Marcel Proust – Kayıp Zamanın İzinde #5 – Mahpus

Sabahları, yüzüm hâlâ duvara çevriliyken, penceredeki ağır perdelerin tepesinden gün ışığının rengini daha görmeden, havanın o gün nasıl olduğunu hemen anlardım. Bana bu konuda, sabahın ilk sesleri bilgi verirdi; hava rutubetliyse, sesler bana boğularak, çarpılarak ulaşırdı; ferah, buz gibi ve berrak sabahlardaysa, çınlayan boş havada, sesler birer ok gibi titreşirdi; daha ilk tramvay geçerken, tekerlek seslerinden, soğuk bir yağmur mu yağdığını, yoksa sabahın, masmavi bir gökyüzüne doğru mu yol aldığını anlardım. Bu seslerden de önce, daha süratli ve keskin bir dalga, uykumun arasına sızıp kar habercisi bir hüzün yaymış olabilirdi uykuma; ya da bir görülüp bir kaybolan minik bir şahsiyete, peş peşe o kadar çok sayıda güneşe övgü ilahisi söyletirdi ki, sonunda bu şarkılar, beni daha uykumda gülümseterek, kapalı gözlerimi kamaşmaya hazırlayarak, sersemletici bir müzikle uyandırırlardı. Zaten o dönemde, dış dünyayı daha çok odamdan algılıyordum. Duyduğuma göre Bloch, akşamlan beni ziyarete geldiğinde, içeride konuşmalar duyduğunu söylüyormuş; annem o sırada Combray’de olduğu ve odamda da hiçbir defasında kimseyle karşılaşmadığı için, kendi kendime konuştuğum sonucunu çıkarmış. Çok daha sonraları, Albertine’in o sıralar benimle birlikte oturduğunu öğrenince, bunu herkesten gizlediğimi kavrayarak, o dönemde niçin evden çıkmayı hiç istemediğimi nihayet anladığını bildirmişti. Yaralıyordu. Yanılması da doğaldı, çünkü gerçeklik, zorunlu olsa da, bir bütün olarak öngörülemez; bir başkasının hayatına ilişkin doğru bir ayrıntıyı öğrenen kişi, derhal bundan yanlış sonuçlar çıkarır ve yeni keşfettiği gerçeği, aslında onunla hiç ilgisi olmayan meselelerin açıklaması olarak görür. Kız arkadaşımın, Balbec dönüşü Paris’te benimle aynı çatı altında yaşamak üzere evime gelişini, gemi yoluculuğundan vazgeçişini, odasının, benim odamdan yirmi adım ötede, koridorun sonunda bulunan, babamın duvar halılarıyla kaplı çalışma odası olduğunu ve her gece, çok geç saatte, yanımdan ayrılmadan önce, dilini, günlük ekmeğimi verircesine, onun yüzünden çektiğimiz acılar sebebiyle giderek manevi bir hoşluk kazanan her beden gibi, neredeyse kutsal nitelikte, besleyici bir gıda misali ağzıma kaydırışını şimdi düşündüğümde, aklıma gelen karşılaştırma, Yüzbaşı Borodino’nun, esasen geçici bir rahatsızlığa çare olan özel izni sayesinde karargâhta geçirdiğim gece değil de, babamın annemi benim yatağımın yanındaki küçük yatakta uyumak üzere, odama gönderdiği gecedir. Hayat, kaçınılmaz gibi görünen bir ıstıraptan bizi bir kere daha kurtaracaksa eğer, bunu farklı koşullarda, hatta bazen, bahşedilen lütuflar arasında özdeşlik kurmanın neredeyse günah sayılabileceği kadar zıt koşullarda gerçekleştirir! Albertine, perdeleri hâlâ kapalı odam karanlık olduğu halde uyumadığımı Françoise’dan öğrenmişse, kendi banyosunda yıkanırken biraz gürültü etmekten çekinmezdi. Böyle günlerde, çoğunlukla ben de, daha geç bir saati bekleyeceğime, onunkine bitişik bir başka banyoya girerdim; burası hoş bir yerdi. Bir zamanlar tiyatro yöneticileri, yüz binlerce frank harcayıp imparatoriçe rolü oynayan ünlü yıldızın tahtını gerçek zümrütlerle süslerlerdi. Rus Balesi bize, gerektiği şekilde yönlendirilen basit ışık oyunları sayesinde, gerçek zümrütler kadar şatafatlı ve daha çeşitli mücevherler elde edilebileceğini öğretti. Ne var ki, önceki kadar maddi olmayan bu süsleme bile, yataktan öğleyin kalkmaya alışkın birinin, genellikle gördüğü dekorun yerine saat sekizdeki sabah güneşinin koyduğu dekor kadar zarif değildir. İki banyonun da pencerelerinde, içerisi dışarıdan görülmesin diye, düz cam değil, eski moda, yapay bir kırağıyla kaplı, pürtük pürtük camlar vardı.


Güneş birdenbire bu incecik camı sarartır, yaldızla kaplar ve alışkanlığın uzun zaman gizlediği, eskiden kalma delikanlıyı benliğimde usul usul açığa çıkarır, beni hatıralarla kendimden geçirirdi; adeta tabiatın ortasında, altın sarısı yaprakların arasındaymışım gibi hissederdim kendimi, hatta bir kuş da eksik olmazdı bu dekordan. Çünkü Albertine’in, ıslıkla aralıksız çaldığı şarkıyı işitirdim: Keder deli, Onu dinleyen ondan da deli. Müzik konusundaki zevksizliğine neşeyle gülümsemekten kendimi alamayacak kadar çok seviyordum onu. Bir önceki yaz mevsiminde, Mme Bontemps bu şarkıya bayılmıştı; ama kısa bir süre sonra, saçma sapan bir şarkı diye nitelendirildiğini duymuş ve bunun üzerine, misafirleri olduğu zaman, Albertine’e onu söyletmekten vazgeçip yerine şunu koymuştu: “Ayrılık şarkılarının kaynağı bulanık sudur” Zamanı gelince, bu şarkı da, “bizim kazın diline doladığı, Masenet’nin eski bir nakaratı” diye nitelendirildi. Gökyüzünden iri bir bulut geçer, güneşi karartırdı; edepli ve yapraklı cam perde solar, tekdüze bir griliğe bürünürdü. İki banyoyu (benimkinin eşi olan Albertine’in banyosu, dairenin karşı tarafından bir başka banyosu olan annemin, ben gürültüden rahatsız olmayayım diye hiç kullanmadığı bir yerdi) birbirinden ayıran bölme o kadar inceydi ki, her birimiz kendi banyomuzda yıkanırken, birbirimizle konuşabiliyorduk; sohbetimizi bir tek suyun sesi bölerdi, otellerde genellikle yerin darlığı ve odaların birbirine yakınlığı sebebiyle rastlanan, ama Paris’te çok ender bulunan bir samimiyet içindeydik. Bazı günler de, yatağımdan kalkmaz, canımın istediği kadar hayal kurardım, çünkü ben zili çalmadan odama girilmesi kesinlikle yasaktı; yatağımın tepesindeki elektrik düğmesinin yeri çok ters olduğundan, zili çalmam o kadar uzun sürerdi ki, çoğunlukla düğmeye erişmek için çabalamaktan sıkılır, yalnızlık da hoşuma gittiğinden, birkaç dakika tekrar uykuya dalar gibi olurdum. Albertine’in bizim evde kalmasına tamamen kayıtsız değildim oysa. Onun kız arkadaşlarından ayrı olması, kalbimi yeni acılardan koruyordu. Bu ayrılık, kalbimi, iyileşmesine yardıma olacak bir dinlenme, neredeyse kıpırtısızlık halinde tutuyordu. Ama sonuçta, kız arkadaşımın bana sağladığı huzur, mutluluktan ziyade ıstırabın yatışmasıydı. Gerçi ıstırabımın fazlasıyla derin olduğu zamanlar bana yasak olan birçok mutluluğu, bu huzur sayesinde tadabiliyordum, ama bu mutlulukları Albertine’e borçlu olmak şöyle dursun, onları, doğrusu artık pek de güzel bulmadığım, yanında sıkıldığım, açıkça sevmediğim duygusuna kapıldığım Albertine yanımda olmadığı zamanlarda yaşıyordum. Bu yüzden de, güne başlarken, özellikle hava güneşliyse, onu derhal odama çağırtmazdım. Birkaç dakika boyunca, beni Albertine’den daha çok mutlu edeceğini bildiğim ve daha önce de sözünü ettiğim, güneşi şarkı söyleyerek selamlayan, içimdeki o minik şahsiyetle baş başa kalırdım. Kişiliğimizi oluşturan şahsiyetler arasında en temel olanlar, en çok görünenler değildir.

Benim kişiliğimde, hastalık hepsini peş peşe yere yıktıktan sonra, ötekilerden daha dayanıklı iki üç şahsiyet kalacak geriye; bunlardan biri de, ancak iki eser arasında, iki duygu arasında bir özdeşlik bulduğu zaman mutlu olabilen bir filozof. Yine de, en sona kalacak olan şahsiyet, Combray’deki gözlükçünün vitrininde duran ve güneş açtığında kukuletasını çıkarıp yağmur gelirken takarak hava durumunu bildiren küçük adama çok benzeyen o minik şahsiyet mi acaba diye düşündüğüm olur. O küçük adamın bencilliğini iyi bilirim; ben ancak yağmurun yağmasıyla geçebilecek bir nefes darlığı çekerken, o buna hiç aldırmaz ve onca sabırsızlıkla beklenen ilk damlaların düşmesiyle birlikte keyfi kaçarak, somurta somurta kukuletasını kafasına geçirir. Buna karşılık, eminim ben can çekişirken, diğer bütün “benlik” lerim ölmüşken, son nefesimi verdiğim esnada bir güneş ışını parıldarsa, küçük barometrik şahsiyet halinden pek memnun olacak ve kukuletasını çıkarıp, “Oh! Nihayet güneş açtı,” diye şarkı söyleyecektir. Françoise’ı çağırmak üzere zile basardım. Le Figaro’yu açardım. Bu gazeteye gönderdiğim makaleyi (ya da makale özentisini), yani bir zamanlar Doktor Percepied’nin arabasında, Martinville’in çan kulelerine bakarak yazdığım ve kısa süre önce bulup biraz düzelttiğim bir sayfalık yazıyı arar, yayımlanmamış olduğunu görürdüm. Sonra, annemden gelen mektubu okurdum. Bir genç kızın, tek başına benimle oturmasını, annem tuhaf buluyor, tasvip etmiyordu. İlk gün, Balbec’ten ayrıldığımız sırada, annem beni öylesine bedbaht görüp beni yalnız bıraktığı için endişelendiğinde, Albertine’in de bizimle geldiğini öğrenince belki de sevinmişti; trende bizim bavulların (Balbec Oteli’nde bütün geceyi yanlarında ağlayarak geçirdiğim bavulların) yanına, Albertine’in dar, siyah, tabuta benzettiğim bavullarını koymuşlardı; bu bavulların evimize hayat mı, ölüm mü getireceğini bilmiyordum. Ama bu soruyu kendi kendime sormamıştım bile; o pırıl pırıl güneşli sabah vaktinde, Balbec’te kalma korkusundan sonra, Albertine’i de yanımda götürdüğüm için mutlulukla dolup taşıyordum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir