Maurice Leblanc – Arsen Lupen, Herlock Sholmes’a Karşı

Geçen aralık ayının sekizinci günü, Versay Üniversitesi’nde matematik profesörü olan Monsenyör Gerbois, hediyelik eşya dükkânını didik didik ederken, bir sürü çekmecesi olması nedeniyle onu pek memnun eden küçük maun bir yazı masası keşfetti. “Tam da Suzanne’nin doğum günü hediyesi için” diye düşündü. Mütevazı gelirine bağlı olarak her zaman kızını böyle ufak tefek şeylerle mutlu etmeye çalışırdı. Fiyatını sordu ve sıkı bir pazarlıktan sonra masayı altmış beş franka aldı. Dükkân sahibine adresi verirken, içeri son derece şık ve modaya uygun bir şekilde giyinmiş genç bir adam girdi. Antikalara bakınırken genç adamın gözü yazı masasına takıldı ve hemen fiyatını sordu. “Satıldı” dedi dükkân sahibi. “Ah! Zannedersem bu beyefendiye!” Monsenyör Gerbois başını eğdi tam bir beyefendinin dikkatini çeken bir mala sahip olmanın verdiği gururla dükkândan ayrıldı. Ama caddede daha on adım atmamıştı ki elinde şapkası ve son derece nazik bir dille kendisine seslenen genç adam tarafından durduruldu: “Afedersiniz monsenyör; saçma olduğunu düşüneceğiniz bir şey sormak istiyorum. Masayı özel bir sebeple mi aldınız acaba?” “Hayır, şans eseri gördüm ve dikkatimi cezbetti.” “Özel bir ilginiz yoktu yani?” “Of! Sadece almak istedim o kadar.” “Antika olduğu içindi belki de?” “Hayır; çünkü son derece uygundu” diye açıkladı Monsenyör Gerbois. “O halde, daha uygun ve daha iyi durumda olan bir başka masayla değiştirmeye razı olur musunuz?” “Of! Bunun da durumu iyi ve değiş tokuş için bir neden görmüyorum.” “Ama…” Monsenyör Gerbois’in asabi bir yaradılışı ve çabuk sinirlenen bir yapısı vardı. Ters bir şekilde genç adam şöyle dedi: “Yalvarıyorum monsenyör, ısrar etmeyin.” Ama genç adam geri adım atmıyordu. “Masaya ne kadar ödediğinizi bilmiyorum bayım, ama size iki katını öneriyorum.” “Hayır.” “Üç katı.” “Of! Bu kadar yeter” dedi sabırsız bir şekilde profesör, “onu satmak istemiyorum.” Genç adam Monsenyör Gerbois’e bir süre unutamayacağı bir şekilde baktı, sonra arkasını döndü ve hızla uzaklaştı. Masa bir saat içinde profesörün Viroflay Caddesi’ndeki evine getirildi. Kızını çağırdı ve, “Suzanne, burada senin için bir şey var, umarım beğenirsin” dedi. Suzanne neşeli ve sevecen bir mizaca sahip, güzel bir kızdı. Kollarını babasının boynuna doladı ve onu öpücük yağmuruna tuttu. Kıza göre hediyenin krallara layık bir görünümü vardı. O akşam uşak Hortense’in yardımıyla masayı odasına taşıdı; sonra tozunu aldı, çekmecelerini ve kâğıt gözlerini temizledi ve dikkatli bir şekilde kâğıtlarını, yazı malzemelerini, mektuplaşma araçlarını, kartpostallarını ve kuzeni Philippe’nin hediyesi olan ve sakladığı bazı hediyeleri yerleştirdi. Ertesi sabah Monsenyör Gerbois saat yedi buçukta işine gitti. Saat onda her zamanki gibi Suzanne onunla buluşmaya gitti. Babası için, kızının bu narin gövdesini ve yüzünde çocukça bir gülümsemeyle okulun kapısında beklediğini görmek her zaman bir mutluluktu. Eve beraber döndüler. “Ee, yazı masan diyorum, bu sabah nasıldı?” “Muhteşem! Hortense ve ben pirinç çerçeveleri altın gibi parlayana dek onları temizledik.” “O halde masandan memnunsun?” “Hem de nasıl! Merak ediyorum bunca zaman böyle bir şeyim olmadan nasıl yaşamışım?” Eve giriş yolunda yürürken Monsenyör Gerbois,“Kahvaltıdan önce gidip bir bakalım mı?” dedi. “Tamam! Bu harika bir fikir!” Babasından önce merdivenleri çıktı ve odasının kapısına varır varmaz bir şaşkınlık ve korku çığlığı yükseldi ağzından. “Ne oldu?” diye kekeledi Monsenyör Gerbois. “Yazı masası gitmiş!” *** Polisler geldiğinde hırsızın yaptığı işin hayranlık uyandırıcı basitliğine şaşıp kaldılar. Suzanne yokken uşak alışverişe gitmişti ve evde kimse yokken bröve takmış bir yük arabacısı -komşulardan gören olmuştu- arabasını evin önünde durdurmuş ve zili iki kere çalmıştı. Hortense’in evde olmadığını bilmedikleri için komşular şüphelenmemişti; sonuçta adam işini sessiz ve sakin bir şekilde bitirmişti. Masa hariç evde hiçbir şeye dokunulmamıştı. Hatta Suzanne’ın yazı masasının üzerinde bıraktığı cüzdanına bile dokunulmamış ve içindekilerle birlikte bir başka masanın üzerine bırakılmıştı. Görünen o ki, hırsız belli bir amaçla gelmişti ve bu da olayı daha gizemli kılıyordu. Böyle önemsiz bir şey için neden bu kadar büyük bir risk almıştı? Tek ipucu bir önceki akşam profesörün yaşadığı o tuhaf olaydı. Profesör, “Ben teklifini reddedince genç adam çok öfkelendi ve ayrılırken beni sanki tehdit etti.” diye açıkladı. İpucu yeterli değildi. Dükkân sahibi de olayı aydınlatacak bir şeyler söylemedi. O adamı da tanımıyordu. Masayı bir icra olayında Chevreuse’de kırk franka satın almıştı ve makul bir değerde yeniden sattığını düşünüyordu. Polis soruşturması daha fazla bir şey ortaya çıkaramadı. Ancak Monsenyör Gerbois, çok büyük bir kayıp yaşadığı fikrine kapıldı. Gizli bir çekmecede bir servet gizli olmalıydı ve işte bu yüzden genç adam böylesine bir suç işlemişti. “Zavallı babacığım, o servetle biz ne yapacaktık ki?” dedi Suzanne. “Ah çocuğum, o servetle çok avantajlı bir evlilik yapabilirdin!” Suzanne derin bir iç çekti. Şu an acınası bir görüntüden başka bir şey olmayan kuzeni Philippe içindi bu iç çekişler. Ve Versay’daki bu küçük evdeki hayat, eskiden olduğu gibi mutlu geçmiyordu. İki ay geçti. Sonra birbiri ardına tuhaf olaylar yaşandı; şansın ve korkunç talihsizliğin bir karışımı. Şubat ayının ilk günü, saat beş buçukta, Monsenyör Gerbois elinde bir gazeteyle eve geldi, bir koltuğa oturdu, gözlüklerini taktı ve okumaya başladı. Siyaset onu ilgilendirmediği için gazetenin iç sayfalarına baktı. “Basın Birliği Piyangosu’nun Üçüncü Çekilişi. 514 No’lu, 23. seriden bilet bir milyon kazandı!” başlıklı haber anında dikkatini çekti. Gazete ellerinden yere düştü. Duvarlar gözlerinin önünde dalgalandı ve kalbi deli gibi çarpmaya başladı. 514 No’lu 23. seriden bilet ondaydı. Aklında kazanmak bile yokken bir arkadaşından zorla satın almıştı bileti ve işe bakın ki şanslı numara onunkiydi! Çabucak ajandasına baktı. Evet, numara doğruydu. 514 No’lu 23. seriden bilet oraya, kapağın iç kısmına yazılmıştı. Peki ya bilet? Kıymetli bileti koyduğu mektup kutusunu bulmak için hızla masaya koştu, ama kutu orada değildi ve ansızın kutunun orada haftalardır olmadığı düşüncesi kafasına dank etti. Çakıllı yolda eve doğru gelen ayak seslerini duydu. “Suzanne! Suzanne!” diye seslendi. Kız yürüyüşten eve dönüyordu. Koşarak eve girdi. Boğuk bir sesle kekeleyerek kızına, “Suzanne… kutu… mektup kutusu?” diye sordu. “Ne kutusu?” “Louvre’dan aldığım kutu… hani bir cumartesi günü… masanın ucunda duruyordu.” “Hatırlamıyor musun baba, hepsini kaldırmıştık.” “Ne zaman?” “Akşam… biliyorsun işte… aynı akşam.” “Ama nereye?… Çabucak söyle!… Nereye?” “Nereye? Şey, yazı masasına.” “Çalınan yazı masasına mı?” “Evet.” “Ah Tanrım… Çalınan yazı masasına, ha!” Son kelimeler ağzından bir tür uyuşukluk hali içinde sessizce çıkmıştı. Sonra kızının elini tuttu ve sessizce şunlar döküldü dudaklarından: “Bir milyon vardı içinde çocuğum.” “Ah baba, neden bana söylemedin?” diye saf bir şekilde mırıldandı Suzanne. “Bir milyon!” diye yineledi. “Basın Piyangosu’nun çekilişinde büyük ödülün çıktığı bilet o masada.” Olayın vahameti korkunç boyutlarda onları ezmişti ve uzun süre bozmaktan korktukları bir sessizliğin içinde durdular. En sonunda Suzanne; “Ama, baba sana yine aynı parayı ödeyecekler.” dedi. “Nasıl? Hangi kanıtla?” “Bir kanıtın olmalı, değil mi?” “Elbette.” “Yok mu?” “Kutudaydı.” “Kaybolan kutudaydı.” “Evet ve şimdi hırsız parayı alacak.” “Of baba! Bu korkunç bir şey olur. Bunu mutlaka önlemelisin.” Bir an sessiz kaldı; sonra bir enerji patlaması içinde ayağa fırladı, olduğu yerde dikildi ve şunları söyledi: “Hayır, yo, o milyonu alamayacak, alamayacak! Neden alsın ki? Ah, zekiyse şayet hiçbir şey yapamaz. Parayı almaya giderse onu yakalarlar. Evet, şimdi neler olacak göreceğiz sevgili dostum!” “Ne yapacaksın baba?” “Ne olursa olsun, hakkımızı savunacağım! Ve başaracağız. O bir milyon frank benim olacak ve o paraya ben sahip olacağım.” Maurice Leblanc Beş dakika sonra şu telgrafı gönderdi: “Yetkili Banka Müdürüne Capucines Sokağı, Paris. 514 No’lu 23. seriden biletin sahibiyim. Başka bir hak sahibine her anlamda yasal olarak karşı çıkıyorum. GERBOİS.” Neredeyse aynı saatlerde banka müdürü bir başka telgraf daha almıştı: “514 No’lu 23. seriden biletin sahibiyim. ARSEN LÜPEN” *** Ne zaman Arsen Lüpen’in yaşamına kazınmış pek çok olağanüstü maceralardan birini ilişkilendirmeye kalksam, sanki o maceraların en sıradanı bile okurlar tarafından biliniyormuş gibi bir utanma duygusuna kapılıyorum. Aslında bu kadar yetenekli bir şekilde tarif edilmiş “ulusal hırsızımız”ın bir eylemi yok. Üstelik ne büyük bir tanıtımı yapılmıştır, ne bütün aşamaları çalışılmış bir maceradır ne de kahramanlara atfedilen işleri anlatan öyküleri özellikle göz önüne alınarak tartışılmış bir eylemi vardır. Örneğin gazetelerde kocaman siyah başlıklarla “514 No’lu Piyango Bileti!”… “Henri-Martin Bulvarı’nda Cinayet!” “Mavi Elmas!” gibi merak uyandıran bölümleri bu başlıklar altında verilen Sarışın Leydi’nin ilginç öyküsünü bilmeyen var mı? İlgi, ünlü İngiliz dedektifi Herlock Sholmes’un müdahalesiyle daha da arttı! Heyecan, o ünlü sanatçıların arasındaki mücadeleye damgasını vuran pek çok değişiklikle daha da yükseldi! Ve caddelerde gazeteci çocukların “Arsen tutuklandı!” diye bağırdığı gün bulvarlarda nasıl da bir heyecan yarattı! Öyküleri şimdi tekrarlamamamın sebebi gizemi çözmek için bir anahtar yaratmak. O maceralar artık sildiğim bir bilinmezliğin zarfın içine her zaman hapsedilmişti. Eski gazete haberlerini yeniden oluşturuyorum, eski röportajlarla bağlantı kuruyorum, eski mektupları bulunduruyorum. Ve elimdeki tüm malzemeleri düzenleyip onları mutlak doğruya indirgedim. Bu çalışmadaki işbirlikçilerim Arsen Lüpen’in kendisi ile Herlock Sholmes’un arkadaşı ve sırdaşı olan tanımlanan Wilson. O iki telgraf yayınlandığında hepiniz kopan kahkaha tufanının anımsarsınız. “Arsen Lüpen” ismi kendi başına merak uyandıran bir isim, basın için bir eğlence vaadi. Banka Müdürü şu gerçeklere dayanarak hemen bir soruşturma başlattı: 514 No’lu 23. seriden bilet, daha sonra atından düşerek ölen bir topçu subayı olan Bessy’ye Versay’da piyango kurumunun bir şubesinden satıldı. Ölümünden kısa bir süre önce arkadaşlarına bileti bir arkadaşına verdiğini söylemişti. “Ve o arkadaşı benim” diye onayladı Monsenyör Gerbois. “Kanıtlayın” dedi banka müdürü. “Elbette kanıtlayabilirim. En az yirmi kişi Monsenyör Bessy ile yakın arkadaş olduğumuzu ve sonunla sık sık Cafe de la Placed Armes’de buluştuğumuzu söyleyecektir. Ona iyilik olsun diye, bir gün o bileti yirmi franka o kafede almıştım.” “Bunun için şahidiniz var mı?” “Yok.” “Bunu nasıl kanıtlamayı umuyorsunuz?” “Bana yazdığı bir mektupla.” “Ne mektubu?” “Bilete iliştirdiği bir mektup.” “Gösterin o zaman.” “O da biletle birlikte çalındı.” “O zaman onu bulmalısınız.” Kısa bir süre sonra Arsen Lüpen de mektubu öğrendi. Kendisinin resmi kurumu olan Echo de France adlı gazetede kısa bir paragraf yer aldı ve paragrafta kendisinin hisse sahibi olduğu ve Arsen Lüpen’in haklarını temsil eden onun avukatı ve resmi danışmanı olan Monsenyör Detinan, Monsenyör Bessy’nin bu mektubu bizzat Arsen Lüpen’e yazdığını iddia ediyordu. Bu haber büyük bir kahkaha kopartmıştır. Arsen Lüpen bir avukatla birlikte! Arsen Lüpen modern toplumun kural ve geleneklerine uyarak Paris’te çok iyi tanınan bir avukatı kendine tuttu. Monsenyör Detinan, Arsen Lüpen’le tanışmaktan hiç keyif almazdı -gerçekte pişmanlık duyuyorduama yine de bu gizemli genç adam tarafından tutulmuştu ve bu seçimden dolayı büyük gurur duruyordu. Müvekkilinin hakkını savunmak için en iyi şekilde hazırlandı. Monsenyör Bessy’nin mektubunu göstermekten mutlu, hatta onur duymuştu. Ama mektup el değiştirmeyi kanıtlasa bile satın alan kişinin ismini belirtmiyordu. Sadece “Sevgili Dostum” yazıyordu. “Sevgili Dostum, ben oluyorum!” diye ekledi Arsen Lüpen mektuba iliştirilmiş küçük nota bakarak. “Bunun en iyi kanıtı da mektubun bende olmasıdır.” Gazeteci sürüsü sadece şunu tekrarlayan Monsenyör Gerbois’e doğru hızla yöneldi: “Sevgili Dostum ben oluyorum… Arsen Lüpen biletle birlikte mektubu da çaldı.” “Bırakın da kanıtlasın” diye hemen cevabı yapıştırdı Arsen Lüpen. “O yapmış olmalı, çünkü yazı masasını o çaldı!” diye bağırdı aynı gazetecilerin önünde profesör. “Bırakın da kanıtlasın!” diye cevap verdi Lüpen. 514 No’lu bilete sahip olduklarını iddia eden iki kişi tarafından oynanan eğlendirici bir komedi filmi gibiydi; ve Arsen Lüpen’in sakin tavırları zavallı Monsenyör Gerbois’in sinirleri harap olmuş endişeli haliyle zıtlık yaratıyordu. Gazeteler bu bahtsız adamın feryatlarıyla doluydu. Bahtsızlığını dokunaklı bir açık sözlülükle anlatıyordu. “Beyler, Suzanne’ın masasını çalan kişi o hergele, anlıyor musunuz? Ben kendimi düşünmüyorum… ama Suzanne için istiyorum! Bir düşünsenize, koskoca bir milyon! Yüz bin frankın on katı! Ah! O masanın bir hazine sakladığını çok iyi biliyordum!” Hasmının masayı çalarken çekmecesinde bir piyango bileti olduğunu bilmediğini ve hiçbir şekilde o piyango biletine büyük ikramiyenin vuracağını öngöremeyeceğini ona anlatmanın bir faydası yoktu. Profesör şöyle cevap veriyordu: “Saçma, elbette biliyordu! Bilmeseydi, neden işe yaramaz, eski bir masayı çalma zahmetine katlansındı ki?” “Bilinmeyen bir nedenle; ama o zamanki değeri yirmi frank olan bir kâğıt parçası için değildi elbette.” “Bir milyon frank! Biliyordu, o her şeyi biliyordu… Ah! Onun ne alçak bir adam olduğunu bilmiyorsunuz!… Sizden tabi bir milyon frank çalmadı!” Tartışma daha uzun süreceğe benziyordu ama on ikinci gün Monsenyör Gerbois, Arsen Lüpen’den üzerinde “çok gizli” ibaresi bulunan bir mektup aldı ve okumaya başladı: “Monsenyör, basın bizim tartışmalarımızı eğlence haline getirdi. Sizce de ciddi olmanın zamanı gelmedi mi? Durum şu: Yasal hakkım olmayan bir bilete sahibim ve siz de sahip olmadığınız bir biletin yasal hakkına sahipsiniz. Hiçbirimiz bir şey yapamıyoruz. Siz haklarınızdan feragat etmeyeceksiniz, ben de bileti size vermeyeceğim. O halde ne yapmak gerek? Bunun tek çözümü var: Parayı paylaşmak. Yarım milyon size, yarım milyon bana. Adil bir paylaşım değil mi? Bana göre eşit ve acil yapılması gereken bir çözüm. Bu teklifimi düşünmeniz için size üç gün süre veriyorum. Perşembe sabahı Echo de France’da önerimi kabul ettiğine dair mesaj sayfasında Arsen Lüpen’e hitaben yazılmış gizli bir mesajın olduğunu okumayı bekliyorum. Böyle yaparsanız bileti size vereceğim, siz gidip parayı alacaksınız ve daha sonra size tarif edeceğim şekilde yarım milyonu bana göndereceksiniz. Reddetmeniz durumunda aynı sonuca ulaşmak için başka yollara başvuracağım. Böylesi inatlaşmaya devam ederseniz sonuçlarına katlanırsınız, bunun size bedeli ek olarak yirmi beş bin franka mal olacaktır. Bana inanın monsenyör, her zaman sadık hizmetkârınız olarak kalacağım. ARSEN LÜPEN.” Öfkeden deliye dönmüş Monsenyör Gerbois, mektubu göstermek ve mektubun bir kopyasının alınmasına izin vermek gibi çok büyük bir hata yaptı. Öfkesi sağduyusunun önüne geçmişti. “Hiçbir şey! Hiçbir şey alamayacak!” diye bağırıp duruyordu gazetecilerin önünde. “Paramı onunla paylaşmak mı? Asla! İstiyorsa bileti yırtıp atsın!” “Beş yüz bin frank hiçbir şeyden daha iyidir.” “Mesele bu değil. Mesele benim hakkım ve o hakkımı mahkemede kazanacağım.” “Ne! Arsen Lüpen’e savaş mı açıyorsunuz? Çok eğlenceli olacak.” “Hayır, banka müdürüne. Bana bir milyon frank ödeyecekler.” “Bileti göstermeden ya da en azından bileti satın aldığınıza dair kanıt göstermeden mi?” “O kanıt var, Arsen Lüpen masayı çaldığını itiraf ediyor işte.” “Ama Arsen Lüpen’in sözü mahkemede geçer mi?” “Önemi yok; ben savaşmaya hazırım.” Gazetecilerin olduğu bölüm neşeyle bağırdı; bahisçiler Lüpen lehine hemen bahse girmeye başladılar. Perşembe günü Echo de France’ın mesaj bölümü halk tarafından büyük bir dikkatle incelendi ama Arsen Lüpen’e yazılmış bir mesaj bulamadılar. Monsenyör Gerbois, Lüpen’in mektubuna yanıt vermemişti. Bu savaş ilanıydı. O akşam gazeteler Bayan Suzanne Gerbois’in kaçırıldığını duyurdular. *** Sözde Arsen Lüpen tiyatrosu olacak şeye Parisli polislerin katılmasıyla, bu komik olayda en eğlendirici karakterler onlar oluyor. Polis olmasaydı Arsen Lüpen konuşur, planlar, yazar, yönetir, tehdit eder ve idam eder. Onun hesaplamalarında polisin hiç yeri olmamıştır. Ve polis de elinden geleni yapar. Ama öyle bir düşmana, onları aşağılayan ve görmezden gelen bir düşmana karşı ne yapabilirler ki? Suzanne evden ona yirmi kala ayrıldı; uşağın ifadesi böyleydi. Onu beş geçe okuldan çıktığında profesör kızı her zamanki beklediği yerde bulamadı. Sonuçta ne olduysa Suzanne’ın evle okul arasında yürüdüğü o sırada meydana gelmişti. İki komşusu onunla evden birkaç yüz metre sonra karşılaşmıştı. Bir kadın caddede ona benzer bir kızı gördüğünü söyledi. Başka da gören olmamıştı. Dört bir yandan soruşturma yapıldı; demiryolu işçileri ve sokaktaki arabacılar sorgulandı ama hiçbiri kaybolan kızı görmemişti. Nihayetinde Villed Avray’de kaçırılmanın olduğu gün, Paris’ten gelen bir arabaya benzin koyan bir dükkân sahibini buldular. Tanık, arabada sarışın, aşırı derecede sarışın bir kadının olduğunu söyledi. Bir saat sonra araba yeniden Villed Avray’de, Versay’dan Paris’e gitmek üzere geçmişti. Dükkân sahibi arabada bu kez çok aşırı şekilde örtünmüş bir başka kadın olduğunu belirtti. Şüphesiz o kadın Suzanne Gerbois’ti. Kaçırılma gün ortasında, kalabalık bir caddede ve şehrin merkezinde gerçekleştirilmiş olmalıydı. Nasıl? Ve hangi noktada? Ne bir çığlık duyulmuştu ne de şüpheli bir hareket görülmüştü. Dükkân sahibi arabayı Peugeon&Co firması tarafından yapılmış yirmi dört beygir gücünde parlament mavisi bir limuzin olarak tarif etti. Soruşturma arabayla kaçırılma olaylarında uzmanlaşmış bir kadın olan Madam Bob-Walthour tarafından işletilen Grand-Garage üzerinde yoğunlaştırıldı. Ne daha önce ne de daha sonra hiç görmediği bir sarışın kadına, kaçırılma olayının olduğu gün bir Peugeon limuzini kiraladığı ortaya çıktı. “Şoför kimdi!” “Ernest adında genç bir adamdı, bir gün önce tanışmıştım. Bana çok iyi bir tavsiyeyle geldi.” “Hâlâ burada mı?” “Hayır. Arabayı geri getirdi, ama o zamandan beri görmedim” dedi Madam Bob-Walthour. “Onu nerede bulacağımızı biliyor musun?” “Onu bana tavsiye edenleri görebilirsiniz. İşte isimleri.” Soruşturma devam ederken bu isimlerin hiçbirinin Ernest’ı tanımadığı ortaya çıktı. Tavsiyeler sahteydi. Her bir ipucu polis tarafından araştırılıyordu. Ancak hiçbir yere varamıyorlardı. Gizem çözülmeden kalmıştı. Monsenyör Gerbois’in böylesi adil olmayan bir savaşta savaşmaya ne gücü vardı ne de cesareti. Kızının kaybolması onu yıkmıştı; düşmana boyun eğmişti. Echo de France’daki kısa bir açıklamayla şartsız teslim olmayı kabul etti. İki gün sonra Monsenyör Gerbois banka müdürünü ziyaret etti ve müdüre 514 No’lu 23. sıradan piyango biletini verdi. Müdür şaşkınlıkla, “Ah! İşte bilet! Size geri vermiş anlaşılan!” dedi. “Yanlış yere koymuşum. Olay bu,” dedi profesör. “Ama çalındığını iddia etmiştiniz.” “Evet, ilk başta öyle olduğunu sandım… ama şimdi burada.” “Biletin size ait olduğunu gösteren bir kanıta ihtiyacımız olacak.” “Biletin sahibi Monsenyör Bessy’nin mektubu yeterli olacaktır!” “Evet, olacaktır.” “İşte, buyurun” dedi profesör mektubu uzatırken. “Çok iyi. Belgeleri buraya bırakın. Piyango kuralları biletin size ait olup olmadığını araştırmak için on beş gün süre veriyor. Paranızı alacağınız zaman size bildireceğiz. Bu olayın daha fazla büyümeden kapanması yönündeki arzunuzu anladığımı sanıyorum.” Arsen Lüpen Herlock Sholmes ‘a Karşı “Hem de çok iyi.” Monsenyör Gerbois ve müdür sessizliklerini korudular. Ama sır bir şekilde ortaya çıktı, çünkü kısa zamanda insanlar Arsen Lüpen’in bileti profesöre verdiğini öğrendiler. Halk haberi şaşkınlık ve hayranlıkla kabul etti. Aslında masaya biletle aynı öneme sahip bir koz atacak kadar cesur bir oyuncuydu. Ama bu doğruydu, elinde bilet kadar önemli bir koz tutuyordu. Peki ya genç kız kaçsaydı? Ya da Arsen Lüpen tarafından tutulan rehine kurtarılsaydı? Polis, onların düşmanın zayıf noktasını bulduklarını düşünüyordu ve şimdi çalışmalarını iki katına çıkarmışlardı. Arsen Lüpen kendi eylemiyle silahsız kalmıştı, kendi arabasının tekerleri altında ezilmişti, almaya can attığı bir milyonun her bir kuruşundan mahrum kalmıştı… halkın ilgisi artık düşmanının tarafında yoğunlaşmıştı. Ama Suzanne’ı bulmak gerekiyordu. Ve ne onlar kızı buldu ne de o kaçabildi. Sonuçta ilk eli Arsen Lüpen’in kazandığını itiraf etmek lazımdı. Ama oyuna henüz karar verilmemişti. En önemli nokta hâlâ duruyordu. Bayan Gerbois onun elinde ve beş yüz bin frankı alana kadar elinde tutacak. Ama böylesi bir takas nasıl ve nerede yapılacak? Bunun için bir görüşme ayarlanmalıydı. Monsenyör Gerbois’in polisi uyarmasını engelleyecek şey, hem kızını kurtaracak hem de parayı elinde tutmasını sağlayacak. Gazeteciler soru soruyorlardı ama profesör bu konuda ketum davranıyor, şu cevabı veriyordu: “Söyleyecek bir şeyim yok.” “Ya Bayan Gerbois?” “Soruşturma devam ediyor.” “Ama Arsen Lüpen size bir mektup yazmış?”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir