Nezihe Meriç – Toplu Öyküleri 1

Saat tam 19.00’da, şehrin en gürültülü, en kalabalık caddelerinden birinin otobüs durağına bir adam geldi. Paltosuyla fötr şapkasının altında kaybolmuştu. Ufak tefekti. İncecik suratlıydı. Sakalı uzamıştı. Sırtı ağrıyordu. Üşüyordu. Bakışları bıçak sırtı gibiydi. Gençti ama çok yaşamış bir görünümü vardı. Hava pisti. Gökyüzü renksiz, lekeli… Yağmur altında mağazalar, apartmanlar, ara sokaklar ruhsuz… Taşın, tahtanın, demirin soğukluğunda, paslığmda… Işıklar ıslak, çipil çipil üşütücü… Genç adam da yorgun, bezgin, tatsız. Bir an önce evde olmayı istiyordu. İstek değil, kuru, sessiz bir odayı, bu ıslak, soğuk gürültüden üstün bulmak onunki. Huzursuz, sıkıntılı bir duruşu vardı.


Aklından şöyle bir dize geçtiği sanılabilir: “Ve ben bir anlık hayatını yaşamak isterim herkesin” ya da insanları ayakta tutan, yaşama gücü veren, en ilkelinden en olgununa dek herkeste eş olan şeyin ne olabileceğini düşünüyordu. Yüzünde bu anlama gelen bir solukluk vardı. Kim bilir! İnsanların alacası belli mi? Önünden geçen otobüslere, insanlara, tramvaylara, şapkalara, ışıklara, pencerelere bakıyor; üşüyor, bezginliği artıyordu. Sonunda, beklediği otobüs göründü. Göründü ama tam o sırada, bir başka adam, kısa boylu; şapkasını, paltosunu iyice doldurmuş; toparlak suratı güleç; küçük, kara gözleri çıldır çıldır; kalabalığı iteleyip kakalayarak geldi. “Vay abi, meraba yavu!” -Tıpkı böyle: Vay abi, meraba yavu- diyerek üçe beş katan bir söz bolluğuyla, zilli düdük bir gülüş içinde, berikinin koluna girdi. 9 Zorlayarak, çekiştirerek, “yavu” diyerek, “Abi” diyerek, onu cadde boyunca sürüklemeye başladı. Öbürü “Etme oğlum! Yorgunum yahu. Yapışma, kerata” diyordu; gitmemek için direniyordu, ama kim dinler? Böylece, bir yirmi dakika sonra bu iki adam -biri yükseköğrenim görmüş, dar gelirli, akıllı ve kötümser bir öğretmen; öbürü, yarı buçuk okul görmüş, iyi para kazanan, kısa akıllı, iyimser bir çalgıcı- rastlaştıkları caddeye dikey olan, başka bir caddede yürüyorlardı. Çalgıcı anlatıyor, öğretmen gülüyordu. Öyle gülüyordu ki, suratı kırış kırış oluyor, gözlerinden yaş geliyordu. Havaları, çalgılı gazinolardan esiyordu. Öğretmen, on beş yirmi dakika içinde piyasanın durumunu, Uşşak faslını, Hüzzam faslını, yeni şarkıları, saz sanatçıları ile ses sanatçılarına ait en yeni havadisleri, günün olaylarını, dedikodularını, müziğin değerini, bir sürü argo sözcükle, dokuz sekizlik ölçüyü öğrenmiş bulunuyordu… Kafasının bir yanı bu yönde gülerken öbür yanı düşünüyordu. “Dert bir. Toplumun bozuk yanı, kirli, kusurlu, içler acısı olan yanı her yönde bir.

Sadece rivayet muhtelif. Şu anlatılan yaşam, yaşamın, yaşam savaşının, ekmek kavgasının bu yanı; ipekler, renkler, pullar, allıklar, pudralar, içki masaları, renkli fenerler arasında bir soytarı acısı ile görünüyor… A m a…” Ama, gel beriye, dinle çalgıcıyı. Çalgıcı ömür. Şen mi şen. Dünyanın farkında değil çünkü: Çok da sevimli. Fıçı gibi bir şey. Öğretmen kısa kahkahalarla, içinden gelerek, yüksek sesle gülüyordu. Çalgıcı çabuk çabuk konuşarak; kaşı gözü, ağzı burnu oynayarak anlatıyordu: — … Anladın mı abi, karıda din iman şehnaz longa. İmanım çivilensin beş para etmez. Ama bunu hiçbir yerde söylemem ha!. Söylemezsin. Geçimimiz bu bizim yavu. Sürünürüz sonra bembeyaz ha… Birinci sınıf sanatkârdır diyeceksin. Eşi yoktur diyeceksin. Halbukim notası yoktur.

Geç. Kulaktan dolmadır hep. Ama yine de memleket çapında kandır. Öğretmen kıs kıs güldü: — Vay kerataya bak. Sen memleket çapı da mı bilirsin? — Ne sandın yavu, daha neler bilirim. Ben boşuna aspirin yutmuyorum. Anladın mı?. Bugün bir Meserret Gürses, kaç kişi besliyor günde biliyor musun? En azından? Söyle bir şey… 10 — Ne bileyim oğlum. — Söyle bir şey yavu. Tahmin et. At bir şey. En a/.ııul.ın anladın mı, en azından beş yüz kişi. Bugün o bir ‘Aah’ desin, biz yandık.

Hüsnü’nün gazino gitti. Ahmet’inki gitti. Arama, yallah! Bugün fasılası, soloya çıkanı, garsonları, mutbak eratı falan fıştırık, en azından beş yüz kişi, bir tek Meserret Hanımın sayesinde ev geçindiriyor. Ama karı para vuruyor. Vursun, helaldir, helal olsun, ne dedin abi? Millet anlamaz senin dediğin ince müzükten. Herif gelecek, çekecek kafayı, anladın mı, Meserret, “Medet Allah” diye bağırdı mı tamam! Herifin aradığı o. Bu yanını düşün azıcık abi. Kıyma fakire. Sonram, efendi kadındır ha… Herkesin borcuna, lohusasına, sünnetine yetişir. Parayı esirgemez… — Yahu, ruh denen şey yok kadında birader. Bir kere bağırdı m ı… — Bağıracak yavu. İş onda işte. Ruh muh anlamaz millet. Geldin mi sen hiç bizim gazinoya? Gelmedin. Öyledir.

Kibar takımı uğramaz. Balıkçı, gemici, işçi, hacı ağa tekmil bize gelenler anladın mı?. Herif kafayı çekti miydi bağıracak tabii. Mecburdur. Başka yol sökmez. — Eh, Allah sana bağışlasın. — Amin de abi, gözünü seveyim. Ona bir hal oldu muydu, senin darbukacı Hüsmen Yanık gitti bil. Arama. Çoluk çocuk dökülürüz Kasımpaşa gerisine. Boşuna aspirin yutmuyorum ben. Önceden ihtiyat bu abi… Gülüyordu, düdük gibi gülüyordu çalgıcı… Dört yol ağzına geldikleri vakit anlattığını yarıda bırakıp yalvarmaya başladı: — Yapma be abi. Gözünü seveyim gel yavu. İki tek atarız yavu… Öğretmen işim var, diye diretti. Yağmur, oldukça tenha olan bu bölümde, floresan lambalarıyla aydınlatılmış asfaltta, ışıklı, kebap kestane kokulu, güzel bir yağmurdu.

Çalgıa, öğretmeni kandıramayacağını anlayınca ısrardan vazgeçti. Şimdi oracıkta, ayaküstü, hem dolmuş gözlüyor, hem anlatıyordu: — Fırına olacaksın bu dünyada abi. Ekmek insan dur11 dukça gerekli. Bizimkisi sakat iş anladın mı?. İhtiyarlığı var bunun, piyasadan kalkması var. Olur olur. Bilinmez bu işler. Zor iş. Gece yarılarına kadar uykusuzsun, yorgunsun. Tadı yok. Ama fırın garanti. Ha? Nasıl bu fikrim abi? Hi hi hi… Öğretmen sırtının ağrısını unutmuştu. Dünya gözüne güzel görünmeye başlamıştı. Eve döneceğine gidip bir bira içebilirdi. Düşündü: “Sıcak sosisler de, öf öf… Şöyle bol hardallı.

Osman da oradadır m utlaka…” Çalgıcı hâlâ kendi havasını çalıyordu: — … Şöyle bir on beş bin yaptım mı yeter bana abi. Bi arsam var. İki katlı da bi ev. Karı da iyi karı. Oğlan da büyür. Görme oğlanı abi. Her akşam ben gidince uyanır kerata. “Ulan tiridine bandığımın deyyusu” derim, bi güler. Dişleri de çıkıyor şimdi. Bi gelmezsin be abi. Yavu şunun şurasında… Öğretmen, çalgıcının, sarı saçlı, mavi gözlü göçmen karısını; onun nazlı, sessiz gülüşünü hatırladı. İçi biraz daha ferahladı. O ferahlıkla dayattı: — Ulan kerata bırak yakamı, söz veriyorum, bir akşam geleceğim. Hadi çek git… Çalgıcı neşe içinde, gülerek, şakalaşarak, bir dolmuşa atlayıp gitti. Öğretmen, elleri cebinde, yağmurun yağışından hoşnut, karşı kaldırıma geçip yürümeye başladı… 12 Dünyada Teknik Arıza* Makinenin kolu döndükçe, Nermin Hanımın kafası büsbütün karışıyordu.

” Günde elli tane dikilse, ayda… ama yüzkırk lira yettiğine göre… Öyleyse yüzkırkı doğrultmak için kaç tane?. Ya da yirmibiri hesaplamalı. Firûzan Bey, bu aydan başlayarak yirmibir kuruş yapalım demişti. Ama ben yine onyediden hesaplayayım da… Günde onyediden elli…” Makinenin kolunu bırakır bırakmaz, kol ters döndü; iplik hızla toplandı ve koptu. Nermin Hanım, geniş bir soluk alarak ellerini kucağına bırakıp, birkaç saniye hiçbir şey düşünmeden durdu. Öyle bir yorgundu ki… Çeken bilir. Dudakları kurumuş, beli ağrımış, sıcaktan soluk alacak hali kalmamıştı. Onyedi kuruşları, çuvalları, sıcağı bir an unutup, serin bir yerde, şöyle bir saat -B ir saatçik- uyumaktan başka dileği yoktu. Ama onu bırakmıyorlardı. “Onyedi kuruştan yüz yirmi çuval… Yüz tanesi onyedi lira. On tanesi… On tanesi yüzyetmiş yüz yetmiş, yüzyetmiş daha…” Ellerini beline dayayıp doğruldu. Durdu. Yüzü ağrıdan kırıştı. “Ne olursa olsun” diyen bir bırakışla başını duvara dayayıp, gözlerini yum du… Gözünün önünden yığın yığın kesilip hazırlanmış çimento çuvalları, eski bir el makinesinin çevrilen kolu, sağdan sola hızla geçmeye başladı. Hepsinin üzerine, karanlıkta parlayan yıldızlar gibi kendi çarpık on yedi’leri serpilmişti.

Her yedinin beline bir kuşak koymuş, birlerin hepsini de eğri çekm işti… Kendini zorlayarak doğruldu. Bir an odaya baktı. * Dünya, özek çivisi oynadığı günden beri, hem kendi çevresinde, hem güneşin çevresinde bozuk düzen olarak fır dönüyormuş diyorlar… 13 Sonra yanındaki desteden bir çuval çekip makineye yerleştirdi. Oda, iyi döşenmiş bir oda… Ama, yabancı bir göz için bu. Bir bakışta, köşedeki çini soba, ortadaki üzeri muşambalı ceviz yemek masası, işlemeli keten perdeler gözü çekebilir. Gelgelelim Nermin Hanım, bir türlü alışamadığı parasızlık, dulluk, geçim sıkıntısı içinde, bir, acıdan geçip acılaşma ve artık hiçbir acı duymama haliyle böyle arada bir doğrulduğunda, duvarların badanasızlığına içi daralarak bakar. Yer yer yırtılmış muşambaların üzerinde, karyolanın altında tozların uçuştuğunu, sürahinin, ampulün, aynanın, sinek pisliği ve toz içinde, örtülerin kirli, perdelerin yıkanamayacak kadar eskimiş olduğunu görür; elleri, göğsü, bacakları, hatta boğazının deliği çuval kılı içinde, sıkıntıdan saçlarının dibi kaşınarak, beyni ağrıyarak hareketsiz kalır. Çuvalın yan dikişi bitince, dudaklarının üzerindeki terleri eliyle silerek sırtındaki eski gömleği çıkardı. Biraz fazla şişman olmasa, esmer omuzlarıyla göğsü için çok güzel denebilirdi. Saçlannı tepesinde toplayıp, çıkardığı gömlekle göğsünü, ensesini kuruladı. Sonra yeniden makineye eğildi. Ancak o zaman, birdenbire, annesinin arka odada, ne zamandır konuşup durduğunu ayırt etti. Eli makinenin kolunda, soluğunu tutarak, kiminle konuştuğunu anlamak için kulak kabarttı. Kulağına gelen kopuk cümleler, parça parça sözcüklerden, birine, uskumru dolması anlattığını anlayınca kolu hızla çevirdi. “Kime ederse etsin!.

” Bu çatı katındaki odanın tek penceresinin önünde, büyük, çinko kaplı bir balkon var. Çinko, sabahtan akşama kadar güneşten kızıyor, göz alan beyaz, delirtici bir ışıkla parlıyor. Nermin Hanım için yaşam artık dayanamadığı bu ışıkla, her yana kılları dökülen, kaşındıran, boğaza kaçıp gıcık yapan çuvalların, kirlimsi bej rengi arasında bir şey. Aşağıda, renkli ışıklı sokakları, insanları ile kent ve yaşam var. Ama, o dirim, Nermin Hanıma, bu balkondan yukarı çıkamazmış gibi geliyor. Makinenin gürültüsü durunca, yeniden annesinin sesi ve konuşmasından bazı parçalar geldi. O zaman, onun yine, yılan hikâyesini açtığını, kocasına ilendiğini anladı. “Neye yarar!” 14 Dikilen çuvalları saydı. Makası aradı. Aldırmamak, ilgilrımu’ mek istiyordu. Annesinin sesi hınçlıydı: ” Boyu bosu devril sin inşallah! Gül gibi yavrumu yaktı, iki çocukla ortalarda k<> d u …” “Neye yarar!” dedi yine içinden. “Kesemediğin eli, öpiip başına koy.” O sırada küçük kızı hızla odaya girdi. Kara, böcek gözlü, minicik bir kız. Diz kapakları kirli, zayıf kolları pire yeniği içinde: “Anne, çabuk bana makası ver” dedi.

“Ne olacak?” “Lazım!” “N e yapacaksın kızım?” “Lazım canım, çuval kesicem. Fürzan Bey neredeyse gelir.” Çocuk kendi dünyasında, oynadığı oyunun havasında, öylesine sahiciydi k i… Nermin Hanım gülümsedi. “Siz de mi Firuzan Beye çuval dikiyorsunuz?” Çocuk gülüverdi: “Evet efendim.” “Kaça dikiyorsunuz?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir