Marcel Proust – Hazlar ve Gunler

“İstirahat ettiğin Tanrı’nın kucağından… ölüme egemen olan, ondan korkmayı engelleyen, onu neredeyse sevdiren gerçekleri ifşa et bana.” Antik Yunan’da ölülere çörek, süt ve şarap götürülürdü. Bizler ise, daha bilgece olmasa bile daha incelikli bir yanılgının cazibesine kapılarak ölülerimize çiçek ve kitap sunuyoruz. Size bu kitabı sunmamın en önemli nedeni bir resim kitabı olması. “Resim altları”na rağmen, okunmasa da, en azından bu enfes armağanı bana içtenlikle sunan, Dumas’nın ifadesiyle “Tanrı’dan sonra en çok gülü yaratmış kişi olan” değerli sanatçının bütün hayranları bakacaktır ona. M. Robert de Montesquiou da, henüz yayımlanmamış dizelerinde kimi zaman on yedinci yüzyılı hatırlatan o yaratıcı ciddiyetiyle, veciz ve incelikli belagatiyle, titiz düzeniyle onu över. Çiçeklerden bahisle şöyle der ressama: “Fırçanıza poz veren çiçekler açar. Siz onlar için bir Vigée, başkası öldürürken Ölümsüz kılan bir Flora’sınız.” Hayranları seçkin ve kalabalık bir topluluktur. İlk sayfada tanımaya yetişemedikleri, tanısalar hayran olacakları kişinin adını görmelerini istedim. Ben de sizi pek kısa bir süre tanıyabildim aziz dostum. Boulogne Ormanı’nda sabahları rastlardım size sıklıkla; geldiğimi görüp ağaçların altında beklerdiniz beni; ayakta, ama rahat, Van Dyck’ın tablolarındaki asilzadeler gibi düşünceli ve zarif. Nitekim onların zarafeti de tıpkı sizinki gibi giysilerinden çok bedenlerinden kaynaklanır; bedenleri de bu zarafeti ruhlarından almış, almaya da devam eder gibidir: Manevi bir zarafettir onlarınki. Zaten Van Dyck’ın birçok kez bir kralı gölgesinde gezinirken resmettiği fondaki yapraklara kadar her şey, bu hüzünlü benzerliği pekiştirirdi; ona modellik eden niceleri gibi siz de yakında ölecektiniz; tıpkı onların gözlerindeki gibi sizin de gözlerinizde kâh önsezinin gölgeleri kâh teslimiyetin tatlı ışığı oynaşırdı.


Ne var ki, azametinizin inceliği hakkıyla bir Van Dyck’ın sanatına ait olmakla birlikte, manevi yaşantınızın esrarengiz yoğunluğuyla Da Vinci’ye yakındınız. Havaya kalkmış parmağınızla, kendinize sakladığınız muamma karşısındaki esrarlı ve mütebessim bakışlarınızla sizi Leonardo’nun Vaftizci Aziz Yahya’sına benzetirdim sık sık. O zamanlar ahmaklığın, ahlaksızlığın ve fesatlığın bayağı oklarından korunmak için hepsinden uzakta, asil ruhlu, seçilmiş kadınlarla erkeklerden oluşan bir toplulukta birlikte yaşamayı hayal eder, neredeyse planlardık. Hayatınızın ancak yüce bir ilhamdan kaynaklanabilecek eserler gibi olmasını isterdiniz. Bu tür bir ilhamı inanç ve deha gibi, aşk da sağlayabilir. Oysa size bu ilhamı ölüm verecekti. Ölümde, hatta öncesinde de saklı güçler, gizli destekler, hayatta bulunmayan bir “ihsan” mevcuttur. Tıpkı sevmeye yeni başlamış âşıklar gibi, tıpkı şarkılarını söyleyen şairler gibi, hastalar da kendilerini ruhlarına daha yakın hisseder. Hayat bizi amansızca sıkıştıran, hiç durmadan ruhumuzu acıtan zorlu bir iştir. Hayat bağlarının bir an gevşediğini hissettiğimizde basiretli bir dinginlik hissedebiliriz. Çocukluğumda din tarihine geçmiş kişiler arasında kaderi bana en acıklı gelen, kırk gün boyunca onu gemiye hapseden tufan yüzünden Nuh Peygamber’di. Daha sonraları sık sık hastalanmaya başladım ve ben de uzun günler boyunca “gemi”de hapis kaldım. O zaman anladım ki, gemi kapalı, yeryüzü karanlık olduğu halde Nuh dünyayı en iyi gemiden görebilmişti. Nekahet dönemine girdiğimde, bir an olsun yanımdan ayrılmayan, geceleri de yanımda kalan annem “geminin kapısını açıp” çıktı. Ama tıpkı güvercin gibi, “o akşam yine geldi”.

Sonra tamamen iyileştim, annem de güvercin gibi “bir daha gelmedi”. Tekrar yaşamaya başlamam, kendimden uzaklaşmam, anneminkiler kadar tatlı olmayan sözlere kulak vermem gerekti; hatta bununla da kalmadı, annemin o güne kadar hep yumuşacık olan sözleri de artık hayatın ve bana öğretmesi gereken görev bilincinin sertliğini taşıyordu. Tufanın tatlı güvercini, peygamberin sizin gittiğinizi görünce dünyanın yeniden doğuşundan ötürü yaşadığı sevince bir hüznün de karışmadığını düşünmek mümkün mü? Hayatın askıya alınmasının ve çalışmaları, kötü arzuları yarıda kesen gerçek “tanrısal ateşkes”in dinginliği; ölümden sonrasının gerçeklerine bizi yaklaştıran hastalığın ihsanı ve onca lütfu, “ağırlığıyla ezen anlamsız süslerle peçeler”, münasebetsiz bir elin “özenle topladığı saçlar”; bir anneyle bir dostun kim bilir kaç kez bize kederimizin çehresi ya da aczimizin ihtiyaç gösterdiği koruyucu hareket gibi görünmüş, nekahetin eşiğinde kesilecek olan yumuşak sadakatleri; gemi güvercininin sürgündeki torunları, hepinizi uzağımda hissetmek bana çok ızdırap çektirmiştir. Sizin bulunduğunuz yerde olmayı zaman zaman kim istememiştir ki, sevgili Willie? Hayata öyle çok taahhütte bulunuruz ki, bir an gelir, hepsini yerine getirmeye gücümüz kalmadığını hisseder, mezarlara döneriz, ölümü, “tamamlanmakta zorlanan kaderlerin yardımına koşan ölümü” çağırırız. Ancak ölüm hayata taahhütlerimizden bizi kurtarsa da, kendimize taahhütlerimizden, özellikle en başta gelen, layığıyla, hakkıyla yaşama taahhüdünden kurtaramaz. Hepimizden daha ciddi, ama aynı zamanda hepimizden daha çocuktunuz; yalnız yüreğinizin saflığıyla değil, içten ve harika neşenizle de. Charles de Grancey gıpta ettiğim bir yeteneğe, asla uzun süre kesilmeyen, artık hiç duyamayacağımız o kahkahanızı okul anılarıyla bir anda canlandırma yeteneğine sahipti. Bu sayfaların bir kısmı yirmi üç yaşımda, birçoğu da (Violante, Commedia dell’arte Örnekleri’nin hemen hepsi vs.) yirmi yaşımda yazıldı. Hepsi çalkantılı, ama artık sakinleşmekte olan bir hayatın anlamsız köpüğünden ibaret. Keşke bir gün ilham perilerinin onda kendilerini seyretmeye tenezzül edeceği kadar, yüzeyinde onların tebessümleriyle danslarının yansımasını görebileceğimiz kadar durulsa. Size bu kitabı sunuyorum. Heyhat, kitabımın eleştirisinden korkmasına gerek olmayan yegâne dostumsunuz! Herhangi bir yerinde tonumun serbestliğinden dehşete düşmezdiniz, hiç değilse bundan eminim. Sadece vicdanı hassas kişilerde ahlaksızlığı tasvir ettim. Dolayısıyla, iyiliği hedefleyemeyecek kadar zayıf, kötülüğün tam tadına varamayacak kadar asil olan ve ızdıraptan başka şey tanımayan bu insanlardan bu küçük denemeleri arıtacak kadar samimi bir merhametle söz ettim.

Bu kitaba müziğinin şiirini ekleyen hakiki dostun ve eşsiz şiirinin müziğini ekleyen ünlü ve aziz Üstadın, ayrıca yazıdan daha kalıcı ilahi sözleriyle başka birçok kişide olduğu gibi bende de düşüncenin tohumlarını eken M. Darlu’nün, ne kadar yüce, ne kadar aziz olursa olsun hiçbir canlının bir ölüden önce onurlandırılmaması gerektiğini hatırlayıp bu son sevgi nişanesini size ayırmış olmamı affetmelerini dilerim. Temmuz 1894. SYLVANIE VİKONTU Baldassare Silvande’ın Ölümü I “Apollon Admetos’un sürülerini beklerdi der şairler; her insan deli taklidi yapan kılık değiştirmiş bir tanrıdır zaten.” EMERSON “Monsieur Alexis, ağlamayın lütfen; saygıdeğer Sylvanie Vikontu size bir at hediye eder belki. — Büyük bir at mı Beppo, yoksa midilli mi? — Belki M. Cardenio’nunki gibi büyük bir at. Ama ağlamayın artık lütfen… üstelik on üçüncü doğum gününüzde!” Alexis’in yaşlı gözleri kendisine bir at hediye edilmesi umudu ve on üç yaşında olduğunun hatırlatılmasıyla birlikte parladı. Ama teselli bulmamıştı, çünkü amcasını, Sylvanie Vikontu Baldassare Silvande’ı ziyarete gitmesi gerekiyordu. Alexis, amcasının hastalığının tedavisi olmadığını öğrendiği günden beri onu birçok kez görmüştü elbette. Ama bu arada her şey değişmişti. Baldassare artık hastalığının farkındaydı ve en fazla üç yıllık ömrü kaldığını biliyordu. Bu malumatın amcasını nasıl olup da kederden öldürmediğini ya da çıldırtmadığını anlayamayan Alexis onu görmenin ızdırabına katlanamayacağını düşünüyordu. Amcasının yaklaşan ölümünden bahsedeceğinden emindi; onu teselli etmek şöyle dursun, hıçkırıklarını tutabileceğini dahi sanmıyor, bu gücü kendinde bulamıyordu. Akrabaları arasında en uzun boylu, en yakışıklı, en genç, en canlı, en şefkatli erkek olan amcasına öteden beri tapardı.

Onun ela gözlerine, sarı bıyıklarına, küçüklüğünde kendisi için yoğun bir sevgi ve haz yuvası, bir sığınak olan, o zamanlar gözüne tıpkı bir kale gibi erişilmez, tahta atlar kadar eğlenceli ve bir tapınaktan daha kutsal ve sağlam görünen dizlerine bayılırdı. Babasının ciddi, koyu renk kıyafetlerini hiç mi hiç beğenmez, ileride daima at üzerinde, bir soylu hanım kadar şık ve zarif, bir kral kadar görkemli olmayı hayal ederdi; Baldassare onun gözünde ideal erkekti; amcasının yakışıklı olduğunu, kendisinin de ona benzediğini bilirdi; ayrıca amcasının akıllı, cömert ve bir piskopos ya da general kadar güçlü olduğunu da bilirdi. Aslında annesiyle babasının eleştirilerinden vikontun bazı kusurları olduğunu öğrenmişti. Kuzeni Jean Galeas’nın onunla alay ettiği gün nasıl öfkelendiğini, Parma Dükü ona kız kardeşiyle evlenmesini teklif ettiğinde gözlerindeki parıltının okşanan gururunu nasıl ele verdiğini (memnuniyetini örtbas etmek için dişlerini sıkıp Alexis’in hoşlanmadığı bir alışkanlıkla yüzünü nasıl buruşturduğunu) ve vikontun müziğini beğenmediğini açık açık söyleyen Lucretia’yla nasıl küçümser bir tonda konuştuğunu kendi de hatırlıyordu zaten. Annesiyle babası amcasının başka bazı eylemlerine, Alexis’in bilmediği, sertçe kınanan davranışlarına da değinirlerdi sık sık. Ne var ki Baldassare’ın bütün kusurları, bayağı mimiği ortadan kalkmış olmalıydı. Amcası iki yıl sonra belki de ölmüş olacağını öğrendiğinde Jean Galeas’nın alayları, Parma Dükü’nün dostluğu ve hatta kendi müziği kim bilir ne kadar anlamsız gelmişti ona. Alexis onu gözünde her zamanki kadar yakışıklı, ama ciddi ve her zamankinden de mükemmel olarak canlandırıyordu. Evet, ciddi ve şimdiden tam olarak bu dünyaya ait değilmiş gibi. Dolayısıyla umutsuzluğuna biraz endişe ve korku da ekleniyordu. Atlar çoktandır arabaya koşulmuştu, yola çıkmak gerekiyordu; Alexis arabaya bindi, sonra özel öğretmenine son bir hususta akıl danışmak üzere indi. Konuşurken yüzü kıpkırmızı oldu: “Monsieur Legrand, amcam öleceğini bildiğini benim bildiğimi mi düşünse daha iyi olur, bilmediğimi mi?” — Bilmediğinizi düşünse daha iyi olur Alexis! — Ama ya konuyu açarsa? — Açmayacaktır. — Açmayacak mıdır?” dedi Alexis şaşkınlık içinde; çünkü öngörmediği tek ihtimal buydu; amcasına yapacağı ziyareti ne zaman hayal etse, onu bir papaz gibi yumuşak bir tonda ölüm hakkında konuşurken canlandırmıştı zihninde. “Peki, ama olur da açarsa? — Yanıldığını söylersiniz. — Ya ağlarsam? — Bu sabah çok ağladınız, onun yanında ağlamazsınız.

— Ağlamaz mıyım! diye haykırdı Alexis umutsuzluk içinde. Ama o zaman üzülmediğimi, onu sevmediğini düşünür… zavallı amcacığım!” Tekrar gözyaşlarına boğuldu. Beklemekten sıkılan annesi sonunda gelip onu aldı, yola çıktılar. Alexis holde paltosunu çıkarıp, yeşil-beyaz üniformasına Sylvanie armaları işlenmiş hizmetkâra verdi; sonra annesiyle birlikte yan odada çalınan kemanı dinlediler kısa bir süre. Ardından vikontun genellikle oturduğu, tamamen camekânlarla kaplı, yuvarlak ve devasa bir salona alındılar. Kapıdan girince tam karşıda deniz, yan tarafta da çimenler, çayırlar ve koruluk görünüyordu; salonun dip tarafında iki kedi, güller, gelincikler ve çok sayıda müzik aleti vardı. Alexis’le annesi beklediler. Alexis annesinin üzerine atıldığında annesi sarılmak istediğini zannetti, ama o dudaklarını annesinin kulağına yapıştırıp çok alçak sesle sordu: “Amcam kaç yaşında? — Haziranda otuz altı olacak.” Alexis, “Sence otuz altı yaşını görecek mi?” diye sormak istedi, ama cesaret edemedi. Bir kapı açıldı, Alexis titriyordu; bir hizmetkâr gelip haber verdi: “Saygıdeğer vikont hemen geliyorlar.” Az sonra aynı hizmetkâr beraberinde vikontun her yere yanında götürdüğü iki tavuskuşu ve bir oğlakla birlikte tekrar geldi. Ardından yine ayak sesleri duyuldu, kapı bir kez daha açıldı. “Önemli değil, diye düşündü, her duyduğu sesle kalbi güm güm atan Alexis, bir hizmetkârdır herhalde, evet, mutlaka bir hizmetkâr olsa gerek.” Ama aynı anda şefkatli bir ses işitti: “Merhaba Alexis’çiğim, doğum günün kutlu olsun.” Amcası onu öpünce Alexis korktu.

O da fark etmiş olmalı ki, toparlanmasına fırsat tanımak için onunla ilgilenmeyip annesinin ölümünden sonra bu dünyada en sevdiği kişi olan yengesiyle, Alexis’in annesiyle neşeli bir tonda sohbete girişti. Yatışmış olan Alexis’in hâlâ eskisi kadar büyüleyici, belki azıcık benzi solmuş, bu trajik dakikalarda neşeli davranabilecek kadar cesur olan bu genç adamla ilgili yegâne hissi muazzam bir sevgiydi şimdi. Boynuna atlayıp sarılmak isterdi ona, ama cesaret edemiyor, amcasının enerjisini tüketmekten, kendine hâkimiyetini kaybetmesinden korkuyordu. Vikontun hüzünlü ve tatlı bakışları onda her şeyden çok ağlama arzusu uyandırıyordu. Alexis amcasının bakışlarının daima hüzünlü olduğunu, hatta en mutlu anlarında bile hissetmediği rahatsızlıklar için bir teselli ararmış gibi göründüğünü biliyordu. Ama o anda amcasının konuşmasından cesurca uzaklaştırdığı keder gözlerine sığınmış ve bedeninde sadece bu gözlerle süzülmüş yanakları samimiymiş gibi geldi Alexis’e. “Alexis’çiğim, iki atlı bir araba kullanmak istediğini biliyorum” dedi Baldassare; “yarın sana bir at getirecekler. Ertesi yıl ikincisi de gelecek, iki yıl sonra da arabayı hediye edeceğim sana. Ama bu yıl boyunca ata binebilirsin istersen, dönüşümde birlikte deneriz. Yarın kesin gidiyorum” diye ekledi, “ama uzun süreliğine değil. Bir aya kalmaz dönerim, birlikte matineye gideriz; hani şu seni götüreceğime söz verdiğim komediyi görürüz.” Alexis amcasının bir dostunun evinde birkaç hafta geçireceğini biliyordu; amcasının tiyatroya gitmesine hâlâ izin verildiğini de biliyordu, ama amcasına gitmeden önce onu allak bullak etmiş olan ölüm düşüncesi zihninde yer ettiğinden, bu sözler onda sancılı ve derin bir şaşkınlık yarattı. “Gitmem, diye düşündü, oyuncuların soytarılıkları, seyircilerin kahkahaları amcama ne kadar acı gelir kim bilir!” “Girdiğimizde duyduğumuz o güzel keman parçası neydi? diye sordu Alexis’in annesi. — Ya! Beğendiniz mi? dedi Baldassare sevinçle, heyecanla. Size bahsettiğim romans.

” “Numara mı yapıyor? diye düşündü Alexis. Bestesinin beğenilmesi şu anda nasıl hoşuna gidebilir?” Aynı anda vikontun çehresinde derin bir acı ifadesi belirdi; benzi solmuştu, dudaklarını büzdü, kaşlarını çattı, gözleri yaşardı. “Aman Tanrım! diye haykırdı içinden Alexis. Böyle rol yapacak gücü yok ki. Zavallı amcacığım! Peki bizi üzmekten niye bu kadar korkuyor? Niye bu kadar zorluyor kendini?” Ne var ki Baldassare’ı zaman zaman pençesine alıp demirden bir korse gibi, vücudunda darp izleri bırakacak kadar sıkan ve şiddeti çehresini engel olamadığı şekilde kasan genel felcin acısı geçmişti. Gözlerini sildikten sonra yine neşeyle sohbet etmeye koyuldu. Bir ara Alexis’in annesi yanlış bir soru sordu: “Bana öyle geliyor ki Parma Dükü bir süredir sana eski nezaketini göstermiyor, yanılıyor muyum? — Parma Dükü ha! diye haykırdı Baldassare öfkeyle. Parma Dükü eski nezaketini göstermiyor, öyle mi? Nereden çıkardınız kuzum? Daha bu sabah bir mektup aldım ondan; belki dağ havası iyi gelir diye Illyria’daki şatosunun emrime amade olduğunu söylüyor.” Derhal ayağa fırladı, ama bu arada feci ağrısını da canlandırmış oldu; durup beklemek zorunda kaldı, ağrı geçer geçmez seslendi: “Yatağımın yanındaki mektubu getirin bana.” Sonra da heyecanla okudu: “Azizim Baldassare, Sizi göremediğime çok üzülüyorum, vs. vs.” Dükün nezaketi ortaya çıktıkça Baldassare’ın çehresi yumuşuyor, mutluluk ve güvenle ışıldıyordu. Ansızın, kuşkusuz pek asil bulmadığı bu sevinci gizlemeye çalışarak dişlerini sıktı, Alexis’in ölümle sakinleşmiş çehreden temelli kaybolduğunu sandığı o bayağı, sevimli küçük mimikle yüzünü buruşturdu. Baldassare’ın ağzını eskisi gibi çarpıtan bu bildik mimik, amcasını gördüğünden beri karşısındaki çehrenin bayağı gerçeklerden temelli uzaklaşmış olduğuna, artık bu çehrede ancak kahramanca ölçülü, hüzünlü ve şefkatli, ilahi ve hüsran dolu bir tebessümün görülebileceğine inanmış, inanmak istemiş olan Alexis’in gözlerini açmıştı. Jean Galeas’nın hâlâ alaylarıyla amcasını çileden çıkarabileceğini, hasta amcasının neşesiyle tiyatroya gitme arzusunun ne rol ne de cesaret olduğunu ve ölüme bu kadar yaklaşmış olan Baldassare’ın hâlâ hayattan başka şey düşünmediğini artık kesin olarak anlamıştı.

Alexis eve döndüğünde birden kendisinin de bir gün öleceğini düşünerek allak bullak oldu; evet, kendisinin amcasına kıyasla çok uzun bir zaman vardı önünde hâlâ, ama Baldassare’ın yaşlı bahçıvanıyla kuzini Alériouvres Düşesi muhtemelen amcasından sonra pek uzun süre yaşamayacaklardı. Oysa emekliye ayrılabilecek kadar varlıklı olan Rocco daha da fazla para kazanabilmek için dur durak bilmeden çalışıyor, gülleri yarışmada derece alsın diye didiniyordu. Yetmiş yaşındaki düşes özene bezene saçını boyatıyor, gazetelere para verip genç görünümünü, seçkin davetlerini, sofrasıyla zihninin inceliklerini metheden yazılar yazdırıyordu. Bu örnekler, amcasının tutumunun Alexis’te yarattığı şaşkınlığı azaltacağına, giderek yayılıp her şeyi kaplayan bir şaşkınlık daha yarattı: Kendisininkini de hariç tutmadığı bütün bu hayatların geri geri giderek, gözlerini hayattan ayırmadan ölüme doğru ilerleyişleri evrensel bir skandaldı. Alexis bu dehşet verici sapkınlığa düşmemeye kararlıydı; erdemleri kendisine öğretilmiş olan eski peygamberlerin yaptığını yapıp birkaç arkadaşıyla birlikte çölde inzivaya çekilmeye karar verdi ve bu kararını annesiyle babasına bildirdi. Neyse ki, annesiyle babasının alaylarından daha etkili olan, güçlendirici ve tatlı sütünü henüz tüketmediği hayat ona göğsünü sunup Alexis’i bu kararından vazgeçirdi. Toy ve zengin hayal gücünün sızlanmalarını safça dinlediği, hüsranlarını muhteşem biçimde telafi ettiği neşeli bir açlıkla tekrar o sütü emmeye koyuldu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir