Marcel Proust – Kayıp Zamanın İzinde #3 – Guermantes Tarafı

Kuşların sabah cıvıltıları Françoise’a tatsız geliyordu. “Hizmetçilerin” her sözü yerinden sıçratıyordu onu; attıkları her adımdan rahatsız oluyor, ne yaptıklarını merak ediyordu; taşınmıştık çünkü. Eski apartmanımızın “altıncı katındaki hizmetkârlar daha az hareket etmezlerdi elbette; ne var ki onları tanıdığından, gidiş gelişleri de Françoise için dostça şeyler haline gelmişti. Oysa şimdi sessizliğe bile sancılı bir dikkatle yaklaşıyordu. Daha önceki evimizin baktığı bulvar ne kadar gürültülüyse, yeni semtimiz de o kadar sakin olduğu için, yoldan geçen bir adamın (uzaktan duyulduğunda bile, hafif olmakla birlikte bir orkestra ezgisi gibi belirgin biçimde seçilen) şarkısı, sürgündeki Françoise’in gözlerini yaşlarla dolduruyordu. “Dört bir yandan onca itibar gördüğümüz” bir apartmandan ayrılmak zorunda kaldığımıza üzülerek bavullarını Combray âdetleri uyarınca, ağlayarak toplamış olan ve eski evimizi olabilecek en mükemmel ev ilân eden Françoise’la alay etmiştim, ama ben de, eskiyi ne kadar kolay terk ediyorsam yeniyi de o kadar zor benimsediğimden, bizi henüz tanımayan kapıcıdan ruhunu besleyecek saygı işaretlerini almadığı bir eve yerleşmenin, yaşlı hizmetkârımızı çöküşe yakın bir hale soktuğunu görünce, ona yakınlaştım. Beni anlayabilecek bir tek o vardı; genç uşağın anlaması mümkün değildi elbette; hiç mi hiç Combray’li olmayan uşak için taşınmak, bir başka semtte oturmak, yeniliklerin insanı seyahat edermiş gibi dinlendirdiği bir tatil gibiydi; kendini sayfiyede sanıyordu; nezle olduğunda, pencerenin tam kapanmadığı bir tren vagonunda “üşütmüş” gibi, tatlı bir izlenime, gezip görmüşlük duygusuna kapıldı; her hapşırışında, böyle iyi bir iş bulduğuna seviniyordu; bol bol seyahat eden bir ailenin hizmetinde olmayı hep istemişti. Bu yüzden ben de genç uşağı aklımdan bile geçirmeden doğru Françoise’a gittim; benim kayıtsız kaldığım ayrılık sırasında onun gözyaşlarına güldüğümden, üzüntümü buz gibi bir tavırla karşıladı; çünkü o da bu üzüntüyü paylaşıyordu. Sinirli bir yapıya sahip insanların sözde “hassasiyet”leriyle birlikte bencillikleri de artar; kendi rahatsızlıklarına giderek artan bir dikkatle yaklaşır, aynı rahatsızlıkları başkalarının sergilemesine tahammül edemezler. En küçük üzüntüsünü bile açığa vurmayı ihmal etmeyen Françoise, ben acı çekerken, ıstırabımın merhamet uyandırdığını, hatta fark edildiğini görme zevkini tatmayayım diye, başını çevirirdi. Ona yeni evimiz hakkında bir şey söylemek istediğimde de, aynı şeyi yaptı hemen. Ayrıca iki gün sonra, unutulan bazı giysileri almak üzere eski evimize gitmesi gerektiğinde, benim taşınma sonrası yükselen ateşim henüz düşmemişken, kendimi, öküz yutmuş bir boa yılanı misali, gözlerimin “sindirmek” zorunda olduğu uzun bir sandık yüzünden, acıyla yamulmuş hissederken, Françoise kadınca bir sadakatsizlikle, eski bulvarımızda boğulacak gibi olduğunu, giderken “tersi döndüğünü”, hiç bu kadar kullanışsız bir merdiven görmediğini, “dünyaları verseler”, üstüne milyonlar verseler –varsayımı bedavaydı– oraya dönmeyeceğini ve yeni evimizde her şeyin (yani mutfak ve koridorların) çok daha iyi “tanzim edilmiş” olduğunu söyleyerek geri geldi. Bu arada şunu belirtmek gerekir ki yeni evimiz –buraya sağlığı pek iyi olmayan büyükannemin daha temiz bir havaya ihtiyacı olduğu için, ama bu sebebi kendisinden gizleyerek taşınmıştık– Guermantes Konağı’na ait bir daireydi. İsim’lerin, kendilerine yüklediğimiz bilinmezliğin imgesini bize sunarak, bizim için hem gerçek bir yeri işaret ettiği, hem de bu sebeple bizi bilinmezle gerçeği özdeşleştirmeye zorladığı (o kadar ki, bir şehre, içinde barındırması mümkün olmadığı halde artık isminden koparıp atamadığımız bir ruhu aramaya gideriz) yaşta, bu İsim’ler, alegorik resimler gibi sadece kentlere, ırmaklara bir kişilik kazandırmaz, sadece maddi dünyayı farklılıklarla bezeyip harikalarla donatmaz; sosyal dünyaya da bütün bunları katar; öyle ki, ormanların cinleri, ırmakların tanrıları olduğu gibi, her ünlü şatonun, konağın, sarayın da kendi hanımı, perisi vardır. Bazen, isminin arkasına gizlenmiş olan peri, kendisini besleyen hayal gücümüzün gelişimine tabi olarak değişir; işte Mme de Guermantes’ın benim içimde yer ettiği hava da, bu şekilde, yıllar boyunca bir sihirli fener camının ve kilise vitrayının yansımasından başka bir şey değilken, bambaşka rüyalar o havayı sellerin köpüklü nemiyle doldurduğunda, renklerini yitirmeye başlamıştı.


Ne var ki, ismin tekabül ettiği gerçek kişiye yaklaşırsak, peri solup gider; çünkü isim artık bu kişiyi yansıtmaya başlar, oysa bu kişide periden eser yoktur; o kişiden uzaklaşırsak peri yeniden doğabilir, ama yakınında durmaya devam edersek, peri ve onunla birlikte isim de kesin olarak ölür; tıpkı peri Merlusine’in ortadan kaybolduğu gün, Lusignan ailesinin de yok olduğu gibi. O zaman İsim, üst üste binmiş resimlerinin en altında, kaynağında hiçbir zaman tanımadığımız bir yabancının güzel portresini bulabileceğimiz İsim, yoldan geçen birini tanıyıp tanımadığımızı, selamlamamız gerekip gerekmediğini anlamak için başvurduğumuz basit bir fotoğraflı kimlik kartı olmaktan öteye gitmez. Ama çok eski yıllardan kalma bir izlenim –tıpkı çeşitli sanatçıların sesini, tarzını koruyan müzik kayıt cihazları gibi– hafızamızın bu ismi, kulağımızda o zamanlar sahip olduğu özel tınısıyla işitmemizi sağlayacak olursa, görünürde değişmemiş olan ismin tıpatıp aynı olan hecelerinin bizim için ifade ettiği çeşitli hülyaları birbirinden ayıran uzaklığı hissederiz. Mazide kalmış bir ilkbaharda duyduğumuz tınıyı tekrar işittiğimizde, bir an için, resim yaparken küçük tüplerden boya sıkar gibi, bu tınıdan, hatırladığımızı zannettiğimiz günlerin unutulmuş, esrarengiz, taze ve tam nüansını çıkarabiliriz; oysa bu tınıyı tekrar işitmeden önce yaptığımız, kötü ressamlar gibi, tek bir tuval üzerine yayılan bütün geçmişimizi, iradi hafızanın geleneksel ve hepsi birbirine benzeyen tonlarıyla boyamaktır. Buna karşılık geçmişi oluşturan anların her biri, tam tersine, o zamanın artık tanımadığımız renklerini kendine has bir uyum içinde kullanarak özgün bir yaratı ortaya çıkarırdı; bir tesadüf sayesinde mesela Guermantes ismi bunca yıl sonra bir anlığına bugünkünden apayrı bir tınıya, Mile Percepied’nin düğününde sahip olduğu tınıya kavuşarak, genç düşesin kabarık fularına kadife görünümünü veren o tatlı, fazlasıyla parlak, fazlasıyla yeni eflatun rengi ve koparılması mümkün olmayan, yeniden çiçeklenmiş bir Cezayir menekşesi gibi mavi bir tebessümle aydınlanmış gözlerini bana tekrar sunduğunda, bu renkler beni hâlâ büyüler. O zamanki Guermantes ismi aynı zamanda, içi oksijen veya başka bir gazla doldurulmuş küçük bir balon gibidir: Balonu patlatmayı, içindekini dışarı çıkarmayı başardığımda o yılın, o günün Combray havasını, meydanın köşesinde esiveren, hani o yağmurun habercisi, güneşi kâh havalandıran, kâh kilisenin kırmızı yünlü halısına kondurup parlak, pembeye çalan bir sardunya kırmızısına boyayan rüzgârın getirdiği akdiken kokusunun ve eğlence içinde asaleti koruyan, adeta Wagner’e özgü neşenin karıştığı havayı solurum. Ne var ki, başlangıçtaki varlığın, bugün ölü olan hecelerin içinden fırlayıp özgün biçimine ve çizgilerine kavuştuğunu birdenbire hissettiğimiz bu nadir anların dışında bile, günlük hayatın baş döndürücü fırtınasında, sadece pratik bir kullanıma sahip olan isimler, aşırı hızlı döndüğünden gri gibi görünen rengârenk bir topaç gibi bütün renklerini kaybetmiş olsalar da, tahayyüle daldığımız zaman, düşünüp geçmişe dönebilmek için içinde sürüklendiğimiz aralıksız hareketi yavaşlatmaya, durdurmaya çalıştığımızda, aynı ismin hayatımız boyunca gözümüzde büründüğü çeşitli renkler, yan yana dizilmiş olarak, ama tamamen belirgin bir biçimde yavaş yavaş gözümüzün önünde belirir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir