Necati Tosuner – Cikmazda

“Evet, Yargıç Bey. Bütün insanların yüzüne tükürmek isteyen benim. Ve onlar bencillikleriyle bunu çoktan hak ettiler. Neymiş, bana yaptıklarından sonra, insanların yüzüne tükürmek istemişim… Ben suçlu değilim. Suçlu onlar. Ve Tan-rı’ysa insanlara bencilliği veren, suçlu Tanrı’dır. İstemem ki bunca umut bağladığımız Yaradan, bu denli küçük olabilsin. Issız gecelerde ağlamalarımın nedeni o Tanrısal güçse, insanları bağışlayabilir miyim? Gerçekte, “insanlık” denilen, bir kendini düşünme, bir kendini beğenmeden başka nedir? Ve insanlar, insanlığı bencilliklerine kurban etmediler mi? Çok şey mi istemiştim? insandım. Bunu duyuyordum içimde: İnsandım. Aralarında bir yerim olduğunu ummaktı ilk suçum. Onlar bencilliği temel seçtikleri bir düzen kurmuşlardı. Bir kesin çizgiyle beni kenarda bırakan, değişmez ölçüleri vardı. Ben eksik adamdım. Ben sakattım onlarca. Ben aralarına giremez, ben onların yüksekten baktığıydım.


Ben ezilen adamdım. Ben gülünen, ben bakışlarıyla kırdıkları acınan adamdım. Ben sevilmezdim. Ben sevemezdim. Ben gülemezdim. Ben, alay konusu ben, yaşamayı yaşayamazdım Yargıç Bey. “Düzen” diye bir düzensizlik vardı ortada. Bütün bunlar bir alınyazısıysa eğer, Tanrı, niye hakbilir diye tanıttı kendini? Ve çağlar boyu “erdem” diye anlatılan nedir? “İnsanlık” diye dört elle sarıldığımız… Bu kuralları koyanlar, “ahlak” diye en büyük ahlaksızlığı yaratanlar ve bunu böyle isteyen – istemese de karşı durmayan- insan bencilliği… Suçlu onlardır. Ve Tanrı’dır en büyük suçlu. Bana çekilmez acılar veren ve başkaldırışını yasaklayan Tanrı… Ve işte bu bencillik düzeni, düzensizliğini işliyor yine. Ve onun başkoruyucusu sen, sen de suçlusun Yargıç Bey. Şimdi şu karşındaki ben… Adı şimdi “sanık” olan ben, “suçlu” diye, bir yere kapatılacağım. Değişik bir şey mi olacak bu? Beton duvarlar arasına kapatmakla beni, ne de- ğişecek? Sanki insanların arasında tutuklu değil miyim ben? Ve bu ilk yargılanışım değildir. İnsanlar -sözde gizliden- kendilerince yargılayıp, bakışlarıyla cezalandırmadılar mı beni? Ve üzerime kapatacağınız bir demir kapı, dışarıda, insanların “sakat” diyen bakışlarından daha mı ağır olacak sanırsınız? Ve tüylerimin şu dikelişi, korkudan değildir, bilesiniz. Bir büyük başkaldırmanın ilk serin ürpertileridir bunlar.

Ve şu bedenime yayılan ter, insanlığın haklarını savunduğunu sanan kişilerin, bakışlarının kirli yakıcılığındandır. Ve şurada her yana sinmiş bir bencillik kokusu… Siz, onu yaratanlar, belki duymazsınız bunu ve suçlu görmeyebilirsiniz kendinizi. Ama ne iğrenç olduğunu bir bilseniz. Düzensizliğe alet olmak görevse, göreviniz beni suçlamaktır. Bencilliğin suç sayılmadığı yerde, onun acısını çekenler karşı çıktıkça suçlanacaktır. Ama bencilliği örtebilecek midir bu? Evet, insanların yüzüne tükürmek isteyen benim. Ama bütün dinlerin kuralları ve dindarlıkla en büyük doğruluğu bulduklarını sananlar, ezdikleri kişilere tepeden bir acımayı erdem sayanlar, eksikliğimin nedenini yaratan insanlar ve Tanrı, hiçbir şey suçlayamaz beni. Ben suçsuzum. Ve insanlar “erdem” diye acımanın arkasına gizlemişlerdir bencilliklerini. Ve bitmek bilmez bir mutsuzluk… İnsanlığın eksik kişiye verdiği nedir ki?. “Alınyazısı” diye bırakabilse kendini, avunacaktır belki. Ya da insanlara, onlardan daha da büyük bir bencillikle karşı koymaya çalışarak… Ama uzun sürecek midir bu? Gerçeğin ağırlığında ezileceği günler yakındır. Bir düzensizliğin varlığını görmek… Eksik adam çıkmazda şimdi. Sanır mısınız, yaşanacak yeri kalmıştır yaşamanın, başkaldırılmazsa?. Ve ben başkaldırıyorum işte.

Bu düzensizliğe, insanı, insandan ayıran bencilliğe karşıdır savaşım. Kişi savaştıkça güçlüdür. Bencilliğe karşı durandır insan olan. Benim yaşıyorum demem, savaşıyorum dememdir. Ve ben savaştıkça yaşayacağım Yargıç Bey.” -I- Kentin bir uzak kıyısıydı. Tepelere yürünür, bir zamanlar deve kervanlarının gelip geçtiği yokuştan tırmanılır ve yokuşun üst başına gelince durup, bir derin soluk almadan edilemezdi. Dönüp geriye bakıldığında kolaylıkla görülürdü. Kent, artık uzaktadır. Kıyıda köşede kalmanın sızısı yüreklere bir dolar, bir iç çekilir, yüreklere dolan sızı bir boşalırdı. Yorgunluk çıktı sanarak, telaşlı ve gecikmiş adımlarla kestirmeye vurulur, verimsiz bağlar arasından yürünürdü. Ve kışlanın tel örgüleri ardında, marşlar söyleyerek dönen bir bölük asker görülünce, evlerine yaklaşmış adımlar daha bir hızlanırdı. Ev, gizliden çamur karıp, kerpiç kesilen ve kurur kurumaz üst üste dizilen, bir büyücek odadır. Baş sokulan bir dam altı, bir büyük ataymışçasına değerli ve dikili üç beş fidan, durup durup gülücükler dağıtan bir torun gibi sevimlidir. Genç kayısı ağaçlan ilk ürününü veriyordu o yıl.

Kapı önünde bir çam ve orta yerde bahçenin tek kiraz ağacı… Bir de kuyu başında leylaklar ve soğan, marul, nane fideleri… Yumurtlamayan bir tavuk ve ötmeyen bir horoz da unutulmamalı. Akşam beş sonraları adam işten dönünce, önce bahçesini bir dolaşır, leylaklardan bir demet yollardı konu komşuya. Sonra ağaçların dipleri açılır, su, kuyudan çekilirdi. Ve ıslanmış toprak kokusu leylaklara karışırdı. “Mutluluk nedir” diye düşünülmese de, işinin bitmez yazışmalarından kurtulmuş, bahçesiyle uğraşan adam, mutlu sayılabilirdi. Pazar günleri iş çoktur. Adam evin badanasını yapıyordu, karısı, kireç süzüp taşıyordu ona. Birden, iki büklüm çömeldi kadın oracığa. Kireç tenekesi gürültüsüz devrildi. Adam sövdü. (Anladı, anlamadı değil ya, bizim erkeklerimiz kadınına ilgi göstermeyi küçüklük sayar da hani…) Sonra komşu kadına haber edildi. Büyük memelerini hoplatarak geldi komşu kadın. Ve önlüğünü çözüp bir yana attı. Çok geçmedi, “erkek” dedi. Babadır, bıraktı adam kireci karıştırmayı bir an, sevindi.

Tavana salıncağı kurdular. Kutsal üç aylar… Çocuk erkek, ayağı uğurlu. Yağmurlar kesildi, kayısılar sarardı. Bir yaz boyu akşamları, tatilleri çalışıldı, bir oda yanına bir aralık eklendi. “Bu kış rahatız…” dendi. Adam, çiti, kapıyı, çıkrığı onardı; kadın erişte kesti, kayısı kuruttu. Leylakların dibine bir çardak kuruldu, gün batımında oturuldu. Günler, ağır da, güç de olsa, güzeldi. Yapraklar sararmış, dökülüyor. Bir savaş başlar yeryüzünde. İnsan, insana düşman… İnsan, insanın düşmanı… Ülkeniz savaşa katılmasa da, savaş sınır tanır mı? Geceler karanlık. Küçük gaz lambası da yanmaz olmuştur artık. Şimdi bize oyuncakmış gibi gelen, o pır pır uçakları arayacaktır ışıldaklar göklerde. Ne günlerdir savaş günleri… Savaşı yoksullar için verir belki de Tanrı. Kulunu sınar mıdır, nedir?.

Adam, anası, babası, bir de küçük kızıyla oğlu… Ve evin bitmeyen borcu… Ah, ekmek, hani ekmek?. Ekmek böyle tatlıdır ancak. Ekmek böyle acıdır işte. Kayısı, bahçenin kayısısıdır da, ondan mı hoşafın tadı tuzu yerinde? Ve yoklar sofrasında dudaklardan eksilmeyen, “buna da şükür”lerdir. Savaşın üçüncü yılı. üç yaşında bir çocuğa da nasıl bakmalı bilmem ki… Kadın su çekiyordur kuyudan; sıska, zayıf bir vücut salıncaktan düşerse bir gün, ne denir?. Niye küçüklerin alın çizgileri eğridir savaş yıllarında? Olacak işte… Binlerce çocuk bir yerlerden düşer bir şey olmaz da… Kader mi? Rastlantı mı? “Akacak kan damarda durmaz.” mı derler hani… Kadın gelir, ne görsün… Atar kovalan elinden, bağrına basar yavrusunu. İçinde bir büyük, bir kötü şeylerin korkusu, çöker sedire, ağlar. “Allah’ım sana emanet…” der. “Sana sığındım, sen koru…” der. Der ya, Tanrı bildiğinden şaşar mı? Geceleri durmaz ağlar bir çocuk. Kadının gözleri hep yaşlı, adamın kaşları çatık. Dışarıda savaş, içerde kıtlık… Ekmek mi, şeker mi, yakacak gaz mı? Dudaklarda hep aynı söz: “Savaş bir bitse…” “Savaş bir bitse…” Savaş biter mi? Çocuk ağlasın dursun… Kimselere bir şeycik söyleyemedi kadın. Tann’ya bırakmıştır, ne yaparsa, o yapar… Eh, Tanrı bilir yapacağını.

Çok geçti mi, geçmedi. Büyüğü kız -yedisindeydi- boğmacadan gitti. “Allah verdi, Allah aldı…” oldu. Ve bir gün, “savaş bitti” dediler. Savaş biter mi hiç? Kaç kişi zengin oldu fasulyeden, şekerden?. Savaş biter mi? Kadın, baktı kaynanadan korkmakla olmayacak. Çocuğun sırtında bir kemik… Daha saklayamadı, söyledi. “Salıncaktan düşmüştü…” dedi. Adamın kulağına gitti ve dayağı yedi. Bir umut beyaz odalarda şimdi. Doktordur, okumuş, büyük adam… Nasıl da bilir… Salıncaktan mı düşmüş?. Başına vurulunca da çöküyorsa… “Hımmm… Önce filmini görelim.” denir. Yatırmak mı gerekli? Kimin içindir hastaneler?. Babası da bir küçük memur… Salıncaktan da düşürmeseydiler… “Hele alçı korsaya alalım şimdilik…” Tıp kitabı böyle mi yazar?.

Eh, ne demeli?. Derdini veren Tanrı… Pamuklar, tülbentler ve sıcak alçı kokusu… Çocuk buna güler, bilir misiniz?. “Hele şimdilik” alçıya alınmıştır ve adam bir yerlerde ilaç diye sıra bekler. Savaş yılları geride kaldı. Ama savaş bitmedi. Silahlar yapılmış, insanlar birbirini öldürmüştü yeryüzün- de. Silah bu, kimini öldürür, süründürür kimini… “Biz… İnsanlık… Vatan… Özgürlük…” Olacaktır. Kimisi öle cek, kimisi sakat kalacaktır. Boğmacadan, sıtmadan kırılan çocuklar… Boğmacadan, sıtmadan ölünür mü? Ölünür. Arı suyu kinin diye satan kimdir? İnsandır, zen gin olmak ister. Olur da. Zengindir, insan mıdır? İnsan silah yapar. İnsan silah satar. Tetiklerde insan eli. Par maklar ülkeler üzerinde.

Eller, paralarda eller. Yürekler- 15 de birden yükselme tutkuları… İnsandır ya, insan… Gün dediğin gelir, geçer. Koştukça, oynadıkça bükülür bir çocuğun beli. Sinsi sinsi büyüyen yumruk gibi bir çıkıntı sırtında. Bir dert, kaynamaz kemikleri. Bir kadın, çileli. Adamın saçları ağardı. “Bu çocuk iyi beslenme ister.” İster ya, et, süt nedir bilinmeyen bir evde, bir çocuk nasıl beslenir? Kimbilir nerden öğrendi, “Kaptan olacağım.” der durur. Adam tahtadan gemiler yaptı ona, kadın, kollarına sırmalar işledi. Kaptan dediğin öyle olur ancak… Savaştı o. Yoksulların evlerinde bir sert yara… Ve yeryüzünde paralar… İnsanlar ne çok sevdi parayı… Ve yükselmeyi… Çocuk kaptan olacaktı. İnsanlık, erdem söylevleri alanlarda… Ve hakbilirdir Tanrı… Dua edilir, yalvarılır, “neye yarar” denilmez. Kimse bilmez ne iştir, Tanrı bilir işini… Ve dünya döner.

-II- Evet, dünya döner ve olan olmuştur. Bir çocuk, bir alçı gömlek sırtında… İnce kolları ve ince bacakları… “Bir de akıllı ki.” der, saçlarını severmiş görenler. Bir şeyler sezinlese de, bilmez, o yakıcılık nedendir. İnsanların elleri hep böyle mi gelecektir ona?. Her şeyden habersiz bir avunuş doludur günlerde. Kıyı semtlerin çocuk oyunları… Sigara kutuları, kayısı çekirdekleri… Yirmi beş binlik bir sigara kutusu bulunduysa, o akşam, ne güzel akşamdır… Ve ne güzel gündür, bir çocuktan üç beş kayısı çekirdeği kazanılmışsa… Günler, çamaşır leğeninde yüzdürülen gemidir. Okul kaptanlığa giden yoldu. Ama arkadaşlarının itelemeleri… Ağlamadı. Bir şaşırdı, bir şaşırdı… Daha ne ki, ağlamayı da öğrenirdi nasılsa… Bir çocuk için bayramdan daha önemli ne olabilir? Denildi ki: “Bayrama gideceğiz, herkes temiz giyinip gelsin.” Hani, bayram günleri çocuklar hep erken uyanır ya, uyandı erkenden, temiz temiz giyindi, okula gitti. Bütün çocuklarda birazcık heyecan, çokça sevinç, sıraya girildi. Yürüyüş başlayacaktı, bir bayan öğretmen geldi. (O günkü törenin sorumlusu olsa gerek.) Sıraları dolaştı bir bir… “Gel buraya!” dedi ona.

Çocuktur, anlamadı bir şey. “Çekil oradan dedim sana…” diye kızdı öğretmen. Tuttu kolundan onu, çekti duvarın dibine. Ve yürüyüş başladı. O, orada öylece kaldı. “Ben gitmeyecek miyim bayrama?” Çocuklar, anlayamadıkları bir kötülük sezince, sessiz bir durgunluğa düşer, bakar kalırlar. Yoktu. Artık hiç kimseler yoktu okulun bahçesinde. Gittiler. Hep bayrama gittiler. Niçin götürmediler kendisini, anlamadı. Anlamadı ama bir şeydir geldi, takıldı boğazına… Okulun bahçe duvarına oturdu, demiryoluna baktı, baktı… Bir tren geçti. Kalktı, bir taşa top gibi vurdu, yürüdü. Kızgınlıktı. “Niye götürmediler beni?” Koştu inatla, yetişti.

Bir süre gitti onların ardı sıra. Öyle yalnız başına giderken görünmekten mi çekindi, döndü geriye. Başı öne düşmüş, yürüdü. Nasıl bilsin, büyük adamlardan biri değişmiştir. (İşin içine büyük adamlar girince, insanlarda bir titizliktir başlar. Bir yanlışlık korkusu mudur, bir yaranma umudu mudur, özentili bir telaştır gider.) Bütün okullar, dizi dizi yeni büyük adamın önünden geçecek ve büyük adam onlara bakacaktır. Ve okulun tören işlerini düzenleyen öğretmen, büyük adamın onu görmesini istemez, nasıl bilsin?. Evlerine çıkan yokuşun başına geldi, kaldı. İnsanlardan çekinmez oldu, ağladı. Sonra eve döndü, hiç ses etmedi. Bir şeyleri ucundan ucundan sezinler olmuştu. Bayram ki, adı “Çocuk Bayramı”dır. İlk resimlerinde gemiler vardı. Ve çizdiği -incecik, titrek- insanların kolları şeritliydi hep.

uyanış nasıl başlar bilir misiniz? Bir kıza “Ben kaptan olacağım…” denilir ve tutar, kızın saçını çekerse bir gün… (Çocukları severken hep arkadaşlarını kötüleriz ya, kız da öylece öğrenmiş olsa gerek.) “Hadi ordan…” der. “Kaptan olacakmış… Seni askere bile almazlarmış hem… Sen…” Yok, kız büyüyünce iyi yürekli olacak, belli. Yine de gerçeği tam söylemedi. İlk yıkılıştır bu. Kollardaki sırmalar sökülecektir, kaptanlık bitmiştir artık. Küçük tahta gemiler çatı arasına atılır. -III- İş, oyuncak gemilerin çatı arasına atılmasıyla kalsa, iyi. Yaş on beşti. Yazdı. Artık, kentin bu uzak kıyısının birdenbire büyüyen, bir şeyleri iyiden iyiye bilmeye başlamış çocukları, kayısı çekirdeklerini ve sigara kutularını bırakıp, bir yeni oyun oynar olmuşlardı. Sevmek oyunu. Dudaklar ıslıklı ve eller cepteydi. Semtin sokakla rında dolaşılır, kimi evlerin önüne gelince, ıslıklar bir den başlardı. Bahçelerde, kayısıların gölgelerinde toplaşan, göz altından bakıp fısıl fısıl konuşan, semtin, beştaş oyununu geride bırakmış kızlarını görür bir köşe seçip oturulur, yaşanmış, yaşanmamış hikâyeler anlatı lırdı.

Yazın bunaltıcı sıcakları gelip çattığında, dal bu dak saldı, herkese yayıldı sevmek oyunu. 19 Sevdi. Yaşıtları birer kıza sahip çıkmıştır hep. “Seninki… Benimki…”dir kızların adı. Top oyununda geri kalmaya benzemez bu iş. Aranır taranır, -pek ortalıkta görünmediğinden henüz paylaşılmamış olacak- bakkalın büyük kızı seçilir, “Benimki…” denir. Ve kızın adı “Kamburun-ki’dir artık. Kimi kızlar bu paylaşmaya razıdır hani… Aralarında “Seninki. Benimki…” diye konuşur onlar da. Ama bakkalın kızı dudak bükmeyi bilecek çağdadır. Omuz silker, “Kala kala ona mı kaldım?.” der. Der de, kızın sözünü hemen nasıl da yetiştirirler… On beş yaşın eksik adamı… Bir şeyler kopar içinde, gözleri önüne serilir bir şeyler… İnsanlardan başka olmak… Arkadaşlarından başka… Anlar. Bir iyi anlar başkalığı… Nedenini araştırmaz, katlanır. “Doğru.

Bana mı kaldı?.” der. Der ya, bir korku yüreğinde: Alay edilmek, unutmaya çalışır olanları. Arkadaşlar arasında kız konusu açıldıkta, susmayı seçer. Kitapların anlattığı sevgi, mutluluktu. Gittikçe daha bir inanır oldu komşu kızını sevdiğine. “Olsun.” diyordu. “O ne derse, desin. Ben hep seveceğim onu. Bir gün gelecek, o da inanacaktır sevgime…” Bir kıza kendini tutkun bilmek, ondan, çevreden alay görmek hep… Sıkıcı bir oyun olsa gerek bu. Günler kişiye öğretir yerini. Ve eksik kişinin yeri nedir yeryüzünde? Ah, bir yeri vardır sandı. Aldanıştı. En güç iş unutmaktır, Hele eksikliğini unutmak çabası… Kendince kurma bir sevi, bir çocukluk özentisi sönerdi bir gün.

Arkadaşları ilk kızlarını unuttular, ama unutamadı o. O alay edilmişliği, o ilk yenilgiyi, “neden, neden” diye kendine sorduğu geceleri, unutabilir miydi? Komşu kızından çok, kendinden o küçük mutluluğu kimin esirgediğini düşünecekti. Ve içinde o eski yaradan bir iz, bir ince sızı, hep duracaktı öyle. Düşünmek, eksik adamı açmazlara sokmaktan başka neye yarardı?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir