Yıldırımdan kurtulan Sodom sakinlerinin torunları olan kadınların ve erkeklerin ilk ortaya çıkışı. Bildiğimiz gibi, o gün (Guermantes Prensesi’nin gece davetinin olduğu gün), dükle düşese biraz evvel anlattığım ziyareti yapmadan önce, uzun süre pusuya yatıp onların dönmesini beklemiş ve nöbetim sırasında da, özellikle M. de Charlus’ü ilgilendiren bir keşifte bulunmuştum, ama bu keşfi aktarmayı, kendi başına büyük bir önem taşıdığı için, gereğince yer verebileceğim, kapsamlıca ele alabileceğim şu âna kadar ertelemiştim. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi, tırmana tırmana Brequigny Konağı’na gidilen, Frecourt Markisi’ne ait garajın pembe çan kulesinin, İtalyan tarzında, neşeyle bezediği engebeli bayırlara hâkim, o rahat, evin en tepesindeki mükemmel gözlem noktasını terk etmiştim. Dükle düşesin dönmek üzere olduklarını düşünerek, merdivende nöbet tutmanın daha pratik olacağına karar vermiştim. Yükseklerdeki yuvamı biraz özlüyordum. Ama o saatte, yani öğle yemeğinden sonra, göremediğime hayıflanacağım şeyler daha azdı; çünkü sabahki manzarayı, Brequigny Konağı’nın uzaktan resimlerdeki minik figürleri andıran üniformalı uşaklarının, kırmızı payandaların üzerinde hoş bir belirginlik kazanan geniş, saydam mika tabakalarının arasındaki dik yokuşu, ellerinde birer tüy süpürgeyle, ağır ağır çıkışlarını şimdi göremezdim. Bir yerbilimcinin değilse de, hiç olmazsa bir bitkibilimcinin gözlem alanına sahiptim ve merdivendeki panjurların arasından, düşesin, tıpkı evlenme çağındaki gençlerin piyasaya çıkarılması gibi, ısrarla avluda sergilenen ağaççığıyla değerli çiçeğine bakıyor, acaba umulmadık böcek, harika bir tesadüf eseri, bitkinin kendini sunan, terk edilmiş dişiorganını ziyarete gelecek mi diye merak ediyordum. Merakımdan yavaş yavaş cesaret alıp zemin kattaki, panjurları yarı kapalı, açık pencerenin hizasına kadar indim. Dışarı çıkmaya hazırlanan Jupien’in sesini açık seçik işitiyordum; storun arkasında, beni görmesi imkânsız bir konumda kıpırtısız dururken, birden, M. de Charlus tarafından görülme korkusuyla, hızla yana çekildim; öğle ışığında yaşlanmış görünen, göbekli, kır saçlı baron, Mme de Villeparisis’ye gitmek üzere, ağır adımlarla avludan geçmekteydi. 1de Charlus’ün o saatte, belki de hayatında ilk kez, bir ziyarette bulunması için, Mme de Villeparisis’nin rahatsızlanması gerekmişti (baronun kanlı bıçaklı olduğu Fierbois Markisi’nin hastalığının sonucuydu bu rahatsızlık). Baron, sosyete hayatına uyacaklarına, bu yaşantıyı kendi kişisel alışkanlıklarına göre değiştiren, (alışkanlıklarının sosyetik olmadığını, dolayısıyla sosyetiklik denilen değersiz kavramın, bu alışkanlıklar karşısında aşağılanmayı hak ettiğini düşünen, örneğin günü olmayan, ama hanım arkadaşlarını her sabah saat onla on iki arasında kabul eden Mme de Marsantes gibi) Guermantes’ların özgünlüğüyle bu saatleri, okumaya, eski bibloların peşine düşmeye, vs. ayırır, sadece akşamüzeri saat dörtle altı arasında ziyarette bulunurdu. Saat altıda, ya Jockey Kulübü’ne, ya da Boulogne Ormanı’na gezmeye giderdi. İlk hareketimin hemen ardından, Jupien tarafından görülmemek için tekrar çekildim; büroya gitmek üzere çıkacağı saat yakındı, akşam yemeğinden önce dönmezdi, hattâ yeğeni çıraklarıyla birlikte bir müşterinin kır evine bir elbiseyi bitirmeye gittiğinden beri, bir haftadır, akşam yemeğine de gelmediği oluyordu. Sonra, kimsenin beni göremeyeceğine kanaat getirip artık yerimi değiştirmemeye karar verdim; mucize gerçekleşecek olursa, bekleyişini uzun zamandır sürdüren bakireye ta uzaklardan, elçi olarak gönderilen böceğin, umulması neredeyse imkânsız, (mesafe, aksilikler, tehlikeler gibi sayısız engeli aşarak) gelişini kaçırmak istemiyordum. Bu bekleyişin, erkekorganları böcek kolayca ulaşabilsin diye kendiliğinden bükülmüş olan erkek çiçeğin bekleyişi kadar edilgenlikten uzak olduğunu biliyordum; aynı şekilde, bu kadınçiçek de, böcek gelirse, cilveyle boyuncuklarını eğecek, böcek kolaylıkla ulaşsın diye, riyakâr ama ateşli bir genç kız gibi, belli etmeden onu yarı yolda karşılayacaktı. Bitkiler âleminde her yasa, kademe kademe yükselen yasalar tarafından yönetilir. Bir çiçeğin döllenmesi için genellikle bir böceğin ziyareti, yani bir başka çiçeğin tohumunun getirilmesi gerekiyorsa, kendi kendine döllenme, çiçeğin kendini döllemesi, tıpkı aynı ailede aile içi evliliklerin tekrarlanması gibi, sonunda yozlaşmaya ve kısırlığa yol açacağı, buna karşılık, böceklerin gerçekleştirdiği melezleştirme, aynı türün daha sonraki nesillerine, atalarında görülmemiş bir dirilik kattığı içindir. Bununla birlikte, bu gelişme aşırı da olabilir, tür, ölçüsüz bir biçimde gelişebilir; o zaman tıpkı bir panzehirin hastalığa karşı savunma sağlaması, tiroit bezinin sağlığımızı düzenlemesi, yenilginin gururu, yorgunluğun da hazzı cezalandırması ve uykunun yorgunluğu gidermesi gibi, istisnai bir kendi kendine döllenme eylemi de, sırası gelince, normlardan aşırı derecede sapmış olan çiçeği dizginler, frenler, yeniden kurala uydurur. Düşüncelerim, daha sonra tasvir edeceğim bir yol izlemişti, çiçeklerin görünür kurnazlığından, edebi yaratının bilinçdışı, önemli bir bölümüne ilişkin sonuçlar çıkarmıştım ki, markizin evinden çıkan M. de Charlus’ü gördüm. İçeri gireli daha birkaç dakika olmuştu. Belki yaşlı akrabasından ya da bir hizmetkârından, Mme de Villeparisis’nin hafif rahatsızlığının çok daha iyiye gittiğini, daha doğrusu tamamen geçtiğini öğrenmişti. Kimsenin kendisini görmediğini sandığı o anda, güneş yüzünden gözkapaklarını indirmiş olan M. de Charlus, konuşmasının hararetiyle ve iradesinin gücüyle beslenen, çehresindeki o sahte gerginliği gevşetmiş, o yapay canlılığı silmişti. Mermer solgunluğundaki yüzünde, burnu kocaman görünüyor, ince hatları, kasıtlı bir bakışla biçimlerinin güzelliğini bozacak farklı bir anlama bürünmüyorlardı artık; sadece bir Guermantes sıfatıyla, XV. Palamede olarak, Combray Kilisesi’ne yontulmuş gibiydi şimdiden. Yine de, koskoca bir ailenin bu ortak yüz hatları, M. de Charlus’ün çehresinde daha manevi ve özellikle de daha tatlı bir incelik kazanıyordu. Mme de Villeparisis’nin evinden çıkarken yüzüne safça yayıldığını gördüğüm munisliği, iyiliği, genelde onca şiddetle, tatsız tuhaflıklarla, dedikoduyla, katılıkla, alınganlıkla ve kibirle çarpıtmasına, sahte bir acımasızlığın ardına gizlemesine, onun adına üzülüyordum. Güneşe karşı gözlerini kırpıştırırken, neredeyse gülümser gibiydi; yüzü, bu şekilde dinlendiği esnada, adeta doğal halinde, o kadar şefkatli, o kadar savunmasız göründü ki bana, 1de Charlus’ün, seyredildiğini bilse, ne kadar öfkeleneceğini düşünmekten kendimi alamadım; çünkü erkekliğe böylesine düşkün, erkekliğiyle böylesine gurur duyan, herkesi iğrenç derecede kadınsı bulan bu adamın ansızın aklıma getirdiği şey, geçici olarak yüz hatlarını, ifadesini, gülümsemesini tamamen benimsemiş olduğu bir kadındı.
Marcel Proust – Kayıp Zamanın İzinde #4 – Sodom ve Gomorra
PDF Kitap İndir |