Lee Child – Düşman

Bir kalp krizi kadar tehlikeli. Belki de soluk almayı kesip boşluğa yuvarlanırken, zihnindeki paniğin son patlayışı gibi Ken Kramer’ın son sözleriydi bunlar. Olmaması gereken yerde, olmaması gereken kişiyle birlikteydi ve daha güvenli bir yerde saklamas ı gereken bir şeyi taşıyordu. Ama bunu başarıyordu. Oynuyordu ve kazanıyordu. Oyununa hâkimdi. Gülümsüyordu herhalde. Göğsünün içindeki ani gümbürtü kendisine ihanet edene kadar. Sonra her şey tersine dönmüştü. Başarı ani felaket oldu. Hiçbirim düzeltecek zamanı yoktu. Ölümle sonuçlanan kalp krizinin nasıl bir şey olduğunu kimse bilemez. Doktorlar nekrozdan, pıhtılardan, oksijen yoksunluğundan ve tıkanan damarlardan söz ederler. Hızlı yararsız kardiyak çırpıntısı tahmininde bulunurlar ya da hiçbir tahminde bulunmazlar. Enfarktüs ve fibrilas-yon gibi sözcükler kullanırlar ama bu terimlerin bizce bir anlamı yoktur.


Oysa söylemeleri gereken düşüp ölürsün olmalıydı. Ken Kramer da öyle oldu. Sırlarını yanında götürdü ve geride bıraktığı bela az daha beni de öldürüyordu. Ödünç olarak kullandığım büroda yalnızdım. Duvarda bir saat vardı. Saniye ibresi olmayan bir saat. Yalnızca akrep ve yelkovan. Elektrikli bir saat. Tıkırt ısı olmayan bir saat. Oda kadar sessiz. Yelkovanı dikkatle izliyordum. Kıpırdamıyordu. Bekledim. Kıpırdadı. Altı derece.

Hareketi mekanik ve kesindi. Bir kere atladı, hafifçe titredi ve durdu. Bir dakika. Biri gitti, biri kaldı. Altmış saniye daha. İzlemeye devam ettim. Saat uzun upuzun bir süre kıpırdamadı. Sonra yelkovan bir daha atladı. Bir altı derece daha, bir dakika daha, tam geceyarısı ve 1989, 1990 oldu. İskemlemi geri itip masanın ardında ayağa kalktım. Telefon çaldı. Biri bana mutlu yıllar dilemek istiyor diye dü şündüm. Ama öyle değildi. Sivil bir polis karargâhtan elli kilometre kadar ileride bir motelde ölü bir asker bulunduğunu bildiriyordu. “Askeri polis nöbetçi subayını istiyorum” dedi.

Masanın ardına oturdum yine. “Karşında” dedim. “Sizden biri elimizde, ölü.” “Bizden biri mi?” “Bir asker.” “Nerede?” “Kasabada motelde.” “Nasıl ölmüş?” diye sordum. “Kalp krizine benziyor.” Durakladım. Masanın üstündeki ordu malı takvimin yaprağını 31 Aralık’tan çevirip 1 Ocak yaptım. “Kuşkulu bir durum var mı?” dedim. “Öyle görünmüyor.” “Daha önce kalp krizi geçirmiş birini görmüş müydün?” “Hem de pek çok kez.” “Pekâlâ” dedim. “Karargâha bildir.” Telefon numarasını verdim.

“Mutlu Yıllar” dedim. “Buraya gelmen gerekmiyor mu?” diye sordu. “Hayır” dedim. Telefonu kapadım. Gitmem gerekmiyordu. Ordu büyük bir kurumdur, Detroit’ten biraz büyük, Dallas’tan biraz küçük ve ikisi kadar da ruhsuz. Halen 930.000 kadın ve erkek mensubu vardır ve onlar da genel Amerikan nüfusunu tam olarak temsil eder. Amerika’da ölüm oranı yılda 100.000’de 865’tir ve bir savaş olmadıkça askerler de sıradan insanlardan daha çabuk ya da daha yavaş ölmezler. Genelde nüfusun büyük bir kısmından daha genç ve daha sağlıklıdırlar ama daha çok sigara ve içki içerler, daha kötü beslenirler, daha çok baskı altındad ırlar ve eğitimlerde daha tehlikeli şeyler yaparlar. Bu yüzden yaşam beklentileri ortalamaya yaklaşır. Herkesle aynı hızda ölürler. Halen mevcut rakama göre bir orantı kurarsak her gün yirmi iki asker kaza, intihar, kalp hastalık-lan, kanser, akciğer hastalıkları, karaciğer yetmezliği, böbrek yetmezliğinden ölür. Tıpkı Detroit ya da Dallas’taki insanlar gibi.

O nedenle gitmem gerekmiyordu. Ben polisim, cenaze kaldırıcısı değil. Saatin yelkovanı bir daha sıçradı ve durdu. Geceyarısını üç dakika geçti. Yine telefon çaldı. Bana mutlu yıllar dilemek isteyen biriydi. Odas ı benimkinin dışında olan çavuş. “Mutlu Yıllar” dedi kadın. “Sana da” dedim. “Kalkıp da başını kapıdan içeri uzatamaz miydin?” “Sen başını dışarı uzatamaz miydin?” “Telefonda konuşuyordum.” “Kiminle?” “Önemli değil” dedim. “Zavallının biri yeni onyılı görememiş.” “Kahve ister misin?” “Neden olmasın? Tabii.” Telefonu kapad ım. O sırada alt ı yıldır bu işteydim ve beni devam etmem için mutlu k ilan şeylerden biri de asker kahvesiydi.

Kesinlikle dünyanın en iyisiydi. Çavuşlar da öyle. Bu, Kuzey Georgia’dan dağlı bir kadındı. Onu tanıyalı iki gün olmuştu. Kuzey Carolina’da bir yerde bir karavan parkında yaşıyordu. Bebek bir oğlu vardı. Çocuğundan çok söz etmişti ama bir koca hakkında bir şey duymuş değildim. Tamamen kemik ve sinirden yapılmıştı ve ağaçkakan dudakları kadar sertti ama benden hoşlanıyordu. Bunu bana kahve getirdiğinden anlamıştım. Senden hoşlanmazlarsa kahve getirmezlerdi. Onun yerine seni arkandan bıçaklarlardı. Kapım açıldı, kadın elinde iki kupayla içeri girdi, biri bana ve biri kendisine. “Mutlu Yıllar” dedim yine. Kadın iki kupayı da masamın üstüne bıraktı. “Öyle mi olacak?” dedi.

“Olmaması için bir neden yok” dedim. “Berlin Duvarı yarı yarıya indi. Dün televizyonda gördüm. Büyük bir parti veriyorlardı. ” “Biryerlerde birilerinin eğlendiğine sevindim.” “Çok kalabalıktı. Herkes şarkı söylüyor, dans ediyordu.” “Haberleri izlemedim.” “Altı saat kadar önceydi. Saat farkı yüzünden.” “Herhalde hâlâ devam ediyorlardır.” “Ellerinde balyozlar vardı.” “Oıılanı izin var. Onlar ın yarısı özgür şehir. Kırk beş yıl harcadık orasını öyle tutmak için.

” “Yakında hiç düşmanımız kalmayacak.” Kahveden bir yudum aldım. Sıcak, koyu, dünyanın en iyisi. “Biz kazandık” dedim. “Bu iyi bir şey değil mi?” “Eğer Sam Amca’nın verdiği aylığa kalmışsan, değil.” Benim gibi o da standart kamuflaj üniforması giyiyordu. Kolları gayet düzenli kıvrılmıştı. MP arması dümdüzdü. Çizmeleri parlıyordu. “Çöl üniforman var mı?” diye sordum. “Çöle hiç gitmedim” dedi. “Biçimini değiştirdiler. İri kahverengi lekeler koydular. Beş yıllık araştırmaymış. Piyadeler çikolata diyorlar.

İyi bir desen değil. Değiştirmek zorunda kalacaklar. Ama bunu akıl etmeleri için bir beş yılın daha geçmesi gerekecek sanırım. ” “Yani?” “Eğer bir kumaş desenini değiştirmeleri beş yıl sürerse, asker sayısını azaltana kadar çocuğun koleji bitirir. Yani kayg ılanmana gerek yok. ” Bana inanmamış gibi, “Tamam” dedi. “Peki, sence koleje gidebilecek mi?” “Onunla tanışmadım ki.” Buna karşılık vermedi. “Ordu değişiklikten nefret eder” dedim. “Ve her zaman düşmanımız olacaktır. ” Kadın bir şey demedi. Telefonum yine çaldı. Uzanıp açtı. On bir saniye kadar dinleyip bana uzattı. “Albay Garber, efendim” dedi.

“Washington’dan arıyor.” Soma kahvesini alıp odadan çıktı. Albay Garber benim patronumdu ama iyi bir insan olmasına rağmen yeni yıla girdiğimizin sekizinci dakikasında nazik olmak isteyecek biri değildi. Bazı subaylar bu gibi şeyleri yaparlardı. Büyük bayramlarda filan sanki arkadaşlarından biriymiş gibi davranırlardı. Ama Leon Garber bunu denemeyi dahi düşünecek biri değildi, hiç kimseyle ve hele de benimle. Benim burada olduğumu bilse bile. “Reacher” dedim. Uzun bir duraklama oldu. “Seni Panama’da sanıyordum.” “Emir aldım” dedim. “Panama’dan Fort Bird’e mi? Neden?” “Sormak bana düşmezdi.” “Ne zaman oldu bu iş?” “İki gün önce.” “Tekmeyi yedin desene.” “Öyle mi?” “Panama herhalde çok daha eğlenceliydi.

” “Zararsızd ı” dedim. “Ve seni daha şimdiden Yılbaşı gecesi nöbete koydular, ha?” “Ben gönüllü oldum. İnsanlara kendimi sevdirmeye çalışıyorum.” “Umutsuz bir iş” dedi. “Bir çavuş az önce bana kahve getirdi.” Durakladı. “Biri az önce bir moteldeki ölü bir asker için aradı mı?” “Sekiz dakika önce” dedim. “Merkeze bildirmesini söyledim.” “Onlar da başka birine aktardılar ve ben az önce bir partiyi yarıda bırakmak zorunda kaldım.” “Neden?” “Çünkü söz konusu asker iki yıldızlı bir generaldi. ” Bir sessizlik oldu. “Sormak aklıma gelmedi” dedim. Sessizlik devam etti. “Generaller de ölümlüdür” dedim. “Herkes gibi.

” Cevap yok. “Şüphe çekecek bir şey yoktu” dedim. “Yalnızca ölmüş. Kalp krizi. Herhalde gut hastalığı falan vardı. Heyecanlanacak bir neden görmedim.” “Bu bir şeref sorunu” dedi Garber. “İki yıldızlı bir generali bir tepki göstermeden öyle milletin önünde bırakamayız. Bir varlık göstermemiz gerek. ” “O da ben mi oluyorum?” “Başka birinin olmasını yeğlerdim. Ama bu gece herhalde dünyadaki tek ayık en yüksek rütbeli MP subayı sensin. Onun için evet, sen olacaksın.” “Oraya gitmem bir saati geçer.” “Adam bir yere gidecek değil. Ölü zaten.

Ayrıca henüz ayık bir adli tabip de bulamamışlar.” “Peki” dedim. “Kibar ol” dedi. Ben yine, “Peki” dedim. “Kibar ol” dedi. “Karargâh d ışında onlar ın elindeyiz. Sivillerin yetki alanı.” “Sivilleri tanırım” dedim. “Zamanında biriyle tanışmıştım.” “Ama kontrolü eline al” dedi. “Eğer kontrol gerekiyorsa.” “Herhalde yatağında ölmüştür” dedim. “Çoğu insan gibi.” “Gerektiği takdirde beni ara” dedi. “Güzel bir parti miydi?” “Mükemmel.

Kızım bizi ziyarete geldi. ” O telefonu kapayınca sivil polisi arayıp motelin ad ını ve adresini aldım. Sonra kahvemi içmeden bırakıp çavuşa durumu anlattım ve üstümü değiştirmek için odama gittim. Varlık gösterme Birinci Sınıf üniforma gerektirirdi, ormancı desenli kamuflaj üniforması değil. MP garajından bir Humvee aldım ve ana çıkış kap ısında kaydım yapıldı. Moteli elli dakika sonra buldum. Karanlık Kuzey Carolina kırsalında Fort Bird’ün elli kilometre kuzeyinde, alışveriş merkezleri ve ormanlar ve patates tarlaları olduğunu tahmin ettiğim karaltılar arasında bir yerdeydi. Buralar ı benim için yepyeniydi. Daha önce burada görevlendirilmi ş değildim. Yollar sakindi. Herkes evinde parti veriyordu. Hepsi de çıkıp evlerine dönmeye kalkışmadan Bird’de olacağımı umuyordum. Aslında sivil araçlar in ak ınına karşı bir Humvee sürme fikri de hoşuma gitmiyor değildi ya. Motel büyük otoyol kavşağında, karanlıkta birbirlerine yapışık gibi duran alçak ticari binaların bir parçasıydı. Ortada bir kamyon otoparkı vardı.

Bayramlarda da açık bir aşçı dükkânı ve on sekiz tekerlekli kamyonları bile alacak büyüklükte bir benzin istasyonu. Neon ışıklı ve penceresiz adsız bir tuğla yapı olan barın üstünde pembe neonla Egzotik Dansçılar yazılıydı ve arkasında bir futbol sahası büyüklüğünde bir otopark vardı. Yerler dizel yakıtı ve yağmur birikintileriyle leke lekeydi. Bardan gürültülü bir müzik sesi yayılıyordu. Çevresini üç sıra araba sarmıştı. Sokak lambalarından bütün mekân parıltılı bir kükürt sarısıyla boyanmış gibiydi. Hava soğuktu ve dalga dalga sis geliyordu. Motel benzin istasyonunun tam karşısındaydı. Yirmi odalık döküntü bir yer. Boyaları dökülmüştü. Boş görünüyordu. Sol uçta bir büro ve cazırt ılarla çalışan bir Coke makinesi görünüyordu. Birinci Soru: İki yıldızlı bir general neden böyle bir yere gelsindi? Bir Holiday Inn’de kalıyor olsaydı ölümünün soruşturulmayacağından hiç şüphem yoktu. Motelin sondan ikinci odas inin dışında rastgele park edilmiş iki polis arac inin arasında küçük bir otomobil vardı. Dört silindirli kırmızı bir Ford, incelmiş lastikler ve plastik tekerlek kapakları.

Kiralık bir araba olduğu kesindi. Humvee’yi sağdaki devriye aracının yanma çekip soğuk havaya çıktım. Karşıdan gelen müzik sesi daha gürültülüydü artık. Sondan bir önceki odanın ışığı kapalı, kap ısı açıktı. Polislerin oda ısısını düşürmeye çalıştıklarını tahmin ettim. Herifin çürümesini önlemek için. Adamı görmek için acele ediyordum. Daha önce ölü bir general görmemiştim. Polislerden üçü arabalarında kaldı, biri inip beni karşıladı. Kısa deri ceketinin fermuarını boğazına kadar çekmişti. Kasketi yoktu. Cekete iliştirilmiş armadan adının Stockton ve rütbesinin de komiser yardımcısı olduğunu öğrendim. Onu tanımıyordum. Daha önce orada hiç bulunmamıştım. Kır saçlı, elli yaşlarında, orta boylu, hafif kiloluydu ama benim ceketimdeki armalara bakışından çoğu polis gibi onun da eski bir asker olduğunu tahmin ettim.

Selamlaşmak yerine, “Binbaşı” dedi. Başımı sallad ım. Eski bir askerdi. Binbaşının apoleti sarı renkli bir çift meşe yaprağıdır. Bu herif bana aşağıdan ve yandan bakıyordu ki, bu hiç iyi olmayan bir görüş açısıydı. Ama o anlamıştı. Demek rütbelere aşinaydı. Sesini de tanımıştım. Saat geceyarısını beş saniye geçe beni arayan herifti. “Adım Rick Stockton” dedi. “Komiser Yardımcısı.” Sakindi. Daha önce de kalp krizi görmüştü. “Jack Reacher. Bu geceki nöbetçi subayı.

” O da sesimi tanıdı. Gülümsedi. “Demek sonunda gelmeye karar verdiniz. ” “Bana ölünün iki yıldızlı olduğunu söylememiştiniz.” “Eh, öyle işte.” “Daha önce hiç ölü bir general görmemiştim” dedim. “Gören de pek azdır” dedi. Söyleyişinden onun bir asker olduğunu anladım. “Karacı mı?” diye sordum. “Deniz Piyadesi” dedi. “Üst çavuş.” “Babam Deniz Piyadesi’ydi” dedim. Deniz Piyadeleri’yle konuşurken bunu özellikle söylerim. Bana bir tür genetik meşruluk sağlar. Beni boktan bir asker olarak görmelerini önler.

Ama bunu da belli bir belirsizlik içine gizlerim. Babamın yüzbaşı olduğunu söylemem onlara. Erlerle subayların bakış açıları farklıdır. “Humvee” dedi. Aracıma bakıyordu. “Memnun musun?” diye sordu. Başımı salladım. Humvee HMMWV’nin herkesçe kolay söylenebilen biçimiydi: High Mobility Multipurpose Wheeled Vehicle’m kısaltması. “Çok geniş” dedi. “Onu şehir içinde kullanmak istemezdim.” “Önünde tanklar olurdu” dedim. “Tanklar yol açarlardı. Sanırım özgün plan buydu.” Bardan hâlâ gürültü geliyordu. Stockton cevap vermedi.

“Şu ölüye bir bakalım” dedim. Stockton’un ardından içeri girdim. İç holü aydınlatan düğmeyi çevirdi. Sonra da bütün odayı aydınlatanı. Standart bir motel odası gördüm. Solda dolabı ve sağda banyosuyla bir metrelik bir hol. Sonra dört metreye beş metre bir oda ve banyo derinliğinde büyük bir yatak. Alçak tavan. Öteki uçta perdeli geniş bir pencere, altında duvara monte edilmiş bir klima cihazı. Odadaki her şey yorgun, eski ve kahverengiydi. Loş, nemli ve sefil bir görüntü. Yatağın üstünde bir ölü vardı. Çıplak ve yüzüstü yatmış. Beyaz, altmışına yakın, epey uzun boylu. Eski bir profesyonel atlet yapısı.

Belki antrenör. Adaleliydi ama ne kadar formda olsalar da bütün yaşlılarda görülen et taşmaları başlamıştı. Bacakları kılsız ve beyazdı. Eskiden kalma yara izleri. Kısa kesilmiş kır saçlar. Ensesi güneşte kalmaktan buruşmuş. Tam bir tipti. Yüz kişiye sorsan hepsi de bir bakışta asker derlerdi. “Böyle mi bulundu?” diye sordum. “Evet” dedi Stockton. İkinci soru: Nasıl? Bir adam bir geceliğine bir oda tutarsa en azından ertesi sabah oda hizmetçisi gelene kadar rahatsız edilmemeyi beklerdi. “Nasıl?” dedim. “Ne nasıl?” “Nasıl bulundu? Polisi mi aramış?” “Hayır.” “Nasıl peki?” “Şimdi göreceksin.” Durakladım.

Henüz bir şey görmüş değildim. “Onu çevirdiniz mi?” diye sordum. “Evet. Sonra eski haline getirdik.” “Bakabilir miyim?” “Buyur.” Yatağa yaklaşıp sol kolumu ölü adamın koltuk altına sokup cesedi çevirdim. Soğuktu ve katılaşma başlamıştı. Sırtüstü yatırınca gözüme dört şey çarptı. Derisine belirgin bir grilik yerleşmişti. İkincisi, yüzünde donmuş bir şok ve ıstırap ifadesi vardı. Üçüne iisü, sol kolunu pazısı hizasından sağ eliyle tutuyordu. Ve dördüncüsü, prezervatif takmıştı. Tansiyonu çok önce düştüğünden penisi büzülmüştü, prezervatif şeffaf bir deri parçası gibi sarkıyordu ve boştu. Orgazm olamadan ölmüştü. Orası kesindi.

Arkamdaki Stockton, “Kalp krizi” dedi. Başımı salladım. Grileşmiş deri bunun belirtisiydi. Şok ve sürpriz kanıtları ile sol üst kolundaki ani sancı. “Hem de gayet ağır bir kriz” dedim. Stockton gülümseyen bir sesle, “Ama duhulden önce mi, sonra nıı?” dedi. Yastık tarafına baktım. Yatak hâlâ yapılıydı. Ceset örtünün üzerindeydi ve örtü de yastıkların üstüne sıkı sıkı tutturulmuştu. Ama yastığın üzerinde baş biçiminde çöküntü ve dirseklerin dayandığı yerlerde yine çöküntü ve buruşukluklar vardı. “Kriz geldiğinde kadın alttaymış”’dedim. “Orası kesin. Adamı iterek çıkmış altından.” “Berbat bir ölüm.” Dönüp yüzüne baktım.

“Daha kötüsünü de biliyorum” dedim. Stockton yalnızca gülümsedi. “Ne?” dedim. Karşılık vermedi. “Kadından eser yok mu?” “Yok. Kaçmış.” “Gece katibi görmemiş mi?” Stockton yine gülümsedi. Yüzüne bir daha baktım ve anladım. Otoyol kavşağında kamyon dinlenme yeri ve striptiz barıyla ucuz kiralık bir yer, askeri bir üsten yalnızca kırk sekiz kilometre kuzeyde. “Kadın fahişeydi” dedim. “O nedenle bulundu. Gece katibi kadını tanıyordu. Onun erkenden kaçtığını gördü. Nedenini merak edip kontrole geldi.” Stockton başım sallad ı.

“Hemen bizi arad ı. Söz konusu kad in çoktan gitmişti tabii. Zaten adam da kadının burada olduğunu inkâr ediyor. Burası o tür yerlerden değilmiş havalarında.” “Burada daha önce olay oldu mu?” “Zaman zaman olur. İnan bana o tür yerlerden biridir. ” Durumu kontrol altına al, demişti Garber. “Kalp krizi, değil mi?” dedim. “Başka bir şey değil.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir