Lee Child – Kaybedecek Bir Şey Yok

Bundan çok daha şiddetli sıcaklara alışkındı. Ama o kadar uzun süredir güneşin altında dolaşıyordu ki başı dönmeye ve kafası karışmaya başlamıştı. Çok güçsüzdü. Yetmiş iki saattir yemek yememiş, kırk sekiz saattir su içmemişti. Hayır, güçsüz değildi. Ölüyordu ve bunun farkındaydı. Zihnindeki görüntüler birbirine karıştı. Nehrin akıntısına kapılmış bir kayık, çürümüş halatlarını çekiştirip koparıyor ve özgür kalıyordu. Her şeyi, botun içindeki küçük çocuğun gözünden görüyordu. Ufaklık çaresizlik içinde, gittikçe küçülen rıhtıma bakıyordu. Ya da kendini rüzgara kaptırmış bir uçaktaydı. Tüm ağırlıklarından kurtulmuşçasına gittikçe yükseliyordu, içerideki çocuk, yerde oradan oraya hareket eden minik insancıklara bakıp el sallıyordu. Başları yukarıda, kendisini izleyenlerime yüzleri endişeyle kasılmıştı. Sonra görüntüler kaybolup gitti. Artık kelimeler daha önemliydi.


Bu çok saçmaydı, çünkü daha önce kelimeler hiç ilgisini çekmemişti. Ama ölmeden önce, hangi sözcüklerin kendisine ait olduğunu bilmek istiyordu. Hangileri ona uygundu? O, çocuk muydu, yetişkin mi? Her iki şekilde de tasvir edilmişti. Erkek ol, demişti biri zamaında. Diğeri daha ısrarcıydı: Artık çocuk değilsin! Oy verecek, öldürecek ve ölecek kadar büyüdüğüne göre yetişkin sayılırdı. Ama yasalara göre içki içmek için çok gençti. Demek ki hala çocuktu. Cesur muydu yoksa korkak mı? Her ikisi de kendisine yakıştırılmış«. Ona kaçık, rahatsız, sorunlu, dengesiz, deli denmiş, hayal gördüğü, travma geçirdiği söylenmişti. Kaçık hariç kendisine söylenenlerin hepsini kabullenmişti. Aklını kaçırmış mıydı sahi? Nereden kaçmıştı aklı? Kapıdan mı? Belki insanlar kapının ta ken-disiydi. Belki her şey onların içinden geçip gidiyordu. Uzun süre bu soruyu düşündü ve umutsuzca havayı yumrukladı. Hareketleri esrardan kafayı bulmuş gençlerinkini andırıyordu. Bundan bir buçuk yıl önce kendisi de onlardan biriydi.

Dizlerinin üstüne çöktü. Kum, umduğu kadar sıcak değildi. Yine de üşümesini geçirmeye yetti. Yorgunluktan harap düşmüş halde yere kapaklandı. Gözlerini yumarsa bir daha asla açamayacağını adı gibi biliyordu. Ama yorgundu. Çok, çok yorgun. Bir yetişkinin ya da çocuğun asla yorulamayacağı kadar. Gözlerini kapadı. IKI Umut anlamına gelen Hope ve umutsuzluk anlamına gelen Despair arasındaki sınır otobanın ortasında, bir kasabanın bitip diğerinin başladığı yerde bir çizgiden ibaretti. Hope’un karayolları müdürlüğü yolu kalın ve muntazam bir asfalt tabakasıyla kaplamıştı. Despair Kasabası’ndakiler belli ki daha düşük bir bütçeye sahipti. Engebeli patikaya sıcak katran dökülmüş, üzerine mıcır serpilerek öylece bırakılmıştı. İki yüzeyin birleştiği yerde, bir santimetre kalınlığında, kauçuğum-su siyah bir maddeyle kaplı sahipsiz alan meydana gelmişti. Bir yama.

Bir hudut. Bir çizgi. Jack Reacher sınırın üstüne basıp geçti ve yürümeyi sürdürdü. Dikkat bile etmedi. Ama daha sonra o çizgiyi bütün detaylarıyla hatırladı. Hope ve Despair, Colorado’daydı. Reacher da Colorado’daydı çünkü iki gün önce Kansas’tan geçmişti ve Colorado, Kansas’ın hemen yanındaydı. Batıya ve güneye doğru ilerliyordu. Maine eyaletindeki Calais Kasabası’ndayken ülkeyi çaprazlamasına geçmeye ve San Diego, California’ya kadar inmeye karar vermişti. Calais kuzeydoğudaki, San Diego güneybatıdaki son büyük yerleşim bölgesiydi. Bir uçtan diğerine. Atlantik’ten Pasifik’e, soğuk ve nemliden sıcak ve kuruya. Otobüse bindi, otostop çekti. Hiçbirini bulamadığında yürüdü. Hope’a, bir düğme satıcısının cam yeşili Mercury Grand Marquis’sinin yolcu koltuğunda varmıştı.

Hope’tan yayan ayrılıyordu, çünkü o sabah batıya, Despair yönüne giden hiç araç yoktu. Daha sonra bunu da hatırlayacak ve nasıl dikkatini çekmediğini düşünecekti. Çapraz rota göz önünde bulundurulursa biraz rotasından sapmıştı. En uygunu doğrudan güneybatıyı, New Meksiko’yu hedef almaktı ama planlara sadık kalmayı sevmezdi. Grand Marquis rahat arabaydı ve onu kullanan yaşlı adam üç torununu görmek için Hope’a gitmeyi kafaya takmıştı. Sonra diğer dört torununu ziyaret etmek üzere Denver’a geçecekti, önce batıya, sonra güneye gidecek şekilde zikzak çizmenin fazla zaman kaybı yaratmayacağına kanaat getiren Reacher, sabırla yaşlı adamın aile hikayelerini dinlemişti. Belki bu yol daha eğlenceliydi. Hope’a vardığında haritaya bakmış ve yirmi yedi kilometre batıdaki Despair’i görünce yolu biraz daha dolandırma içgüdüsüne karşı koyamamıştı. Hayatında birkaç kez sembolik de olsa bu yolu katetmiş, umuttan yeise geçmişti. Şimdi fırsat ayağına gelmişken gerçeğini yapabilirdi. Bu hevesi de daha sonra hatırladı. İki kasaba arasındaki yol dümdüz ve iki şeridiydi. Batıya doğru hafif bir eğim kazanıyordu, öyle çarpıcı bir şey değildi. Batı Colorado’nun Reacher’ın bulunduğu kısmı genelde düzdü. Kansas gibi.

Ama uzaktaki mavi ve dumanlı, dev Rocky Dağları seçilebiliyordu. Çok yakınmış gibi görünüyor, sonra birden uzaklaşıyordu sanki. Reacher yolun eğimine dayandı ve birden, neden kasabalardan birine Hope, diğerine Despair dendiğini kavrayarak durdu. Kendisinden yüz elli yıl önce batıya giden ilk yerleşimciler, ileride Hope adını alacak kasabada mola vermiş ve önlerindeki son engele çok yaklaştıklarını düşünmüştü. Derken bir gün, bir hafta, bir ay dinlendikten sonra aynı yokuşu tırmanmış, Rocky Dağlarının yakın görünmesinin topografınin zalim bir şakası olduğunu keşfetmişlerdi. Göz yanılmasıydı. Işık oyunu. Yokuşun tepesine gelindiğinde dağ sırası yeniden uzaklaşıyor, neredeyse ulaşılamaz bir mesafede kalıyordu. Belki bin beş yüz kilometre daha gidecekti ama bu da bir aldatmaydı. Reacher, ilk tepelerin üç yüz kilometre ileride başladığını tahmin ediyordu. Vahşi doğada yayan ve katırların çektiği arabalar eşliğinde yapılacak bir aylık zorlu bir tırmanış anlamına geliyordu bu. Yanlış mevsimde, belki altı hafta. Bir felaket değildi ama ufuktaki bu anlık değişimin, hayalkırıklığı yarattığı kesindi. Sabırsız yerleşimcileri umuttan yeise sürükleyecek bir darbeydi. Reacher, Despair’in çakıllı yolundan çıkıp kenardaki kumluk alana geçti.

Araba büyüklüğündeki kayaya doğru ilerleyip üzerine çıktı. Elini yüzüne siper ederek başını havaya kaldırdı. Soluk mavi gökyüzü, uçak izlerini andıran tüyümsü bulutlarla kaplıydı. Eskiden olsa, vakit öldürmek için bir sigara yakardı ama artık içmiyordu. Sigara içmek, yanında en az bir paket sigara ve kibrit bulundurmak demekti. Oysa Reacher, ihtiyaç duymadığı şeyleri taşımayı uzun zaman önce bırakmıştı. Ceplerinde para, tarihi geçmiş bir pasaport, banka kartı ve kadanabilir diş fırçası dışında bir şey yoktu. Başka yerde onu bekleyen eşyası da bulunmuyordu. Ne uzak bir şehirdeki depoya bırakılmış ne de arkadaşlara emanet edilmiş eşyaları vardı. Yalnızca ceplerindekilere, üzerindeki giysilere ve ayağındaki ayakkabılara sahipti. Hepsi buydu ve yeterliydi. Gerekli her şey ve gereksiz hiçbir şey. Reacher, kayanın en yüksek noktasına gidip parmak ucunda durdu. Arkasında, doğudaki belki on altı kilometre çaplı sığ çukurun merkezinde, Hope Kasabası vardı. On, on iki kilometre kadar gerideydi.

Tuğla binalar ve etrafa dağılmış evler. Çiftlikler, ahırlar, ahşaptan ve saçtan yapılar. Hepsi sisin içinde bir leke gibi görünüyordu, önünde, batıdaysa binlerce kilometrelik çöl uzanıyordu. İlerideki yollar ve on kilometre ötedeki Despair Kasabası dışında bomboştu. Despair’i görmek, Hope’u görmekten zordu. Batıda sis daha yoğundu. Detaylar anlaşılmıyordu ama kasaba Hope’tan büyük görünüyordu. Yağmur damlası şeklindeydi. Güneyindeki otlakları, endüstri bölgesine benzeyen alan takip ediyordu. İşte size sisin nedeni. Despair’in, Hope’a kıyasla daha tatsız bir görüntüsü vardı. Hope sıcakken, Despair soğuktu. Hope yeşilken Despair griydi. Hiç de misafirperver durmuyordu. Reacher geri dönmeyi düşündü.

Hope’a gidip asıl rotasına dönebilirdi. Bu fikri daha şekillenmeden zihninden attı. Reacher geri dönmekten nefret ederdi. Her şartta ilerlemeyi tercih edenlerdendi. Yola devam. Herkesin hayatını düzenleyecek prensiplere ihtiyacı vardı. Durmaksızın ilerlemek de Reacher’ınkiydi. Bu kadar sabit fikirli olduğu için bazen kendisine kızıyordu. Kayadan indi ve kumu çaprazlamasına geçip yeniden yola çıktı. Sol tarafa geçip ilerlemeye başladı. Uzun adımlar, saatte beş kilometreden biraz daha hızlı, rahat bir ritim, gelen trafiğe dönük, güvenli bir şekilde. Her iki yönden de kimse gelip gitmiyordu. Yol bomboştu. Hiçbir araç tarafından kullanılmıyordu. Ne araba vardı ne de kamyon.

Sıfır. Otostop şansı yoktu. Reacher duruma biraz şaşırsa da endişelenmek için bir neden görmedi. Hayatında pek çok kez otuz kilometreden daha uzun mesafeleri yürüyerek aşması gerekmişti. Alnına dökülen saçları geriye itip omzuna yapışan gömleği çekiştirdi. Önünde kendisini bekleyen her neyse ona doğru ilerlemeyi sürdürdü. UÇ Kasabanın en uç noktasında bomboş bir arazi vardı. Belki yirmi yıl önce bir şeyler yapılması planlanmış ama proje asla hayata geçirilmediği için belli ki öylece kalmıştı. Ardından eski bir araba tamirhanesi geliyordu. Kepenkleri kapalıydı, tamamen terkedildiği ortadaydı. Sokağın diğer tarafında, elli metre batıda bir benzin istasyonu göze çarpıyordu. İki eski pompa. Reacher m, Edward Hopper’ın resimlerinde gördüğü ve artık ancak taşrada rastlayabile ceğiniz türde antikalardan değillerdi ama birkaç kuşak öncesinden kalmay dılar. Arka tarafta pencereleri kirle kaplı bir kulübe vardı. Reacher aradaki mesafeyi aşıp başını kulübenin kapısından içeri uzattı.

İçerisi karanlıktı ve katran ruhu kokuyordu. Tezgahın arkasında, üzeri yağ lekeleriyle kaplı, lacivert tulumlu bir adam duruyordu. Otuzlu yaşlarında, zayıf biriydi. Kahve var mı? diye sordu Reacher adama. Burası benzin istasyonu, diye karşılık verdi adam. Benzin istasyonlarında kahve satılır, dedi Reacher. Su ve gazoz da satılır. Bu istasyonda değil, diye tersledi adam. Biz sadece benzin satıyoruz. Ve yağ. Eğer istiyorsan. Kasabada kahve içebileceğim bir yer yar mı? Bir restoran var. Sadece bir tane mi? Birden fazla restorana ihtiyacımız yok. Reacher gün ışığına geri dönüp yürümeyi sürdürdü. Batıda, yolun yüz metre ilerisinde, iki tarafta kaldırım başlıyor, tabelaya bakılırsa Anayol adındaki caddeye bağlanıyordu.

Anayol girişinin on metre ilerisindeyse ilk bloklar görünüyordu. İlk bina tuğladan yapılma sevimsiz bir yapıydı. Üç katlıydı ve sokağın sol tarafındaydı. insanda bir zamanlar manifaturacı olduğu izlenimi bırakıyordu. Bir tür perakendeciydi. Reacher tozlu pencerelerden içerideki üç müşteriyi, kumaş yığınlarını ve yerdeki plastik eşyaları gördü. Perakendecinin yanında, bir öncekinin aynısı üç katlı başka bir bina vardı ve bir tane daha ve bir tane daha. Kasaba merkezi on iki blokluk bir alandan ibaret gibi görünüyordu. Yapılar çoğunlukla Anayol’un güneyine yığılmıştı. Reacher mimari konusunda uzman sayılmazdı. Mississippi’nin iyice batısında olduklarının farkındaydı ama kasabanın Connecticut’taki fabrika bölgelerini veya Cincinnati’nin nehir yakasını anımsatan bir havası vardı. Sade, ciddi, süssüz ve modası geçmişti. Reacher, küçük kasabaların Amerika’sını anlatan, gerçeğine nazaran biraz daha renkli, biraz daha mükemmel film sederi görmüştü. Burası onların tam zıttıydı. Sanki tasarım ekibi kasabayı olması gerekenden daha karanlık ve kasvetli bir yer haline getirmek için elinden geleni yapmıştı.

Trafik yok denecek kadar azdı. Sedanlarla kamyonlar yavaş ve tembel hareketlerle ilerliyordu. Aralarından en yenisi en az üç yıllıktı. Kaldırımdaysa çok az yaya vardı. Reacher sola sapan sokaklardan birine girdi ve bahsi geçen restoranı aramaya koyuldu. Bulana kadar on iki blokluk alanın dörtte birini dolaşıp bakkalı, berberi, barı ve pansiyonu geçmesi gerekti. Restoran diğerleri gibi iç karartıcı tuğla bir binanın alt katının tamamını kaplıyordu. Yüksek tavanlı, büyük pencereli bir mekandı. Muhtemelen geçmişte otomobil galerisi olarak kullanılmıştı. Yer parke kaplıydı, masalar ve iskemleler sade ahşaptandı. İçerisi haşlanmış sebze kokuyordu. Girişe yerleştirilmiş karşılama masasının yanındaki tabelada Lütfen oturtulmayı bekleyin, yazıyordu. Ülkenin her tarafında görülen tabelaların aynısıydı. Bir yerlerde bu yazılardan milyonlarca üreten bir şirket olmalıydı. Reacher, aynı yazıdan Calais, Maine’de görmüştü ve San Diego, California’da da göreceğini biliyordu.

Durup bekledi. Ve bekledi. On bir müşteri yemek yiyordu. Üç çift, bir üçlü ve iki yalnız insan. Tek garson. Başka kimse yoktu. Karşılama masasına bakan kimse de görünmüyordu. Sıradışı bir durum değildi. Reacher buna benzer binlerce yerde yemek yemişti ve bu tür mekanların aşağı yukarı nasıl bir ritimle işlediğini biliyordu. Tek başına çalışan garson az sonra onu süzecek ve Birazdan sizinle ilgileneceğim dercesine başını sallayacaktı. Ardından birinin siparişini alacak, bir yemeği teslim edecek ve ortalığa göz gezdirdikten sonra, belki alnına düşen bir tutam saçı kulağının arkasına sıkıştırıp yüzünde yarı özür, yarı anlayış çağrısı bir ifadeyle Reacher’ın yanına gelecekti. Raftan bir mönü alıp onu masalardan birine oturtacak, diğerleriyle ilgilenmeye dönecek ve sonra gelip siparişini alacaktı. Ama kız bunların hiçbirini yapmadı. Reacher’ı süzdü. Başını sallamadı.

Uzun süre ona baktıktan sonra bakışlarını kaçırdı. İşine devam etti. Hoş fazla bir şey yaptığı da söylenemezdi. On bir müşterisinin de isteklerini yerine getirmişti. Kendine iş yaratıyordu. Masaların başında duruyor, her şeyin yolunda olup olmadığını soruyor ve daha bir parmak içilmiş kahve bardaklarını yeniden dolduruyordu. Re-acher dönüp çalışma saatleriyle ilgili bir detayı kaçırıp kaçırmadığını görmek için cam kapıyı inceledi. Mekan kapanmak üzere değildi. Camdaki yansımasına bakıp giysilerinin ortama uyup uymadığını kontrol etti. Hayır, kıyafeti gayet uygundu. Koyu gri pantolon ve aynı renkte gömlek giymişti. İkisini de iki gün önce Kansas’ta işçi malzemeleri satan bir dükkandan almıştı. Bu dükkanlar son keşfiydi. Uygun fiyata, sade ve sağlam giysiler satılıyordu. Mükemmel.

Saçları kısa ve düzgündü. Daha önceki gün tıraş olmuştu. Fermuarı açık değildi. Beklemeye devam etti. Müşteriler teker teker dönüp ona baktılar. İncelediklerini saklamaya gerek duymaksızın Reacher’ı süzdükten sonra yemeklerine geri döndüler. Garson bir kere daha masalar arasında ağır bir tur attı. Kendisi dışında herkesle ilgilendi. Reacher yerinden kımıldamayıp zihninde durumu değerlendirdi ve neler olduğunu anlamaya çalıştı. Sabrı tükenmişti. Tabelayı geçip salona girdi. Dört kişilik bir masaya oturdu, iskemlesini gıcırdattı ve rahat bir pozisyon seçti. Garson onun yerleşmesini izledikten sonra mutfağa gitti. Bir daha geri dönmedi. Reacher oturup bekledi.

Mekan sessizdi. Kimse konuşmuyordu. Çatal bıçağın tabaklara çarparken çıkardığı sesler, insanların yemeklerini çiğneyişi, kalkıp inen kaplardan gelen seramik tıkırtısı ve iskemlelerin hareket eden vücudarın ağırlığı altında ezilen bacaklarının gıcırtısı dışında en ufak bir ses yok. Bu küçük sesler birleşip parkelerde yankılanıyor ve katlanılmaz bir gürültüye yol açıyordu. Neredeyse on dakika boyunca hiçbir şey olmadı. Ardından kapının önüne br kamyonet yanaştı. Araçtan inen dört adam kaldırıma dizildi. Kısa bir duraklamadan sonra içeri girdiler. Gözleriyle içeriyi taradılar ve hedeflerini buldular. Doğrudan Reacher’ın masasına yöneldiler. Üçü boş iskemlelere oturdu ve dördüncü de masanın başında dikilip Reacher’ın çıkış yolunu kesti. DORT Dört adam da iri yarıydı. En kısası en az bir seksen boyundaydı ve en hafifi ortalama 100 kiloydu. Hepsinin elinde ceviz saplı muştalar vardı. Bilekleri kalın, kolları kaslıydı.

ikisinin burnunun önceden kırıldığı belliydi ve hiçbirinin dişleri sağlam değildi. Hepsi solgun ve biraz sağlıksız görünüyordu Adamlar pislik içindeydi. Tenleri metalimsi bir parıltıya sahip, gri tozla kaplıydı. Üzerlerinde kolları dirseklerine kadar kıvrılmış, kanvas iş gömlekleri vardı. Yaşları otuzla kırk arasındaydı. Dördü de belalı görünüyordu. Bana eşlik edecek birini istemiyorum, dedi Reacher. Tek başıma yemekten hoşlanırım. Masanın başında duran adam dördü içinde belki on santimetre ve beş kilo farkla en irisiydi. Yemek yeme şansın olmayacak, dedi. Öyle mi? diye sordu Reacher. En azından burada değil. Kasabadaki tek restoran burasıymış. Öyle. Tamam o zaman.

Gitmen gerek. Gitmek mi? Buradan gitmen gerek. Nereye? Bu restorandan dışarı. Nedenini söylemeyecek misin? Biz burada yabancıları sevmeyiz. Yabancıları ben de sevmem, dedi Reacher, ama bir yerde yemem gerek. Yoksa heder olur ve sizin gibi çırpıya dönerim. Komik adam. Ne görüyorsam onu söylüyorum, dedi Reacher ve dirseklerini masaya yasladı. Adamların en irisinden on beş kilo daha ağır ve en az üç santimetre daha uzundu. Dövüş konusunda hepsinden daha deneyimli olduğuna bahse girmeye hazırdı, hatta dördünün toplamından. Ama iş oraya varırsa kendi 125 kiloluk vücudu onların birlikte hareket eden 450 kilosuyla çarpışmak zorunda kalacaktı. Bahisler onun lehine sayılmazdı. Ama Reacher geri adım atmaktan nefret ederdi. Seni burada istemiyoruz, dedi ayaktaki adam. Ne istediğiniz umurumda mı sizce? dedi Reacher.

Burada sana servis yapılmayacak. Yapılmayacak mı? Hiç şansın yok. öyleyse benim yerime sen sipariş verebilirsin. Ya sonra? Sonra ben sana getirdikleri öğle yemeğini yerim. Komik adam, dedi ayaktaki yeniden. Şimdi gitmen gerekiyor. Neden? Git, işte. isimleriniz nedir, dostum? diye sordu Reacher. Seni ilgilendirmez. Gitmen gerekiyor. Gitmemi isteyen sizsiniz. Bunu restoranın sahibinden duymak istiyorum, sizden değil. Bunu ayarlayabiliriz. Ayaktaki, başıyla oturanlardan birine işaret ettiğinde adam kalkıp mutfağa yöneldi. Uzunca bir sürenin ardından lekeli önlüklü bir adamla geri döndü.

Önlüklü adam ellerini bulaşık havlusuna silmekle meşguldü. Endişeli ya da rahatsız görünmüyordu. Reacher’ın masasına doğru ilerledi. Restoranımı terketmeni istiyorum. Neden? diye sordu Reacher. Gerekçelerimi açıklamak zorunda değilim. Restoranın sahibi misin? Evet, öyleyim. Kahvemi içtikten sonra giderim, dedi Reacher. Şimdi gideceksin. Sütsüz. Şekersiz. Bela istemiyorum. Başın zaten belada. Eğer kahvemi getirirsen buradan çıkıp giderim. Getirmezsen bu herifler beni dışarı atmaya kalkışabilir ve sen de günün kalanını yerdeki kan lekelerini temizlemekle geçirirsin.

Yarın da kırılan masa ve iskemlelerin yerine yenilerini alırsın. Önlüklü adam hiçbir şey söylemedi. Sütsüz, şekersiz, dedi Reacher önlüklü adam bir dakikadan biraz daha uzun süre düşündü ve mutfağa döndü. iki dakika sonra garson elinde tek bir fincanla geri döndü ve Reacher’ın önüne koydu. Fincanı öyle sert bir tavırla masaya bırakmıştı ki kahvenin bir kısmı tabağa döküldü. Tadını çıkarın, dedi kız. Reacher fincanı kaldırıp altını gömleğinin koluna sildi. Tabaktaki kahveyi fincana geri döktü. Fincanı yeniden tabağa yerleştirip önünde ortaladı. Ardından fincanı yeniden kaldırdı ve bir yudum aldı. Fena değil, diye düşündü. Kahvenin tadı biraz yavandı, fazla kaynamıştı. Ama özünde sağlam bir ticari üründü. Çoğu yol kenarı lokantasının kahvesinden iyi, çoğu kahve dükka-nınınkinden kötüydü. Eğrinin tam ortasında.

Kalın porselen fincansa tam bir zevksizlik abidesiydi. içeceğin çok çabuk soğumasına yol açıyordu. Çok geniş, çok sığ, çok ağırdı. Reacher zarif Çin porselenlerinin hayranlarından değildi ama bir kabın içeceği doğru şekilde sunması gerektiğine inanırdı. Dört adam hala etrafındaydı. ikisi oturuyordu, ikisi ayaktaydı. Reacher onları görmezden gelip içmeyi sürdürdü, önce yavaş, kahve soğudukça daha hızlı. Fincandaki sıvıyı son yudumuna kadar içti ve fincanı tabağına bırakıp ikisini de masanın tam ortasına gelinceye kadar yavaş ve dikkatlice itti. Ardından sol kolunu hızla hareket ettirdi ve cebine uzandı. Dört adam da yerinden sıçradı. Reacher bir dolarlık banknotu çıkarip düzeltti ve fincan tabağının altına sıkıştırdı. Gidelim, dedi. Masanın başında duran adam kenara çekilip yolu açtı. Reacher iskemlesini arkaya ittirerek ayağa kalktı. On bir müşterinin on biri de onun hareketlerini izliyordu.

iskemleyi kenara çekti ve masanın etrafından dolanıp kapıya yöneldi. Dört adamın peşinden geldiğini hissedebiliyordu. Botlarının parke üzerinde çıkardığı sesleri duyabiliyordu. Masaların arasından rahat geçebilmek için tek sıra halinde ilerliyorlardı. Karşılama masasını ve tabelayı geçtiklerinde oda tamamen sessizdi. Reacher kapıyı ittirip dışarı, sokağa adım attı. Güneş hala tepedeydi ama hava soğumuştu. Karelere bölünmüş kaldırım betonarmeydi. Kareler arasında bir santimetrelik genleşme derzi vardı. Derzler siyah bir bileşimle doldurulmuştu. Reacher sola dönüp dört adım atarak kamyonetten uzaklaştı ve durdu. Arkasını dönüp öğleden sonra güneşini sırtına aldı. Güneş, önüne dizilen dört adamın gözlerine giriyordu. Restorandayken ayakta duran adam konuştu. Şimdi gitmen gerekiyor.

Restorandan çıkmam yetmedi mi? diye sordu Reacher. Kasabayi terket. Reacher hiçbir şey söylemedi. Sola dön ve dört blok boyunca Anayol’u takip et. Sonuna vardığında sola ya da sağa dön, batıya veya doğuya. Ne tarafa gittiğin bizi ilgilendirmiyor. Yürümeye devam et, yeter. Buralarda hala böyle şeyler yapıyor musunuz? diye sordu Reacher. Nasıl şeyler? İnsanları kasabadan sürmek gibi şeyler. Emin olabilirsin. Neden yaptığınızı sorsam? Sana açıklamak zorunda değiliz. Buraya yeni geldim, dedi Reacher. Yani? Yani kalıyorum. Sıranın sonundaki adam gömleğinin sıvalı kollarını dirseklerinin iyice üzerine çekti ve bir adım öne çıktı. Kırık burun, eksik diş.

Reacher adamın bileklerini inceledi. Bir insanın bileğinin kalınlığı, kaba kuvvetinin en güvenilir göstergesiydi. Bu adamın bilekleri yabani gül ağacından kalın, tomruktan inceydi. Ama gül ağacına değil tomruğa yakındı. Yanlış adama sataşıyorsunuz, dedi Reacher. O ana kadar bütün konuşmayı yapan adam karşılık verdi. Öyle mi dersin? Reacher başını salladı. Sizi uyarıyorum. Uzun yıllar önce anneme söz verdim. Ona sorarsanız, insanlara çekip gitme şansı vermem gerekiyormuş. Demek ana kuzususun. Adil oynamaktan yanaydı. Biz dört kişiyiz, sense tek başınasın. Reacher’ın elleri iki yanındaydı, rahattı, hafifçe bükülmüştü. Ayaklarını açmış, yere sağlam basıyordu.

Ayakkabılarının altındaki betonu hissedebiliyordu. Pürüzlüydü. On yıl kadar önce ilk döküldüğünde, kurumadan süpürgeyle süpürülmüştü. Sol elinin parmaklarını avucuna doğru büktü. Elini yavaşça, çok yavaşça kaldırdı. Dört adam onu izledi. Parmaklarını kapayış şekli elinde bir şey sakladığı izlenimi uyandırıyordu. Ama ne? Parmaklarını birden açtı. Hiçbir şey yoktu. O bir saniyelik süreçte kenara çekildi ve farkında olmadan öne çıkan adamlardan birinin çenesine yumruk yaptığı sağ eliyle bir aparkat indirdi. Adam kırık burnu yüzünden ağzından nefes alıyordu ve sert darbe çenesini çatırdatıp adamın havalanmasına ve neredeyse dik bir açıyla kaldırıma düşmesine yol açtı. Aynı ipleri kesilmiş bir kukla gibi. Daha yere düşmeden bilincini kaybetmişti. Şimdi geriye üç kişi kaldınız, dedi Reacher. Bense hala tek kişiyim.

Adamlar çok da amatör değildi. Hızlı hareket edip sağlam tepki verdiler. Geri çekilip yarım çember oluşturarak savunmaya geçtiler ve yumruklarını kaldırdılar. Hala çekip gitme şansınız var, dedi Reacher. Konuşkan olan, Hiç sanmıyorum, dedi. Benimle baş edecek kadar iyi değilsiniz. Az önce şansın yaver gitti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir