüzden daha anahtarı cebine koymadan arkasını döndü ve dışarı çıktı. Hava soğuk ve biraz nemliydi. Kış mevsiminin tam ortasında bir akşam vakti, Virginia’nın kuzeydoğusunun en uç noktasındaydı. Ağır ağır akan Potomac Nehri pek de uzağında sayılmazdı. Doğu yönüne bakınca nehrin ötesinde D.C.’nin, bulutlan aydınlatacak kadar parlak ışıklarını görebiliyordu. Başkent, her türlü olayın yaşandığı şehir. Reacher’ı getiren araba çoktan uzaklaşıyordu. Reacher arabanın farlarının sisli havada uzaklaşmasını izledi. Bir süre sonra tamamen gözden kayboldular. Dünya yeniden sessiz ve sakin bir hal aldı.

Fakat bu sessizlik de yalnızca bir dakika sürdü. Çünkü hemen ardından başka bir araba çıkageldi. Nereye gideceğini bilen, keskin ve kendinden emin hareket eden bir arabaydı. Motelin otoparkına girdi. Koyu renkli, düz bir se-dandı. Kamu dairelerine tahsis edilen araçlardan biri gibiydi. Motelin resepsiyonuna yakın dursa da farları Reacher’ın hareketsiz bedeni üzerine vuruyordu. Araç hemen yön değiştirdi ve doğruca Reacher’a doğru ilerledi. Ziyaretçiler. Geliş amaçlan belli değildi ama haberler ya iyi ya da kötüydü. Araba binaya paralel olacak şekilde durdu. Reacher’ın, arkasında kalan odası ve önünde duran araba ile arasındaki mesafe birbirine denkti. Adeta boks ringinin ortasında kalmış gibiydi. Arabadan iki adam indi. Havanın soğuk olmasına aldırış etmeden tişörtle dolaşıyorlardı.

Dar ve beyaz tişörtlerinin altında, atletlerin yarıştan hemen önce üzerlerinden çıkardıkları eşofman altlarından vardı. İkisi de 180 cm boylarında ve 90 kg ağırlığında görünüyorlardı. Reacher, az da olsa, onlardan iriydi. İki adamın da asker olduğuna şüphe yoktu. Saç kesimlerinden anlaşılıyordu. Hiçbir sivil berber bu kadar işgüzar ya da acımasız olamazdı. İçinde bulundukları piyasa buna müsaade etmezdi. Yolcu koltuğunda oturan adam kaportanın önünden dolaştı ve şoförün yanına geldi. İkisi yan yana dikiliyorlardı. Ayaklarındaki,. spor ayakkabılar oldukça büyük numaralı, beyaz ve şekil-izdi. Belli ki ikisi de yakınlarda Ortadoğu görevinde bulunmamıştı. Çünkü ne güneş yanığı, ne gözlerini kısarak bakma ihtiyacı, ne de stres ve gerginlikten eser vardı. İkisi de otuzlu yaşlarında genç adamlardı. Teknik olarak, Reacher babalan olacak yaştaydı.

Tahminlerine göre ikisi de astsubaydı. Astsubay çavuş değil ama belki teknik uzman olabilirlerdi. Çünkü astsubay çavuş gibi dunnuyorlardı. Hatta tam aksi. Pek zeki oldukları söylenemezdi. Gözlerinde boş bakışlar vardı ve yüzlerinde ifade yoktu. Yolcu koltuğundan inen adam, “Jack Reacher sen misin?” diye sordu. “Kim soruyor?” diye yanıtladı Reacher. “Biz.” “Siz kimsiniz?” “Senin yasal danışmanlarınız.” Ki öyle olmadıkları apaçık ortadaydı. Reacher da bu durumun farkındaydı. Orduda görev yapan avukatlar ikili seyahat etmez ve ağızlarından nefes almazlardı. Bu adamlarda başka bir şey vardı. İyi değil, kötü haber getirdikleri kesinleşiyor gibiydi.

Her iki durumda da, hızlı hareket etmek onun yararına olacaktı. Birdenbire durumu kavramış gibi yapıp hevesli bir şekilde selamlaşma kaygısına düşüp elini kaldırabilir ve karşı tarafın da aynı sıcaklıkla kendisine yaklaşmasını bekleyip havaya kaldırdığı eliyle ilk hamleyi yapabilirdi. Soldaki adamın yüzüne dirseğini geçirdikten sonra sanki yerde bir hamam böceği görmüş de eziyormuş gibi adamın sağ ayağını çiğneyebilirdi. Elbette bu esnada dirseğini adamın yüzünden ayırıp elinin tersiyle diğer adamın boğazına vurabilir; bu hamleyi üç kere daha tekrarlayıp tekmeyle taçlandırarak oyunu sonlandırabilirdi. Tüm bunlar onun için çocuk oyuncağıydı. Ve her zaman en güvenilir yöntem olduğu tecrübeyle sabitti. Reacher’ın mantrası şuydu: İlk hamleyi sen yap. Özellikle de ikiye karşı tek kalmışsan ve karşındaki adamlar senden genç ve enerjikse. Ama emin olamıyordu. Henüz değil. Böylesi bir hareket, büyük bir hata da olabilirdi. Bu hatayı göze alamazdı. Bu koşullarda, bu riske giremezdi. Şu an yasaklıydı. O yüzden biraz durup, aklından geçenleri uzaklaştırmaya çalıştı.

“Pekala,” dedi. “Yasal tavsiyeniz nedir?” “Uygunsuz davranışlar sergiledin,” dedi adamlardan biri. “Birliğin adını itibarsızlaştırdın. Askeri mahkemenin karşısına çıkman, hepimiz için üzücü sonuçlar doğurur. O yüzden hemen şehri terk ediyor ve bir daha asla geri dönmüyorsun.” “Kimse askeri mahkemeye çıkacağımdan söz etmedi.” “Henüz söylenmemiş olabilir ama söyleyecekler. O yüzden ortalıkta dolanma.” “Bana verilen emirlere uymak zorundayım.” “Seni daha önce bulamamışlardı. Şimdi de bulamazlar. Orduda suçlu takip sistemi yok. Zaten seni bulabilecek bir suçlu takip sistemi de yok. Yaşam tarzın seni bulmalarına en büyük engel.” Reacher hiçbir şey söylemedi.

Adam, “İşte bizim yasal tavsiyemiz bu,” diye ekledi. “Anlaşıldı,” dedi Reacher. “Anlamaktan fazlasını yapman lazım.” “Öyle mi?” “Ne de olsa sana bir teşvik unsuru sunuyoruz.” “Neymiş o?” “Seni burada bulacağımız her akşam, sana dersini verece-x.’ — ” ğiz.” “Öyle mi?” “Hem de bu akşamdan başlayacağız. Böylece olacaklar hakkında genel bir bilgi sahibi olmuş olursun.” “Daha önce eJektrikli bir alet aldınız mı hiç?” diye sordu Reacher. ı “Ne alakası’ var?” “Bir keresinde markette bir elektrikli alet görmüştüm. Kutusunun arkasında san bir etiket vardı. Etiketin üzerinde, kurcalarsanız ölüm riskine ya da ağır yaralanmalara maruz kalırsınız yazıyordu.” “Yani?” “Farz edin ki benim de üzerimde benzer bir etiket var.” “Senden korkacak değiliz, yaşlı adam.” Yaşlı adam.

Reacher’ın babası canlandı gözünde. Güneşli bir yerlerdeydiler. Okinawa olması muhtemeldi. New Hamp-shire, Laconia doğumlu Stan Reacher. Japonya’da görev yapan bir deniz piyade yüzbaşı. Yanında da eşi ve iki ergen oğlu. Reacher ve abisi, babalarına yaşlı adam diye seslenirlerdi. Çünkü yaşlı görünürdü. Oysa babası o yıllarda, Reacher’ın şimdiki yaşından on yaş daha gençti. “Geri dönün,” dedi Reacher. “Nereden geldiyseniz oraya gidin. Haddinizi aşıyorsunuz.” “Bize öyle gelmiyor.” “Eskiden bu işi yapıyordum,” dedi Reacher. “Ama siz bunu zaten biliyorsunuz, değil mi?” Yanıt veren olmadı.

“Bütün taktiklerinizi bilirim,” dedi Reacher. “Hatta bazılarının mucidi benim.” Yine yanıt gelmedi. Reacher’ın anahtarı hala elindeydi. Genel kural: Kapısı ki-litlenebilen bir odadan çıkmış bir adama saldırılmaz. Elinde bir anahtar tomarı olsa daha iyi olurdu ama tek bir anahtar bile oldukça etkili bir silaha dönüşebilirdi. Anahtarı işaret parmağı ve orta parmağının arasına sıkıştırıp avuç içinle adamın başına bir darbe indirirsen, elindeki anahtar birdenbire muşta oluverir. Fakat onlar sadece aptal çocuklardı. Şekillerini bozmanın bir anlamı yoktu. Fazla yaralamaya ve kemik kırmaya gerek görmedi. Anahtarını cebine koydu. Ayaklarındaki spor ayakkabılara bakılırsa, Reacher’a tekme atmak gibi bir niyetleri yoktu. Kimse yumuşak dokulu beyaz spor ayakkabılarla tekme atmazdı. Atsa da bir anlann olmazdı. Tabii puan toplamak için sağa sola artistik tekmeler savurmayı amaçlıyorlarsa o başkaydı.

Çin yemek menüsü gibi tuhaf bir ismi olan şu savaş sanatı neydi? Tae kwon do gibi bir şey. Olimpiyat Oyunları kapsamında epey havalı olsalar da, sokakta fazla işe yaradıkları söylenemezdi. Bacağını yangın musluğuna işeyen köpek misali havaya kaldırmak, ancak tartaklanmak için etrafa dağıtılan davetiye işlevini görebilir. Yere kapaklanıp, bayılana kadar tekmelenmek için yalvarmak anlamına gelir. Bu adamların bu konuda bir bilgisi var mıydı acaba? Reacher’ın ayaklarına bakmışlar mıydı? Çünkü ayağında epey ağır bir çift bot vardı. Rahat ve dayanıklı cinsten. Güney Dakota’dan almıştı. Bütün bir kışı onlarla geçirmeyi planlıyordu. “Şimdi içeri giriyorum,” dedi. Yanıt veren olmadı. “İyi geceler,” dedi. Yine yanıt gelmedi. Reacher hafifçe arkasını döndü. Geriye doğru yanın adım atıp otel odasının kapısına yöneldi. Omuz hizasından bakınca tam bir yanın ay çizecek kadar yer açmıştı kendine.

Tam da, kendisine doğru hızla hareket edecek bu iki adamın onu yakalaması için gereken alan kadar. Reacher adamlara hareket sahası sağlayacak kadar açıldıktan sonra tam aksi yönde, onlarla aynı hızda hareket etti. 11O kg ile,. 180 kg kafa kafaya gelmek üzereydi. Aksi yönde dönüşünü tamamladı ve sol elini kullanan adama, sol eliyle sıkı bir fumruk savurdu. Yumruğu tam tahmin ettiği gibi, adamın kulağına isabet etmişti. Darbeyi yiyen adamın başı yana savruldu ve arkadaşının omzuna çarptı. O esnada Reacher arkadaşının çenesinin altına sağ eliyle vurdu. Öyle bir vurdu ki adamın başı kontrolden çıkmış gibi bir aşağı bir yukarı sallanmaya başladı; bu arada, kulağından darbe alan arkadaşı da sağa sola sallamaya devam ediyordu. Başlarını o kadar senk-ronize sallıyorlardı ki, görenler onların birer kukla olduğunu ve kukla oynatıcısı hapşırdığı için dengelerinin bozulduğunu söyleyebilirdi. İki adam da hala ayaktaydı. Solak adam, gemi güvertesinde gibi ağır ağır sallanıyordu. Öte yandan sağ elini kullanan adam, geri geri sendeliyordu. Solak adamın dengesi tamamen bozulmuştu. Gövdesinin kütle merkezi açık ve korumasızdı.

Reacher adamın karın boşluğundaki sinir ağına, adamın nefesini kesecek kadar sert ama kalıcı nörolojik hasar bırakmayacak yumuşak bir indirdi. İki büklüm olan adam dizlerini kavradı. Reacher onu geride bırakıp sağ elini kullanan adama yöneldi. Yeni bir hamleye maruz kalmadan evvel kendini korumaya almak isteyen adam Reacher’a doğru zayıf bir yumruk savurdu. Reacher bu hamleyi sol koluyla savuşturup, aynı şekilde bu adamın da karın boşluğundaki sinir ağına bir yumruk indirdi. O da arkadaşı gibi iki büklüm oldu. Bu hamleden sonra ikiliyi istediği yöne çekmesi daha kolay oldu. Adamların ikisini de aynı yöne bakacak şekilde yan yana getirdi. Sonra ikisini de sırayla dosdoğru arabalarına çarpacakları şekilde sırtlarından tekmeledi. Adamlar arabalarına doğru savurulup kafalarını sertçe tosladılar. Sonra da yere serildiler. Başlarını o kadar sert çarpmışlardı ki arabanın kapısında göçükler oluştu. Şimdi ikisi de yere serilmiş, bilinçleri kapalı bir şekilde kesik kesik nefes alıp veriyorlardı. Sabah ayıldıklarında hesap vermeleri gereken göçük bir araba ve tahammül edilemez baş ağrılan olacaktı. Hepsi bu.

Koşullar göz önünde bulundurulduğunda, bu kadarı ile kurtulmuş olmalarına sevinmeleri gerekirdi. Reacher insaflı davranmıştı. Anlayış göstermişti. Hatta yumuşak davranmış bile olabilirdi. Yaşlı adam. Babaları olacak yaşta. Bütün bunlar yaşandığında, Reacher Virginia’ya geleli henüz üç saat bile olmamıştı. Reacher nihayet başarmış, Güney Dakota’nın karlı yollarını aşmıştı. Fakat çok da hızlı değil. Nebraska’da mahsur kalmıştı. Hem de iki kez. Yol açıldıktan sonra da ağır ağır ilerlemişti. Missouri’de uzunca bir süre beklemişti. Sonrasında güney yönünde ilerleyen gümüş rengi bir Ford’la yola devam etmişti. Şoför mahalinde oturan adamın kemikleri sayılacak gibiydi.

Adam Kansas City’den Columbia’ya kadar tüın yol boyunca konuşmuştu. Sonra da derin bir sessizliğe gömülmüştü. Illinois’da hızlı ve siyah bir Porsche’ye terfi etmişti. Gerçi Reacher bunun çalıntı bir araba olduğu görüşündeydi. Mola yerinde elleri bıçaklı iki adamla karşılaşmıştı. Para istemişlerdi; Reacher hata hastanede olduklannı düşünüyordu. Indiana’da iki gün boyunca yol almıştı. Sonra sağı solu göçük içinde mavi bir Cadillac içinde ağır ağır yola devam etmişti. Cadillac’ın şoförü, arabası ile aynı renk papyon takan bir beyefendiydi. Ohio’dan geçmesi dört gün sürmüştü. Oysa etrafa bakınca gördüğü her şey küçük bir kasabayı andınyordu. Yolun devamında kırmızı renkli, içinde iki sıra koltuk bulunan bir Silverado’ya binmişti. Araba, genç bir evli çifte aitti. Bir de köpekleri vardı. Bütün gün arabayla dolaşıp iş anyorlardı.

Reacher kan-kocanın iş bulma ihtimalini yüksek buluyordu. Fakat aynı şeyi köpek için söylemesi mümkün değildi. Köpek, ömrü boyunca muhasebe defterinin borçlar hanesine yazılacaktı. İşe yaramaz, soluk renkli, şapşal bir hayvandı. Yaklaşık dört yaşlarındaydı, sadıktı ve dost canlısıydı. Kış ortasına gelinmiş olmasına rağmen tüyleri epey gür ve canlıydı. Yolculuk sonunda Reacher’ın üstü başı altın sansı tüylerle kaplıydı. Yolculuğun devamında kuzeye ve sonrasında doğuda Pennsylvania yönüne mantıksız iki aktarma yaptı. Mantıksız olduğunu biliyordu ama otostop girişimleri sonunda ancak bu rotayı yakalayabilmişti. Pittsburgh yakınlarında bir gün ve ardından da York yakınlarında bir gün geçirdi. Sonra yirmili yaşlarında siyahi bir genç, yaklaşık otuz yaşlarında beyaz bir Buick ile onu Baltimore, Maryland’e götürdü. Yolculuğun bütününe bakıldığında epey yavaş yol aldığı açıkça görülebiliyordu. Baltimore’dan sonrası kolaydı. Baltimore, 1-95 otobanı ile ayrılıyordu ve güneye doğru gidildiğinde ilk durak D.C.

’ydi. Reacher’ın gitmek istediği yer, Virginia’nın bir bölgesiydi ve bu bölge neredeyse D.C.’nin içinde sayılırdı. Arlington Mezarlığı’nın batısına pek uzak değildi ve doğuda da Beyaz Saray’a yaklaştığı söylenebilirdi. Reacher, Baltimore’dan sonra yolculuğuna otobüsle devam etti. D.C.’ye gelince Union İstasyonu’nun arkasındaki durakta indi. Şehir merkezinde yürüdü. K Caddesi’nden Washington Circle’a geldi. Oradan 23. Cadde’ye bağlanıp Lincoln Anıtı’na ulaştı. Ardından köprüyü geçip mezarlığa geldi. Mezarlığın demir kapılarının hemen dışında bir otobüs durağı vardı.

Yerel servislerin ve çoğunlukla bahçıvanların kullandığı bir duraktı. Reacher’ın hedefi, Rock Creek adında bir yerdi. Bölgede aynı adı taşıyan pek çok lokasyon vardı. Çünkü ismin içinde geçen kayalıklardan ve küçük derelerden her yerde bolca görmek mümkündü. Bölge sakinleri de civar semtlerden bihaber olmalı ki hepsinin isim verme ve betimleme alışkanlıkları bu kadar çakışmıştı. Şüphesiz ki burası herkesin diz boyu kısa pantolonlar giyip peruk taktığı, e.ti-afın çamur içinde olduğu kolonyal dönemde oldukça sevi11li bir kasabaydı. Fakat zaman içinde burası da her iki •yüz. elli kilometrede bir pahalı evler ve ucuz ofislerle çevrili dörtyol ağızlarından biri haline gelmişti. Reacher otobüsün pencerelerinden dışarı bakıp tanıdık yerlere dikkat ederken, yenilerini aklına yazdı ve bekledi. Gitmek istediği esas yer, yaklaşık altmış yıl önce Savunma Bakanlığı’nın yakınına inşa edilmiş sağlam ve dayanıklı bir binaydı. Uzunca bir süre ne amaçla yapıldığı unutulmuştu. Yaklaşık kırk yıl sonra askeri inzibat buraya talip olmuştu. Hoş, sonradan yanlışlıkla böyle bir talepte bulundukları ortaya çıkmıştı. Konuyla ilgilenen subay, başka bir Rock Creek bölgesini tarif etmeye çalışırken yanlışlıkla burayı tarif etmişti.

Yine de binayı aldı. Kısa bir süre boş durduysa da Askeri İnzibat 11O. Özel Birliği’ne karargah olmak üzere tahsis edildi. Reacher’m ana karargah olarak nitelendirebileceği tek yerdi. Otobüsten indiği köşe, binaya iki blok uzaklıkta, daha önce defalarca çıktığı uzunca bir yokuşun başındaydı. Yokuş aşağı inen yol üç şeritten oluşuyordu. Yolun etrafındaki kaldırımlar çatlaktı ve kaldırım boyu dikilen ağaçlar epey yaşlanmıştı. Karargah binası ileride, yolun solunda ve yüksek bir taş duvarın arkasındaydı. Dışarıdan bakıldığında sadece çatısı görünüyordu ve çatının sol yüzeyi yosun kaplıydı. Üç şeritli yolun ilerisinde bir araç giriş kapısı bulunuyordu. Giriş kapısı, yüksek taş duvarı ikiye ayıran iki tuğla sütuna monteliydi. Reacher’ın zamanında bu sütunlar, dekoratif kaygılarla inşa edilmişti ve onlara tutunan kapılar yoktu. O zamandan bu zamana kapı eklenmişti. Kapı epey ağır duruyordu. Çelikten tekerler yardımıyla hareket ediyordu.

Teoride güvenlik gerekçesi ile yapılmış olabilirdi ama uygulamada güvenlikten eser yoktu. Çünkü kapılar sonuna kadar açıktı. Kapılar içeri doğru açıldığında kapladıkları alanın hemen bitimine bir nöbetçi kulübesi inşa edilmişti ki bu da Reacher için bir yenilikti. Yeni tasarlanan Ordu Muharebe Üniforması giyen bir er nöbetteydi. Reacher bu yeni üniformaları pijamaya benzetiyordu. Hem çok desenli hem de epey boldu. Öğleden sonra yerini yavaş yavaş akşama bırakıyordu ve hava kararmaya yüz tutmuştu. Reacher nöbetçi kulübesinde durdu ve içerideki erin kendisini baştan aşağı süzmesine müsaade etti. Sonra da, “Birlik komutanmızı gönneye geldim,” dedi. Er, “Binbaşı Tumer’ı mı?” diye sordu. “Kaç tane birlik komutanın var?” diye sordu Reacher. “Sadece bir tane, efendim.” “Adı Susan mı?” “Evet, efendim. Doğru. Binbaşı Susan Turner, efendim.

” “Onunla görüşmek istiyorum.” “Kim geldi diyeyim, efendim?” “Reacher.” “Ziyaret amacınız nedir?” “Kişisel.” “Bir dakika bekleyin, efendim.” Er, telefonu eline aldı ve bir yerleri aradı. Bay Reacher, Binbaşı Tu rner ‘ı görmek istiyor. Konuşma, Reacher’ın beklediğinden daha uzun sürdü. Er bir ara eliyle ahizeyi kapatıp, “Siz bir zamanlar burada birlik komutanlığı yapan Reacher mısınız? Binbaşı Jack Reacher?” diye sordu. “Evet,” dedi Reacher. “Ve Güney Dakota’da bir yerlerdeyken Binbaşı Turner’la konuştunuz mu, efendim?” “Evet.” Er, aldığı yanıtlan karşı tarafa iletti ve bir süre daha karşı tarafın söylediklerini dinledi. Sonra telefonu kapattı ve “Efendim, lütfen içeri geçin,” dedi. Sonra yol tarifinde bulunmaya başlamıştı . ki birden durdu ve “Sanırım yolu biliyorsunuz,” dedi. i “Sanriım biliyorum,” dedi Reacher.

Yola koyuldu ve on adım sonra gacır gucur sesler duydu. Durup arkasına baktı. Kapılar kapanıyordu. Önündeki bina Amerikan Savunma Bakanlığı’nın 1950’li yıllarda diğer pek çok binasında uyguladığı klasik mimari özellikleri taşıyordu. Alçak tavanlı, uzun, iki katlı tuğla binalar. Yeşil metal pencere pervazları ve kapılara uzanan merdivenlerin iki yanında uzanan boru biçiminde yeşil tırabzanlar. 1950’ler, Savunma Bakanlığı için tam manasıyla altın yıllardı. Bakanlığa tahsis edilen bütçe muazzamdı. Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri ve Deniz Piyadelerinden oluşan ordu, ne istiyorsa elde edebiliyordu. Hatta istediğinden fazlasına kavuşuyordu. Bazıları sıradan, koyu renkli sedan arabalarla donatıyordu birliğini. Bazıları da daha açık renkli ama nispeten daha eski kişisel araçlar tahsis edilmesini tercih ediyordu. Bu binanın önünde de bir tane yüksek hareket kabiliyetli, çok amaçlı askeri araç duruyordu. Koyu yeşil ve siyah renkli aracın yanında ise iki kapılı, küçük kırmızı bir araba vardı. Reacher, kırmızı arabanın Susan Tumer’a ait olup olmadığını düşündü.

Olabilirdi. Kadınla yaptığı telefon konuşmasından, bu tarz bir araba kullanabilecek bir kadın olduğunu çıkarmıştı. Kapıya uzanan taş merdivenleri çıktı. Aynı merdivenler ve aynı kapıydı ama onun görev yaptığı yıllardan bu yana defalarca boyanmış ve bakım görmüşlerdi. Ne de olsa ordunun çokça boyası vardı ve kullanmaktan da keyif alıyordu. Kapıdan içeri girince, etrafın aşağı yukarı aynı olduğu izlenimi uyandı. Kapı, sağ tarafında üst kata çıkan taş merdivenlerin ve solunda da resepsiyonun bulunduğu lobiye açılıyordu. Lobi, bina boyunca sağlı sollu ofislerin yer aldığı dar bir koridora bağlanıyordu. Ofis kapılarının yansı buzlu camla kaplıydı. Koridordaki ışıklar açıktı. Kış mevsimindelerdi ve bu bina her zaman karanlık olmasıyla bilinirdi. Resepsiyonda bir kadın duruyordu. Onun da üzerinde nöbetçi kulübesindeki erin giydiği pijama görünümlü üniformadan vardı. Tek farkı, göğsünün üzerindeki astsubay çavuş olduğunu gösteren çizgilerdi. Reacher, bu rütbe çizgilerinin, hedef tahtasındaki nişan noktalarına benzediğini düşündü.

Yukan, yukan, yukan, ateş! Onun tercihi eski usul arazi kamuflaj üniformasıydı. Resepsiyonda duran bu siyahi kadın, Reacher’ı gördüğüne sevinmişe benzemiyordu. Bir şeylere sinirlendiği kesindi. “Ben Jack Reacher. Binbaşı Tumer’la görüşmeye geldim,” dedi. Kadın durdu ve söyleyecek çok şeyi varmış da hangisini söyleyeceğini bilemiyormuş gibi birkaç kez lafa girmeye yeltendi. Fakat sonunda ağzından yalnızca, “En iyisi Binbaşı Tumer’ın ofisine çıkmanız. Nerede olduğunu biliyor musunuz?” cümleleri çıktı. Reacher başıyla onayladı. Nerede olduğunu biliyordu. Çünkü bir zamanlar o ofis kendisine aitti. “Teşekkürler, çavuş,” dedi. Yukan çıktı. Aynı duvarlar, aynı metal tırabzanlar. Bu merdivenlerden belki bin kez çıkmıştı.

Basamaklar tek bir kez kıvrılıp, ikinci kattaki koridorun sonuna, başka bir deyişle girişteki lobinin tam üstüne ulaşıyordu. İkinci kattaki koridorun da ışıklan açıktı. Zeminde aynı linolyum kaplama vardı. Sağlı sollu sıralanan ofislerin kapılan, aynı birinci kattakiler gibi, yanya kadar buzlu cam kaplıydı. Reacher’ın ofisi soldan üçüncüydü. Hayır, artık Susan Tumer’ın ofisiydi. Gömleğinin düzgün durup durmadığını kontrol etti ve parmaklan ile saçlary. iıı hızlıca taradı. Ne söyleyeceği hakkında hiçbir fikri yokpı. Telefonda konuştuklarında, kadının ses tonundan hoşl&tımıştı, hepsi bu. Bu sesin sahibinin ilginç bir kimse olacağını hissetmiş, onunla tanışmak istemişti. İşte bu kadar basit. İki adım attı ve durdu. Kadın, Reacher’ın tam bir kaçık olduğunu düşünecekti.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir