Nezihe Meriç – Yandırma

Şimdi, bu öyküyü yazmak için, masanın başında oturmuş düşünüyorum. Düşünüyorum da, bir öykü ne şaşırtıcı, ne garip oluşumlarla başlıyor, gelişiyor, kotarılmaya hazırlanıyor. Günlerden bir gün, herhangi, sıradan, hiçbir özelliği olmayan bir gün, uyanıyorum. Büyük kentte yaşayan bir kadın olarak, başlıyorum günlük yaşamımı sürmeye. Yüzünü yıka, giyin, çayını demle, kâküllere iki kıvırıcı tak, kapıdan gazeteni al, telefonlarını et, yatağını düzelt, ortalığın geceden kalan dağınıklığını toparla, öğle sonu yapacağın işler için, gereken hazırlıklarını tamamla vb… Derken bir telefon! Eskiden oturduğun apartmandaki kapı komşun; bir ahbap. Yüzü güzel, elleri güzel, tırnakları pırıl pırıl, boyu bosu yerinde, bakımlı bir kadın. Saçları hep iyi taranmış, iyi biçimlendirilmiştir. Yanaklarını, gözlerinin üzerini iki eli kanda olsa renklendirir. Dudakları hem güzeldir, hem yüzüne çok yakışan bir dudak boyası rengiyle boyar onları. Genellikle çok güleçtir. Güldüğü zaman dişleri tümüyle ortaya çıkar: sedef gibi parlar. Gülmek ona çok yakışır; yüzü daha da güzel görünür. Bu kadar tanımlama neye? Şu: Onun böyle güzel, bakımlı, güleç oluşu insana güven verir. Onun sesini, canlı, neşeli konuşmasını duymak insanın içini rahatlatır. Ne dese inanılır.


Ayrıca, bilinir ki, araştıran, öğrenen, her şeyin iyisini, olumlusunu seçmesini bilen bir aklı vardır. Üstüne bir de sevecen ve iyi niyetli oluşu konursa, eh! Yakın arkadaşlarımdan birinin kızı evleniyordu. Anayla kızın zevkleri pek uyuşmuyor. Oğlan evi paralıymış. Biraz da görgülü. Kız, gelinliğini ucuza elde etmek istiyor. Sade, ama 7 görkemli bir görünüşü olacak. İlk bakışta ince bir zevk ürünü, özel bir çizim olduğu anlaşılacak. Asla, adı sanı olan bir terziye diktiremez. Hele öyle, damadın annesinin istersen dediği gibi, Avrupa’dan mavrupa’dan hayır! Arkadaşları ayıplar onu. Hepsi ne olsa altmışsekiz kuşağının çocukları bunlar. Üstelik okuyan, sözleri olan çocuklar. Anadan babadan geçme, parçalanmış da olsa, hâlâ geçerliliği olan birtakım inanışları, onlarca geliştirilmiş bir yaşam biçiminden kalma davranışları var. Kız bir tek bana güveniyor bu konuda. Ben de “Elimden geleni ardıma koymam, yaparız bir şeyler, üzülme sen” diye yüreklendirdim onu.

İşte telefon çaldığında, arkadaşımın kızıyla buluşmak için, kapıdan çıkmak üzereydim. Gidip kumaş bakacaktık. Telefonu kapadığımda, her zaman olduğu gibi, bir dolu akıl almıştım. Bunlardan biri, çok güzel ipek işleyen Zümrüt hanımın adresiydi. Bu anlattıklarım, benim yaşama biçimimden, insanlarla, çevremle olan ilişkilerimden bir parça. Bunlar bir yana, ben bir sanatçıyım. Kafamın içinde dönüp duran imgeler, düşler, öykü konuları, başlanmış, yarım bırakılmış, başlangıç tümcelerinden öte gidememiş romanlarım, hemen hemen bitmiş olanlar, oyunlarım, insanlar, durumlar, betimlemeler… Ama şu gelinliğin peşine düştüğümüzde, bunlar çok derinlerdeydi. İçlerinden ayrılıp öne çıkmış bir öykünün, bir oyunun sezgisi falan yoktu kafamda. Avare bir zaman parçasını sürüklüyordum. Onun için dört elle sarılmıştım gelinlik işine. Bir süre oyalar beni bu çizim, bu, kumaşı, ipeği, tülü, nakışı biçimlendirme falan diye… O adrese ilk gidişimi, algıladığım gibi anımsıyorum: Bu, bir korkudan donmuşluğun varlığını duymaktı sanki; bir şey çökmüştü evlerin ve insanların üzerine; üç ay önce, o çığlık duyulduğunda, onun dalga dalga inişinin, fısıltıya benzeyen son titreşimi tüm canları ürpertmişti ya, bu haber de onun gibi iç eziyordu… Dudak ucundaki sigarayı bilinmezin kokusuyla titretiyordu. “Adam ölmemiş!” “Adam kurtulmuş!” “Rasim usta sağalmış!” 8 Birinin ölmemiş olması, sevinç yerine dehşet salmıştı ortalığa. İnsan şaşırıyordu, meraklanıyordu. Bu da ne demek? Kent merkezine oldukça uzak olan bu gecekondu semtini iki üç otobüs değiştirerek zorlukla bulmuştum. Yukarda kalan ana yoldan, bayır aşağı dereiçine inmiş, ummadığım bir anda çevremi saran tavukları, üzerime havlayan köpekleri, keskin ahır kokusunu yadırgamıştım.

Artık buralar da kente kavuştu sayılır çünkü. Ahbabımın adresi sormam için salık verdiği kahve hemen orda, yolun az yukarısında, bayırın üzerindeki düzlükteydi. İki büyük çınarın altında. Çardakta oturanlara sorabilirdim aradığım kimseyi ama, içimden gelen ses beni durdurmuştu. Bir ağacı siper ederek, bütün dikkatim kırpışan gözlerimle, çatık kaşlarımda toplanmış, öylece izliyordum onların heyecanlı konuşmalarını. Algıladığım doğruydu: Ortada korkulu, gizemli, şaşkınlıkla dolu bir şeyin ürpertisi dolaşıyordu. Omuzlar düşük, gözler yanlara doğru kaçamak bakışlar atarak, dudaklarda bir solma, sigara yakan ellerde, görünmeyen titremeler… Seslerini de indiriyorlardı konuşurken: “Üzerine nah şu kadar kaim, nah burdan oraya, koca kalas düşsün de…” “Kaburgaları neyi hep ezilmiş dediydiler” “Gözümle gördüm lan oğlum, kanlar içinde götürdülerdi, sen ne diyor un!” “Kanlar içinde?” ‘Tabi yau! Biz, öldü dedik, görünce. Tövbeler olsun.” “Allahın işi be kuzum.” “Ben abi, şaştım bu işe.” Sonunda benim orda olduğumu gördüler, birini arayıp aramadığımı sordular. Ben öyle yumuşak bir sesle, öyle, içi duydukları korkuya eş titreşimlerle, onlarla bir olup endişelendiğimi anlatan ürpertilerle dolu bir sesle konuştum ki, bana yakınlık duydular, altıma sandalye çektiler, çay söylediler, “bak abla ben anlatayım” deyip konuştular. Doğru gelmişim, üstelik konuştukları, benim aradığım ipek üzerine ipekle sarma işlemekte eşi bulunmayan Zümrüt hanımın üç ay önce evlendiği ustabaşı Rüstem’miş. Yukardaki inşaatın ustabaşısı. Üzerine kalas düştüğü, hastaneye kaldırıldığı haberi geldiğinde… Herkes bir9 den konuşmaya başladığı için, anlatılanlar da karmakarışık oluyordu.

Günlerden bir gün, gün, kendi başına yaşayıp giderken her günkü gibi, birden tüm kenti, tüm çevre yollarını, tüm yeni yapıları, hele hele artık kentin dış mahallesi sayılmayan, kente kavuşmuş dereiçindeki bu gecekondu semtini derinden sarsalayan bir çığlık kopmuştu. “Yooooo! Olmaaaaaaaaaaz! Beni koyup gidemez Rasim usta! Kurbanlar olurum onun yoluna ben. Beni ona götürün, yüzünü göreyim, adamım, adamımadamımadamımadamımadamımmmm!” Ortalık anında karışmıştı. Her kafadan bir söz çıkmaya, her adamdan bir koşturmaca telaşı dört bir yana. Bir toplaşıp toplaşıp dağılma şaşkınlığı kalabalıkta; heyecan patlayıp şişirmişti havayı: Ağzına su verin, kolonya yok mu kız, kolonya koşturun, vay vay bu da burda ölecek, bayıldı mı ne, çeneleri kitlendi, vay bu ne iş, kalas düşmüş üstüne, parçalamış adamı, orda can vermiştir o… “uyyyyyyyy!” Yavaş olun, duymasın. Kendinde değil be kuzum nerden duyacak. Vay vay, hastaneye koşturmuş mühendis bey, yaşıyormuş daha, her yanı parçalanmış diyorlar gider o…. Ne adamlar be yahu! Kesin şunu! Daha yolda gitmiştir o, ölür yaşamaz. Bi şey olmaz. Çıkmadık candan umut kesilmez, sağlam adamdır o. Sağlamı mı kalmış bilader, kalas diyoruz, yook, ondan hayır gelmez artık… Kaynamıştı Dereiçi mahallesi. Ölümün karanlığı fır dönmüştü, konup konup kalkmıştı çatıların, yüreklerin üstüne. Oysa şimdi! Olmazın olmuşu, ölümün yenilgisi, öldürmeyen Allahın gücüne karşı bilinmezin, korkunun, şaşkınlığın yürek ezişi, kıyım kıyım edişi… “Bir de kadınlara danış abla” dediler. “Onlar daha iyi bilir. Hem evin yolunu bir güzel gösterirler sana, boşa dolanmazsım” “Sağolun” deyip, gösterdikleri kestirme patikadan, evlerin başladığı yana doğru yürürken, içimde beni heyecanlandıran duygular kaynaşmaya başlamıştı.

Bir öykünün başlayışını, 10 onun tüm duygulardan, duygulanışlardan ayrı olan titreşimlerini bilirim ben. Bunca yılın deneyimi. Kadınlar beni gördüklerinde, bir yaz öğle sonunun akşama dönüşmeye hazırlanan son dakikalarıydı. Çocuklar uykudan kalkmış, kadınlar çay demlemiş, simitçinin sesi uzaklarda da olsa duyulmaya başlamıştı. El işlerini, örgülerini alıp kapı önlerine oturup laf üretmeye başlamadan az önce. Sıcak bir günün sonunda, terli, yorgun, tam aymamış bir mahmurluğun, tekdüzeliğin getirdiği durgunluğun içinde beni, umulmadık bir değişiklik, bir canlılık olarak karşıladılar. Uzun uzun öten vakitsiz horozu da anımsıyorum. Onlar hiç aldırmasalar da ben, duygulanmıştım. Hani sanki kentten kurtulup köylere, kırlara çıkmışım gibi bir duygu. Hemen kapıdan pencereden “kimlerdensiniz?”, “kimi aradınız?”, “birini mi aradınız” diye birer ikişer çıkıp toplaştılar. Gene, erkeklerde olduğu gibi, her kafadan bir ses çıkmaya başladı ama, ben hepsini şöyle gözucuyla bir çabuk düzenleyip bölümlere ayırdım. Bir, eliyle ağzını örtüp, öylece seyredenler; bir, geleneği, göreneği hiç sorgulamadan, hiç düşünmeden, olduğu gibi alıp uygulamakta olanlar, ki en çok onlar konuşuyordu; bir de, oı>lara katılmadığını açıkça belli etmekten çekinen, ama duruşlarıyla, bakışlarıyla, bazı ünlemler, bazı küçük cümle parçalarıyla konuşmaya katılıp, düşüncesini sezdirenler. İşte bu üçüncülerden en acarı, kaşlarını çatarak, konuşanlara kızdığını belli eden ters bakışlar fırlatanı katıldı bana; Zümrüt hanımın evine kadar yol gösterici olarak. Az önce, gözucuyla, ivedi gözden geçirdiklerim konuşurken, bunun hapisten çıktığını da duyuvermiştim nasıl olduysa. Dostunun karısını bıçaklamış.

Efe bir görünüşü vardı. Yanakları al al parlıyordu. Ela gözlü, ağzı burnu çok biçimli güzel bir kızdı. Kumral saçlarını kulaklarının arkasına atmıştı, çiçekli başörtüsü omuzlarında, öylece duruyordu. Elleri hırkasının cebinde, sert adımlarla yürüyordu. Daha ilk bakışta, öbür kadınlardan ayrı, değişik bir kişiliği olduğu ayırt ediliyordu. Bana, “Sen gazteci falan mısın?” diye sordu. “Yok değilim” dedim. “Bak hanımabla” dedi, başladı konuşmaya. Bu kadınları, şu arkamızda bıraktığımız, gecekondularda yaşayan kadınları, hele hele o çok konuşanları “aptal karılar” diye niteliyordu. Onun konuşma biçi11 miyle söylersek, bu karılar ne aşk bilirlerdi, ne sevda. Allahın dağındaki odun bile yeşerir icabında da, bunlar, bi… Tövbe olsun, kusura bakma hanım abla, bildikleri bir heriflerinin altına yatmaktır yat dedimiydi herif… herifin canı istemiyorsa… İşte o kadar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir