Lee Child – Yarın Yokum

İntihar bombacılarını tespit etmek kolaydır. Çoğunlukla ırı gergin oldukları için kendilerini hemen belli ederler. Çünkü bunu ilk kez yapıyorlardır. Doğası gereği bu iş yalnızca bir kez yapılır. Sonrası yok. İsrail Gizli Servisi bir savunma planı hazırladı. Bize neye bakmamız gerektiğini söylediler. Gözlemleri ve psikolojik verileri kullanarak bir intihar bombacısının belirlenmesini sağlayan göstergelerin listesini çıkardılar. Ben bu listeyi, yirmi yıl önce İsrail ordu komutanlarından birinden öğrendim. Listenin doğru olduğuna yemin etti. Ona inandım, çünkü üç hafta boyunca İsrail’de, Kudüs’te, Batı Şeria’da, Lübnan’da, Suriye’de, bazen Ürdün’de, otobüslerde, dükkanlarda, kalabalık kaldırımlarda onunla omuz omuza çarpıştığımız özel bir görevdeydim. Gözlerim sürekli hareket ediyor, zihnim pusuya yatılabilecek yerleri tarıyordu. Yirmi yıl sonra listeyi hala hatırlıyorum. Ve gözlerim hala sürekli hareket ediyor. Sadece alışkanlıktan. Başka adamlardan da başka bir düstur öğrendim: Bak, görme; dinle, duyma. Ne kadar dikkatli olursan o kadar uzun yaşarsın. Eğer erkek bir şüpheli söz konusuysa liste on iki maddeliktir. Eğer bir kadına bakıyorsanız, on bir. Aradaki fark, temiz bir tıraş. Erkek bombacılar, insanların arasına daha rahat karışacaklarını düşünerek sakallarını keser. Böylece daha az şüpheli görüneceklerini düşünürler ama bu sıra- dışı tıraşın sonucunda yüzün alt tarafı, tenin geri kalanından daha soluk görünür. Çünkü yakın zamanda güneş görmemiştir. Fakat şu anda sakal tıraşıyla ilgilenmiyordum. Üzerinde çalıştığım on bir maddelik listeydi. Bir kadını izliyordum. New York’ta metrodaydım. Şehir merkezine giden altı numaralı trende, Lexington Caddesi treninde. Saat sabahın ikisiydi. Bleecker Sokağı’ndaki istasyonun güney peronundan, sadece beş kişinin olduğu vagona binmiştim. Metro vagonları dolu olduklarında bana aşırı küçük ve aşırı samimi gelir. Boş olduklarında ise aşırı büyük, mağaramsı ve yalnız. Metronun ışıkları gece-gündüz aynı olsa da, geceleri daha sıcak ve daha parlak görünür. Yerin altındaki tek ışıktır. Vagonun kuzey tarafındaki kapının dibinde yer alan iki kişilik koltuğa yayıldım. Diğer beş yolcu, karşımdaki uzun sıralarda oturuyordu. Kimi yan dönmüş, kimi düz oturmuş, birbirlerinden uzak, boş gözlerle vagonun içine bakıyorlardı. Üçü sol tarafta, ikisi sağdaydı. Vagonun numarası 7622’ydi. Bir keresinde, yine bu altı numaralı trende yolculuk yaptığım sırada, çoğu erkeğin spora veya kadınlara ayırdıkları türde bir heyecanla, içinde bulunduğumuz va gondan bahseden bir delinin yanında oturarak sekiz durak gitmiştim. Bu yüzden 7622 numaralı vagonun bir R142A modeli olduğunu, New York’un metro sistemindeki en yeni vagonlardan olduğunu, Kawasaki tarafından Japonya, Kobe’de üretildiğini, sonradan ülkeye yollandığını, 207. So- kak’a götürüldüğünü, kamyonlara yerleştirildiğini, çekicilerle 180. Sokak’a taşındığını ve test edildiğini biliyordum. Özel bir bakıma ihtiyaç duymaksızın 320 bin kilometre gidebileceğini biliyordum. Otomatik anons sisteminin talimatları erkek sesiyle, diğer bilgileri kadın sesiyle verdiğini, bunun bir tesadüf olduğu iddia edilse de, aslında ulaşım sistemi yetkilileri bu işbölümünü psikolojik açıdan gerekli gördüğü için böyle yapıldığını biliyordum. Seslerin Bloomberg TV spikerlerine ait olduğunu ama bunun Mike belediye başkanı seçilmeden çok önce yapıldığını biliyordum. Hatlarda altı yüz R142A bulunduğunu, her birinin on beş metre uzunluğunda ve üç metreden biraz daha geniş olduğunu biliyordum. O zaman içinde olduğumuz ve şimdi içinde olduğum gibi vagonların oturan 40 kişi ve ayakta 148 kişi taşımak üzere tasarlandıklarını biliyordum. Deli yolcu, bütün bu bilgilerden çok emindi. Ben de vagonun plastik koltuklarının, yaz sonlarındaki gökyüzünü ya da İngiliz Hava Kuvvetleri üniformasını andıran bir maviye boyanmış olduğunu görebiliyordum. Duvar panellerinin, grafitiye imkan tanımayan fiberglastan yapıldığını görebiliyordum. Duvar panelletinin tavanla birleştikleri yerde vagon boyunca uzanan iki reklam şeridini görebiliyordum. Televizyon şovlarının, yabana dil derslerinin, kolay üniversite diplomalarının ve büyük para kazanma fırsatlarının tanıtımını yapan küçük neşeli posterleri görebiliyordum. Beni uyaran polis duyurusunu görebiliyordum: Bir şey görürseniz, bir şey söyleyin. En yakınımda oturan yolcu, Latin kökenli bir kadındı. Karşımda, solumdaydı. İlk kapının ilerisinde, sekiz kişilik sırada tek başınaydı ve tam ortaya oturmuştu. Ufak tefekti, otuzla elli yaş arası görünüyordu, terlemişti ve yorgun gibiydi. Bileğine yıpranmış bir süpermarket torbası asılıydı ve hiçbir şey göremeyecek kadar endişeli gözlerle tam karşısındaki boşluğa bakıyordu. Bir sonraki yolcu, kadının bir metre kadar ilerisinde, sağ tarafta oturan bir adamdı. O da kendi sekiz kişilik sırasında tek başınaydı. Balkanlar’dan ya da Karadeniz’den olabilirdi. Siyah saçlar, kırışık bir yüz. İşin ve havanın yıprattığı adaleli biriydi. Ayaklarını sağlam bir şekilde yere basmış, dirseklerini dizlerinin üzerine yerleştirmiş, öne doğru eğilmişti. Uyumuyordu ama uyumak üzereydi. Trenin hareketlerine uygun olarak sallanmaktaydı. Ellili yaşlardaydı ama gençlere özgü kıyafetler giymişti. Düşük belli bol kot pantolon ve üzerinde tanımadığım bir oyuncunun adının yazılı olduğu büyük beden NBA tişörtü. Üçüncü kişi, Batı Afrikalı olduğunu tahmin ettiğim bir kadındı. Soldaydı, ortadaki kapının karşısında. Yorgundu; vagonun ışıkları yüzünden siyah derisi, toz ve kül rengi götünüyordu. Renkli, batik bir elbise giymiş, saçlarını elbiseye uygun bir kumaş parçasıyla bağlamıştı. Gözleri kapalıydı. New York’u oldukça iyi bilirim. Kendimi dünya vatandaşı kabul ederim ve New York dünyanın başkentidir. Bu yüzden bir İngiliz’in Londra’yı ya da bir Fransız’ın Paris’i okuduğu gibi, ben de bu şehri okuyabilirim. Alışkanlıklarıyla iç içe olmasam da onları tanırım. Gecenin bu geç vaktinde, altı numaralı trenin koltuklarına yerleşmiş bu üç sıradan insanın, belediye binası civarındaki gece vardiyalarından eve dönen temizlikçiler veya Çin mahallesi ya da ‘Küçük İtalya’daki restoranlarda çalışan işçiler olduğunu tahmin etmek pek zor değildi. Büyük ihtimalle ya Bronx’taki Hunts Point’e ya da Ta Pelham’a gidiyorlardı. Önlerindeki diğer uzun ve yorucu güne başlamadan önce bölük pörçük kısa uykular çekmeye hazırdılar. Dördüncü ve beşinci yolcular ise farklıydı. Beşinci yolcu bir erkekti. Belki benim yaşlarımdaydı. Çaprazımdaki iki kişilik koltuğa yaslanmıştı. Üzerinde gündelik bir kıyafet vardı ama çok da ucuz olmadığı belliydi. Pamuklu kumaş pantolon ve Lacoste yaka tişört. Uyanıktı. Gözlerini karşısında bir noktaya dikmişti. Gözbebekleri kısılıp genişliyordu. Sanki alarm durumundaydı ve zihninde bir şeyler kurguluyordu. Gözleri bana sporcuların gözlerini anımsattı. İçlerinde vahşi, hesaplı bir kurnazlık vardı. Ama benim asıl baktığım dördüncü yolcuydu. Bir şey görürsen, bir şey söyle. Vagonun sağ tarafında oturuyordu. En uzaktaki sekiz kişilik sırada tek başınaydı. Yorgun Batı Afrikalı kadınla sporcu gözlü adamın ortalarındaki boşluğun karşısındaydı. Beyazdı ve büyük ihtimalle kırklı yaşlardaydı. Sıradandı. Siyah saçlıydı. Saçlarının düzgün ama çarpıcı olmayan bir kesimi vardı ve doğal olamayacak kadar tek tondu. Baştan aşağı siyah giyinmişti. Onu oldukça iyi görebiliyordum. Sağ tarafta, bana en yakın olan adam, hala öne eğik oturuyordu ve adamın öne eğilmiş sırlıyla vagonun duvarının arasında oluşan V şeklindeki boşluk, çelik tutunma yerlerinin oluşturduğu orman dışında, temiz bir görüş açısına sahip olmamı sağlıyordu. Mükemmel bir görüş değildi ama on bir maddelik listedeki bütün çanların çalmasına yetecek kadar iyiydi. Zihnim- deki alarm ışıkları, Vegas’taki kumar makinelerinin lambaları gibi yanıp sönmeye başladı. İsrail Gizli Servisi’ne göre, şu anda bir intihar bombacısına bakıyordum. 2 Bu düşünceyi hemen kafamdan attım. Irk profili yüzünden değil. Beyaz kadınlar da herkes kadar deliliğe eğilimlidir. Bu düşünceyi kafamdan attım, çünkü taktik açıdan inandırıcı değildi. Zamanlama yanlıştı. New York metrosu, intihar bombacıları için iyi bir hedef olurdu. Altı numaralı tren de diğerleri kadar, hatta pek çoklarından daha iyi bir hedefti. Tren, Merkez İstasyonu’nun al -tında dururdu. Sabah sekiz ya da akşam altı civarında, vagonda 40 kişi otururken ve 148 kişi ayakta dikilirken, trenin tıka basa dolu platformun önünde durmasını bekle ve kapılar açıldığında düğmeye bas. Yüz ölü, birkaç yüz ciddi yaralı, panik, yapısal hasar, bir ihtimal yangın, ana ulaşım hatlarından birinin günlerce veya haftalarca kapalı kalması, hatta bir daha asla o metro hattına güvenilmemesi… Zihinleri bizim asla tam olarak anlayamayacağımız şekilde işleyen bom bacılar için kayda değer bir sonuç. Ama sabahın ikisinde değil. İçinde sadece altı kişi olan bir vagonda değil. Merkez İs-tasyonu’nun platformlarında sadece çöpler, gazeteler, boş kaplar ve banklarda birkaç yaşlı evsiz varken değil. Tren As tor Place’de durdu. Kapılar tıslayarak açıldı. Kimse binmedi. Kimse inmedi. Kapılar hafif bir gürültüyle yeniden kapandı, motorlar çalıştı ve tren hareket etti. Zihnimdeki ampuller hala yanıyordu. İlki için dahi olmaya gerek yoktu: Uygun olmayan kıyafetler. Patlayıcıların yerleştirildiği kemerler, zaman içinde ancak bir beysbol eldiveni kadar gelişme gösterebildi. Bir metreye yarım metre sert kanvas kumaşı alın, uzunlamasına katlayın ve yirmi beş santim derinliğinde ince uzun bir cebiniz olsun. Bu cebi bombacıya dolayın ve arka tarafta iki ucunu dikin. Fermuar ya da cırt cırt tereddüde yol açabilir. Dinamit lokumlarını cebin içine doldurun, onları birbirine bağlayın; dinamitlerin arasında kalan boşluklara çiviler veya bilyeler yerleştirin, cebin ağzını dikin ve ağırlığı taşıması için omuz askıları ekleyin. Etkili ama kesinlikle hantal. Bunu gizlemenin tek yolu palto gibi büyük giysilerdir. Ortadoğu için kesinlikle uygun değil ve New York’ta on iki ayın sadece üçünde kullanılabilir. Ama aylardan eylül ayıydı ve yaz kadar sıcaktı. Üstelik yeraltı, yerüstünden en az beş derece daha sıcaktı. Ben tişört giyiyordum. Dört numaralı yolcunun üstünde ise North Face’ten alınma siyah, şişkin, parlak, üzerine büyük gelen ve fermuarını çenesine kadar çektiği bir kaban vardı. Bir şey görürsen, bir şey söyle. On bir maddenin ikincisine geçtim. Bu maddeyi şimdi kontrol etmek mümkün değildi. İkinci madde, robotumsu yürüyüştür. Kontrol noktasında veya kalabalık bir pazar .yerinde, bir kilisenin ya da caminin önünde işe yarar ama toplu taşıma aracında oturan bir şüpheliyle karşı karşıyaysanız bir anlamı yok. İntihar bombacılarının robot gibi yürümelerinin nedeni, kaçınılmaz şehitliğin düşüncesiyle duydukları coşku değil sadece, alışkın olmadıkları bir şekilde fazladan 20 kilo taşımaları, bu ağırlığın destek askıları aracılığıyla omuzlarına binmesi ve uyuşturucu almış olmalarıdır. Şehitliğin çekiciliği de bir yere kadar. Çoğu bombacı avurtlarında taşıdıkları ham afyonla aptallaşmış basit yaratıklardır. Bunu biliyoruz, çünkü dinamit kuşakları halka şeklinde basınç dalgaları yaratarak patlar, bu dalgalar saniyenin binde birinden kısa bir sürede gövdenin üst kısmına ulaşır ve kafayı omuzlardan koparır. İnsan kafası, vücuda kenetlenmiş değildir. Yerçekimi sayesinde olduğu yerde durur, deri ve kaslar ve tendonlar ve sinirler aracılığıyla bedene bağlıdır ama bütün bu biyolojik çapalar şiddetli bir kimyasal patlamanın gücü karşısında fazla bir işe yaramaz. İsrailli akıl hocam, açık arazide yapılan bir saldırının araba bombası ya da bombalı paket aracılığıyla değil de intihar bombacısı tarafından yapıldığını anlamanın en kolay yolunun, 50 metrelik bir kapsama alanını tarayıp kopmuş bir insan kafası aramak olduğunu anlatmıştı. Kafanın şaşırtıcı ölçüde sağlam ve hasarsız olması ihtimali yüksektir. Avurdundaki afyon parçasına kadar… Tren, Union Meydanı’nda durdu, Kimse binmedi. Kimse inmedi. Platformdan içeri süzülen hava içerideki havalandırmayla savaştı. Ardından kapılar yeniden kapandı ve tren hareket etti. Üçten altıya kadar olan maddeler sübjektif konulardır: Asabiyet, terleme, tikler ve gergin tavır. Bence terlemeye, en az sinirler kadar, fiziksel olarak aşırı ısınmanın yol açması da mümkün. Mevsime uymayan giysiler ve dinamit. Dinamit, nitrogliserinle ıslatılmış ve çubukların içine sokulmuş ahşap parçalarıdır. Ahşap parçalan çok güzel bir termal yalıtım maddesidir. Bu yüzden terlemek bu işin parçasıdır. Asabiyet ve tikler ve gergin tavır da önemli göstergelerdir. Bu insanlar hayatlarının son garip dakikalarını yaşıyorlar. Tedirginler, acı çekmekten korkuyorlar, uyuşturucuyla beyinleri bulanıyor. Tanım gereği mantıksızlar. Cennete, süt ve bal akan ırmaklara, yemyeşil çimenlere, bakirelere inanarak ya da yarı inanarak veya hiç inanmayarak ideolojik baskıyla motive edilerek, arkadaşlarının veya ailelerinin beklentileri tarafından yönlendirilerek bu işe aniden boğazlarına kadar batmışlar ve geri çekilme imkanları yok. Yasadışı toplantılarda cesur konuşmalar yapmak başka, eyleme geçmek başka… Netice: Bütün görülebilir işaretleriyle bastırılmış panik. Dört numaralı yolcuda hepsi vardı. Tren yolun sonuna doğru ilerlerken tam olarak hayatını sona erdirmeye giden bir kadın gibi görünüyordu. İşte yedinci madde: Nefes alıp veriş. Yavaş ve kontrollü nefes alıyordu. Nefes al, nefes ver, nefes al, nefes ver. Doğum sırasında çekilen acıyı yenmek için kullanılan bir teknik gibi. Veya korkunç bir şokun sonucu gibi. Ya da dehşet, korku ve vahşet yüzünden çığlık atmamak için kullanılan son umutsuz engel gibi. Nefes al, nefes ver, nefes al, nefes ver. Sekizinci madde: Eyleme geçmek üzere olan intihar bombacıları, dümdüz karşıya bakar. Kimse nedenini bilmiyor ama video kayıtları ve hayatta kalan tanıkların ifadeleri bu konuda birbirini tutuyor. Tüm bombacılar dümdüz karşıya bakıyor. Belki bir hedefe kilitlendikleri ve korkunun araya girmesini engellemek istedikleri için. Belki de köpekler ve çocuklar gibi, onlar kimseyi görmediklerinde kimsenin de onları görmeyeceğini düşündüklerinden. Belki içlerindeki son vicdan kırıntıları, yok etmek üzere oldukları insanlara bakmalarını engelliyordun Kimse nedenini bilmiyor ama hepsi bunu yapıyor. Dört numaralı yolcu bunu yapıyordu. Orası kesindi. Tam karşısındaki boş pencereye öyle büyük bir dikkatle bakıyordu ki, neredeyse camda bir delik açacaktı. Birden sekize kadar olan maddeler tamamdı. Koltuğumda öne doğru eğildim. Ardından durdum. Hala çok saçmaydı. Çünkü zamanlama yanlıştı. Sonra yeniden baktım. Ve yeniden hareket ettim. Çünkü dokuzuncu, onuncu ve on birinci maddeler de tam karşım- daydı, hepsi tutuyordu ve en önemli olan maddeler de bunlardı. 3 Dokuzuncu madde: Dua mırıldanmak. Bugüne kadar bilinen bütün saldırılar dinden esinlenmiş, dinle motive edilmiş, dini değer taşımış veya dini niteliklere sahip olmuştu. Neredeyse tamamı da İslam dini için yapılmıştı. Ve Müslümanların toplum içinde dua etme alışkanlığı vardır. Sağ kalan tanıkların ifadeleri, formülümsü uzun tekerlemelerin az ya da çok duyulabilir bir şekilde ama mutlak surette dudaklar kımıldatılarak sonsuz kere tekrar edildiğini ortaya koyuyor. Dört numaralı yolcu kesinlikle bunu yapıyordu. Sabit bakışlarının altında dudakları, nefes nefese, yirmi saniyede bir ritüelimsi bir şekilde aynı şeyleri tekrarlıyordu. Belki kendini şimdiden diğer tarafta tanışmayı beklediği hangi tanrıysa ona tanıtıyordu. Belki kendini gerçekten diğer tarafın ve bir tanrının varlığına ikna etmeye çalışıyordu. Tren 23. Sokak’ta durdu. Kapılar açıldı. Kimse inmedi. Kimse binmedi. Platformun üzerindeki kırmızı çıkış işaretlerini gördüm: 22. Sokak ve Park, kuzeybatı köşesi ile 23- Sokak ve Park, güneybatı köşesi. Manhattan’ın sıradan kaldırımları aniden çok çekici gelmeye başlamıştı. Koltuğumda kaldım. Kapılar kapandı. Tren hareket etti. Onuncu madde: Büyük bir çanta. Dinamit dengeli bir patlayıcıdır, taze olduğu sürece. Kaza eseri patlamaz. İnfilak fitiliyle ateşlenmesi gerekir. İnfilak fitilleri, detonatör kablosuyla elektrik kaynağına ve tetiğe bağlıdır. Vahşi Batı filmlerinde gördüğünüz tulumba silindirleri bunların hepsini sağlar. Tutma yerinin ucu, tıpkı arazi telefonları gibi dinamonun içine girer ve elektrik devresi tamamlandığında bomba tetiklenmiş olur. Ama taşımak için pratik değildir. Taşınabilir kullanım için bataryaya ihtiyacınız vardır. Ve düz bağlanmış patlayıcılar için voltlar ve amperler gerekir. Küçük AA piller zayıf bir voltaj verir. Geçerli fizik kanunlarına göre bu voltaj yeterli değildir. Dokuz voltluk batarya daha iyidir ve eğer doğru düzgün bir patlama istiyorsanız, büyük fenerlerde kullanılan konserve kutusu büyüklüğündeki pilleri kullanmayı tercih edersiniz. Bunlar cebe sığmayacak kadar büyük ve ağır oldukları için çantaya ihtiyaç vardır. Batarya çantanın dibinde durur, ondan çıkan kablolar tetiğe uzanır ve ardından çantanın arkasından uzanan, göze çarpmayan bir kablo aracılığıyla mevsime kesinlikle uygun olmayan giysinin kenarından bombaya bağlanır. Dört numaralı yolcu şehirli tarzında, siyah kanvas bir postacı çantası taşıyordu. Sapı bir omzunun önünden diğerinin arkasına uzanan çantayı sıkı sıkı tutuyordu. Kumaşın kıvrılış ve büzülüş biçimi tek bir ağır eşya dışında boş görünmesine yol açıyordu. Tren 28. Sokak’ta durdu. Kapılar açıldı. Kimse binmedi. Kimse inmedi. Kapılar kapandı ve tren hareket etti. On birinci madde: Eller çantanın içinde. Yirmi yıl önce on birinci madde henüz yapılmış bir eklemeydi. Daha önceleri liste onuncu maddede bitiyordu. Ama her şey değişir, gelişir. Etki ve ardından gelen tepki. İsrail güvenlik kuvvetleri ve halktan bazı cesur kimseler, intihar bombacılarını durdurmak için bir taktik geliştirmişti. Şüpheleriniz arttığında kaçmıyordunuz. Zaten kaçmanın bir anlamı olmazdı. Şarapnelden hızlı koşamazsınız. Bunun yerine, kabaca ve sertçe şüpheliye sarılıyordunuz. Böylece kollarını vücudunun iki yanına çiviliyor, bombayı patlatacak düğmeye ulaşmasını engelliyordunuz. Pek çok saldırı bu şekilde durduruldu. Pek çok hayat kurtarıldı. Ama bunun üzerine bombacılar da kendini geliştirdi. Artık onlara her zaman parmaklarını ateşleme düğmesinin üzerinde tutmaları öğretiliyor. Sarılışı işe yaramaz kılmanın en pratik yolu bu. Düğme çantanın içinde, bataryanın yanında. Bu yüzden eller çantanın içinde. Dört numaralı yolcunun elleri çantasının içindeydi. Çantanın bileklerinin arasında kalan kısmı katlanıp buruşmuştu. Tren 33- Sokak’ta durdu. Kapılar açıldı. Kimse inmedi. Platformdaki tek yolcu bir an tereddüt ettikten sonra sağa yürüyüp bir sonraki vagona bindi. Başımı çevirip kafamın arkasındaki küçük pencereden baktım ve kadının bana yakın bir koltuğa geçtiğini gördüm. İki çelik parça ve onları birleştiren boşluk. Elimi sallayarak onu uzaklaştırmak iste dim. İçinde bulunduğu vagonun diğer ucuna geçerse hayatta kalabilirdi. Ama el sallamadım. Göz temasımız da olmadı, Zaten beni görmezden gelirdi. New York’u bilirim. Gece trenlerinde yapılan delice hareketleri kimse umursamaz. Kapılar normalden bir kalp atışı daha uzun süre açık kaldı. Delice bir an, herkesi dışarı çıkarmayı denesem mi diye düşündüm. Ama yapmadım. Tam bir komedi olurdu. Şaşkınlık, olan biteni kavrayamama ve belki aynı dili konuşmamaktan doğan engeller. Bombanın îspanyolcasını bildiğime emin değildim. Belki o da bombaydı. Yoksa ‘bomba’ İspan- yolcada ampul mü demekti? Ampullerle ilgili bağırıp çağıran deli bir adamın kimseye yararı olmazdı. Hayır, ampul ‘bombilla’ydı diye düşündüm. Belki. Büyük ihtimalle. Ama kesinlikle hiçbir Balkan dilini bilmiyordum. Ve hiçbir Batı Afrika dilini de bilmiyordum. Gerçi belki şu elbiseli kadın Fransızca konuşuyordu. Batı Afrika’nın bir kısmı Fransız sömürgesi. Ve ben de Fransızca konuşabiliyorum. Une bombe. La femme la-bas a une bombe sous son man-teau. Oradaki kadının kabanının altında bir bomba var. Elbiseli kadın beni anlayabilirdi ya da bir şekilde mesajı alır ve peşimizden dışarı çıkardı. Eğer zamanında uyanabilirse. Eğer gözlerini açarsa. Sonunda koltuğumda oturmakla yetindim. Kapılar kapandı. Tren hareket etti. Dört numaralı yolcuya baktım. Soluk, cılız başparmağını gizli düğmenin üzerinde hayal ettim. Düğme, büyük ihtimalle Radio Shack gibi sıradan bir elektronik dükkanından alınmıştı. Masum bir bileşen. Bir buçuk dolar tutmuştur. Birbirine giren kabloları hayal ettim. Kırmızı ve siyah, bantlan-mış ve kıvrılmış ve birbirine karışmış. İnce detonatör kablosu çantadan çıkıp kabanın altına girmiş, patlayıcıların kenarında, iki paralel sıra halinde uzanan on iki ya da yirmi parça başlatıcıyı birbirine bağlıyor. Elektrik neredeyse ışık hızıyla hareket eder. Dinamit inanılmaz güçlüdür. Metro vagonu gibi kapalı bir alanda sadece basınç dalgası bile hepimizi hamura çevirmeye yeter. Çiviler ya da bilyeler tamamen gereksiz. Dondurmaya saplanan kurşunlar gibi. Çok azımız hayatta kalabiliriz. Kemiklerimiz üzüm tanesi büyüklüğünde ufalanır. Büyük ihtimalle sadece orta kulaktaki örs ve üzengi patlamadan etkilenmez. Onlar insan vücudundaki en küçük kemikler ve bu yüzden istatistiksel olarak şarapnel yağmurundan kurtulma şansları en yüksek olanlar. Kadına baktım. Ona ulaşmanın, onu durdurmanın yolu yoktu. En az on metre uzaktaydım. Parmağı çoktan düğmenin üzerindeydi. Ucuz pirinç bağlantı noktalan birbirinden birkaç santim uzaklıkta olmalıydı. O küçük açıklık, belki de kadının kalbi çarpıp kolu titredikçe düzenli olarak daralıp genişliyordu. Kadın gitmeye hazırdı. Ben değildim. Tren her zamanki gürültü karmaşasıyla ileri atıldı. Tünelin içine dolan havanın uğultusu, demir çubuklar arasında ki eklenti yerlerinin takırtıları ve tıkırtıları, elektrik devrelerinin raylar üzerinde çıkardığı cızırtı, motorların homurtusu, birbiri ardına dizilmiş vagonların virajlarda birbirlerine dokunmalarından doğan garip ses ve tekerleklerin kenarlarının çıkardığı sürtünme sesi. Hedefi neydi, nereye gidiyordu? Altı numaralı metro treni neyin altından geçiyordu?

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir