Nezihe Meriç – Toplu Öyküleri 2

“Sanki…” dedi, Önce gazete kâğıtlarını yok etmeli ortadan. Hele eti, şu, içini göstermeyen buğulumsu beyaz kâğıda sardıktan sonra, ne diye bir de gazeteye sararlar! Et ya da kıyma, içine konulduğu zaman, kâğıt, aranılan güveni gerektiğince verdiğine göre… Kıvırcık salatalarla kırmızı turplar da… Çamurlu kökler, kısa bir süre sonra, sarıldıkları gazete kâğıdının, ıslanan yerlerini sessizce patlatarak, paketlerin arasından ortaya çıkarlar; dayanıksızdır çünkü kâğıt, suyu hemen emer, yumuşar. Bu arada sulu çamur, bir yolunu bulup filenin içine, ne denli ustalıkla yerleştirilmiş olursa olsun, yufkaların sarıldığı, gene nemi çabucak içine geçiren kâğıda doğru damlar. Çarşının giriş kapısındaki büyük sebzeci, eline geçen yeşilliği, basıyor suya, basıyor suya. Seçip verirken, kolunu istediğince yan arkaya doğru kuvvetle silkelesin, gene de kökler, mutbak tezgâhına yayılan paketlerin arasından alınıp musluğun altındaki delikli lengere konuncaya değin, çamurlu kalıyor. Gazete kâğıtlarından sonra, boşalan kesekâğıtlarını, helvanın, küçük karanfillerle süslü yaldızlı kâğıdıyla kırmızı beyazlı ipini sürüp büküp çöp kovasına… 9 “Sanki…” dedi, bir süre sonra, gene kendi kendine; çevresindeki dağınıklığı toplarken yarım kalan tümcesinin sonunu getirerek: “…sanırsın ki anamdan doğduğumdan beri, bu mutbakta, bu musluğun başında dikilip duruyorum. Bırakıp gidivermişler beni buraya. Benim de layığım buymuş demek ki, değiştiremediğime göre…” Mutbağın musluğunda sağ elinin parmak uçlarını birbirine sürerek, çamurunu akıtıyordu o sırada. Sol elinde, bir çarşı dönüşünün dökülüp saçılan süprüntüsünü toplamak için tuttuğu faraş, musluğun üstündeki, aralığa bakan pencereden vuran güneşi, teneke bir parıltıyla duvarlarda dolaştırdı. Parkın oradaki meydan, nasıl da güneşliydi gelirken. Kuşlar uçmuyor, güneşin önünde duruyorlardı; kara kara. Bir sonbaharda olur böylesine sırtı yakan sıcaklar. İki üç gün sürer, birden de bitiverir. Biçimli, derli toplu bir şişmanlığı var. Yakışıyor ona.


Elleri, küçük ve ince. Eğilip doğruldukça, yanakları pembeleşiyor, soluğu daralıyor. Faraşın parıltısını, gözlerini kırpıştırarak izlerken, yorgun, düşünceleri dağınık bir anlam vardı, koyu kahverengi halkalı, açık kahverengi gözlerinde. Anımsayamadığı bir şeyi unutmuştu. Dalgındı bu yüzden. Alnını kırıştırdı, çevresine bakınarak; tümcesini yanda bıraktığı sürece kınşık olan alnı, yeni düzelmişti oysa. Neydi? İşten çıktıklannda yoktu bu duygu- Gülüşmüşlerdi bile Asuman’la kaygısızca. Arkadaşlarından biri, istatistikten Boykot Nuri, hızla geçerken yanlanndan, çarpıp kollanna, düşürünce Asuman’ın çantasını, hemen eğilip almış, kolunun altına sıkıştırdığı gibi, hızından kaybetmeden karşıya geçmişti. O ivecenlik! O neydi o sahi! Uzun bacaklarını aça aça… Pek iyi söylemezler serviste bu çocuk için. Birtakım karanlık iş10 ler… Önemli bir yere yetişecekti. Bu açıkça belliydi. Geciktiği için avurtları atıyordu. “A a!” demişlerdi gülerek. “Bu çocuğun dalgınlığı!” demişti Asuman, “Nuri Bey, Nuri Bey!” diye seslenip arkasından. “Allah canım almasın, alıp çantamı gidecek adam vallahi.

” Noktadaki polis de, tam o sırada, yukarıdan gelen taşıtlara açınca yolu, bunlar bir yanda, o karşıda… Geçti durdu otobüsler, dolmuşlar artık. Kamyonlar, yukardan, dur durak tanımadan yıkıntı taşıyor tepeleme. Kent büyüyor o yönde. Gecekonduları yıkıp yıkıp… Fakir fukara! Ah! Dert. Ne kanalizasyon, ne su. Yıkılması bir bakıma iyi ama… “Vah vah vah! Çıldırdı, çıldırdı!” demişti Asuman, kıkırdayarak. “Hale bak Allah aşkına, neredeyse tepinecek. Telaşı ne bunun böyle? Allah canını almasın. Sen bunu serviste bi görsen, çatmadığı adam yok. Ona, buna, partilere, ileri geri. Tıkacaklar bir gün içeri ya! Valla, ortalık gene pek karışıkmış diyorlar.” “Ben de öyle duydum. Benim kızla oğlan pek tutarlar bunu. Akıllı çocuktur. Haksızlığa, vurgunculuğa dayanamaz, herkesin bokluğunu çıkanverir ortaya da, ondan.

İşlerine gelmez.” Bir sıkıntı, bir yürek daralması of! Faraşı boşaltıp yerine dayadıktan sonra, ellerini beline dayamış, tam, küreğinin altında kabaran ağrıyı ortasından kütletip rahatlatmak isterken, ağn bir yana, soluğu ağzında yuvarlanıp geri kaçtı. Elleri belinde, kafasının içinde, gidip gelen anımsama kırıntıları, durdu. Nerde kaldı bu çocuklar! Birinden biri gelirdi bu saatlerde. Fakülteler dağılmıştı. Doluydu çarşı durağı. O sırada, (9) numara, balık kızarttığı için mutbak camını 11 açıyordu. Camın dışında, çaprazlama gerdiği sicime sarı bir elbezi asarken, dumanın arasından, güleç yumuşak yüzünü uzatıp sordu: “Geldin mi anacım? Görüşemedik sabah. Erkenden çıkm ışsın… Nasılsın?” Bir mutbak penceresi aralığa bakan. Fena oluyor insanın içi bu aralıklara bakarken. İs, kurum; yağmurların yol yol akıttığı. İyi ki şu karşı komşu var. Pencerelerin önünü, ikide bir, sıcak sabunlu suyla, dumanı tüte tüte siliyor. Sünger kara kara köpürüyor çoğu kez. Çiçek koyuyor bazan, bir saksı.

Bazan da, çocukların eski giysilerinden yaptığı elbezlerini asıyor. Beyaz üzerine kırmızı benekli de, lacivertlisi pembe yollu. Eh, iyi gene. Beşinci kat hiç olmazsa. Ya en alt katta olunsa! Loş. Herkesin attığı çerçöp, pencerelerin önünde. “Nasıl olayım. Bildiğin gibi. Çarşıya uğradım. Vallahi rezillik. Ne olacak bu bizim halimiz! Yaşanacak gibi değil. Dünkü durumu biliyorsun. Bakarsın kalkar bu akşam geliverirler. Rezil olmayalım bari. Kızım, göze görünen bir kilo et, yarım kilo kıyma.

Dünyanın parası, ortada bir şey yok …” “Ö y le…” dedi komşusu. “Na işte, balık aldım ben de. Bi tabak bişey oldu. Dünyanın parası dediğin gibi.” “File bile dolmadı. Parayı bozdurmaya korkuyor insan. Bozdurdun m u …” “Öyle ö yle…” dedi gene komşu. Gözleri yeşil onun. Kahverengi kalemle, yüzünün çizgilerini aşağı sarkıtarak kuyruklar çekmiş uçlarına. Ama, yakıştırıyor kendine. Süslü kadının güveni içinde, gülügülüveriyor. “Bozdurdun mu gidiyor. Eskiden …” “Yok canım, eskiyi hiç karıştırma ya, daha altı ay öncesi b ile…” Komşu sözünü yarıda bırakıp beklenmedik bir şenlikle güldü. “Ne kafa bendeki! Sorsana neler oldu bugün. Gördün mü senin ihtiyarların muhabbetini?” “Ya! Şimdi, az önce, nedir diyorum evin içinde bir tuhaflık.

Yorgunluktan kendimi unutuyorum vallahi. Baktım mırıl mırıl sesleri geliyor bir yerlerden.” “Balkon sefası balkon.” “Öyle mi! Tam bakayım diyordum şunlara, sen seslendin.” “Dur kızartayım şunları da, geleyim benim kızlar uyanmadan iki dakka.” “Hadi. Ben de şuraları toplayayım.” 12 Bu değil! Başka sıkıntı bu. Yürek şişiren. “Senin ihtiyarlar!” Alışıldı artık. Her akşamüzeri çıkılır bu merdivenler. Bir baş ağrısı, bir istediğince yaşayamayanların sıkıntılı günü büyütülmüştür akşama dek. Kolay değildir merdivenleri bu yükle çıkmak. Apartmanlar, vitrinler, otobüsler, pencereler, parmaklıklarla bölünmüş sokaklardan geçilip duraklara yığılan, dolmuşların, otobüslerin peşinden koşan insanlarla tıklım tıklım, bir o yana, bir bu yana, sıkışarak, koşuşarak dalgalana dalgalana işe yetişilmiş, yazı makinelerinin takırtısı, zil sesleri, dosyalar, kâğıtlar, rakamlar arasında bol duman yutup… Zehirleniyoruz, zehirleniyoruz vallahi… Açık pencerelerinden, kentin, klakson sesleriyle sivri sivri çıkıntılar yapan bol güneşli gürültüsü girerken, Bir perde işini bile yola koyamadılar iki yıldır. Laf söyleyen çok, iş yapan yok.

gökyüzünün, tarlalardan dağlara doğru uzaklaşan maviliğini anımsatacak içten gelen gülüşler beklenemez kuşkusuz bu işyerlerinde… Arada bir de deli deli gülünmese! O da sinirden. Bir koşuşturmadır gidiyor. îki lokma ekmek için. Herkeste bir geçim, bir, yarın ne olacağız kaygısı. Her şey karışık, her şey bozuk… Dalaverası dönen, arkası olan kekâ! Yoksa, sürün dur, üç kuruş maaşla… Nedir yani yaşamak! Anlamsız bir hayat. Kolay değildir merdivenleri bu yükle çıkmak. Nerde o, üçer beşer atlanarak çıkılan şen günler. Sahi neydi Boykot Nuri’nin o koşuşturması öyle. Sabah, çocuklarda da aynı telaş. Ya! Sahi! 13 Beşinci kata değin çıkılır soluk soluğa. Hiçbir şey ummayarak. Açılan kapının ardında, iki ihtiyar kadının, gün boyunca, ikisinin de ayrı ayrı değerlendirdiği, tatlar, umutlar, birbirini hiç tutmayan kederler, sevinçlerle, çekişip durarak, günü saniyelerine değin didik didik edip huysuzluklarla doldurarak, havasını, dayanılmaz, yaşanılmaz kıldıkları bir ev içi bulacağını bilerek. Gene de girilir kapıdan… Şu maydanozlara bakın, iki sap. Ana bunlar, bakılmaya muhtaç. Atsan atılmaz, satsan… Ya insanın kendi hayatı? Gün görmeden, yaş oldu kırk.

Ne kendine fayda, ne insanlara. Hiç… Akşam yemeği tasası olmasa, balkona çıkıp, koltuğa, şöyle bir yan gelip otursa insan. Ağrıyan bacaklarını uzatarak bir fincan kahve içmek! Yaşamak budur işte. Hele bir de akşam sofrasını kurup buyur diyenin varsa… nedir ki dışarda çalışmak kadın için! Sonra, ara yerde sessizce durularak, evin havası koklanır. Bu, tanımlamalara sığmayan, yaşayıp sınamadan bilinemez bir kokudur. İki ihtiyar kadının, sabahtan akşama değin, küçük adımlarla, odadan odaya, mutbaktan helaya, ön balkondan arka odalara taşıdıkları, geçtikleri yerlere yaydıkları, sabahtan bu yana, zamanın nasıl geçtiğini aşağı yukan anlatan bir koku. Günün geri kalan bölümünü yaşayabilmek için, bu kokuyu almak gerekir. Ustalık isteyen bir iştir bu. İncelikleri bilinmelidir… Balık kokusunun artık aralıktan taşıp mutbaklara dolmaya başladığı sırada, komşu seslendi: “Biliyor musun, bu mereti yemesi iyi ya, ille şu kokusu sonradan.” “Ya temizlemesi? Ne ocak kalıyor ne de yer; batıyor.” “Sorma olanları, bak gelecem şimdi, anlatacam, bayılacan gülmeden.” “Aman, güleyim vallahi biraz. Bir sıkıntı…” “N’oldun be anacım gene? Yorgunsun yorgun. Ben baksana, bir ev işiyle… Belim gene hiç bende değil bugün. Gene iyi vallaha senin ihtiyarlar.

Eski toprak… Dur elimi bulaşhrmışken şu piyazı da yapıvereyim d e…” “E hadi. Ben de köfteyi bari… Çıksın aradan. Bi de çay demleyim.” “Yaşa. Gene ne fayda varsa senden. Balkonda mı seninkiler hâlâ?” 14 “Herhalde. Daha arkaya geçmek nasip olmadı.” “Ha hay… Ölürüm ben vallaha.” “O f of!” dedi, yüksek sesle. “Şans işte. Herkes bir anasını, bir kaynananın kahrını çekiyor. Hümeyra diyelim. Kuş gibi bir anacığı. Gene de burunlar zavallıyı. Bizde o bile iki tane.

Canım eve gelmek istemiyor. Bizimki yaşamak değil, hamallık zaten canım. Doğru söylüyor çocuklar. Yalan değil vallahi, koyun gibi yaşıyoruz. Daha bi, servisin işlerini yoluna koyamadık. İnsan değiliz canım, insan değiliz. Üç kuruşumuz elden gitmesin, diye duyduğunu duymazdan, gördüğünü… Daha evden içeri girerken bozuluyor sinirlerim …” Az önce kaldığı bir yerden tutup sürdürdü düşüncesini: Evin kokusu! Kapıdan girer girmez onu duyar insan. Mutbaktan doğru bir ıhlamur kokusu mu geliyor? Karanfil, halvican, tarçın bile konmuş içine. Dolabın ta üst gözleri karıştırılarak. Sandalyeden düşüp bir de kafalarını kıracaklar. Bu, iki ihtiyarın arası iyi demektir. Ya da ‘Büyükhanımın keyfi yerinde!’ Kapıyı açar açmaz insanın yüzüne çarpan bir havasızlık! İşler fena. Ya kimse odasından çıkmamıştır, ya da… Helaların sifonu bile çekilmemiştir, sabahtan bu yana. Oğlan anasıdır büyükhanım. Uzun boyu, yünlü giysileri, bej krepdamur başörtüsü, esmer ince yüzüyle, kaç kez geçer bu kapılardan gün boyunca.

Kız anası, pazen entarisi, beyaz yemenisiyle, yana çekilip büyükhanımın yoluna biçimsiz bir zamanda çıkarak, onun geçmesine engel olmuş olmanın ürkekliği içinde. “Geç buyur. Dur ben çekileyim şöyle” demiştir yavaşça. Yavaşça, bu evde yaşamanın minnetiyle ezilerek… “Çıkamadım bugün mutbaktan” dedi komşu, gene elbezi asarak camın önüne. “Pek enginlerdesin bugün sen. Yanaklar gene al a l…” “Aman vallahi! Çok sıkılıyorum. İki sap maydanozu başedemedim şurada. Ne yiyeceğimizi de şaşırdık zaten.” “Sorm a!” “Kuş olup uçuvermek istiyorum. Öyle daraldı yüreğim. Hani 15 öyle pek bi sebebi de yok.” “Yaşımız o yaş. Dar gelir oldu dünya. Ne uykun uyku, n e… Dünyanın desen, hiç tadı yok. Sen gene bana sor, o, kuş olup uçmaları.

Bizim oralar şim di… Anlattım sana kaç defa. Bi görsen, sade gül, sade yeşil, sade ağaç… ah! Nasıl anlatayım sana. Peynirimiz, tereyağlarımız, yoğurtlarım ız… Bir havası vardır, Tanrı seni inandırsın… açma benim dertlerimi sen, açm a… Boş geç.” Gülüverdi komşu gene, beklenmedik bir zamanda. “Arsızlığa vurmasak, yaşanacak gibi mi! Ne diyecektim, ha, hastalandı seninki… Büyükhanım.” “Ya!” “Ya! Bildiğin gibi değil. Yatarsın gülmekten. O gitti, geldi bir başkası yerine. Bal akar oldu mübareğin ağzından. Kibri kurumu kalmadı. Can tatlı bilir misin?” “Hastalandı büyükhanım.” Eh! Bir bu eksikti. Buna mıymış sıkıntı acaba? Yok. Birden bastırıverdi. Çeken bilir büyükhammın hastalığını.

Kibardır o; soyludur. Dayanamaz baş ağrısına bile. Kız sever ama onu. İçerleyen oğlan. ‘Saray artığı, padişah gerisi’ diye adlar takarak. Onun saraylı inceliğine karşılık, ağzını şapırdatır yemek yerken. İnadına. Kız, Baba da güler. Bi çocuk da o zaten. Dairesine gitsin gelsin, rakısını içsin, kızıyla, oğluyla tavla oynasın… Evmiş, anasıymış, sıkıntıymış, haberi bile yok. Bi çeken var nasıl olsa… beğenir kız babaannesini. Kendi kısa boylu çünkü. Kara kaşlarını çatıp sessizce güler oğlanın hallerine, destekler bile gizlice, babaanne görmeden, arria uzun boylu kadınlara bakarken, gözlerini kısar. Gülmesi birden kalır öylece yüzünde. Onun da boy derdi… Oğlan da, inadına levent.

Baba tarafına çekmiş… Güzel kadınmış büyükhanım, gün gibi ortada. Esmer, ince, duygulu. Arka bahçeye bakan balkonda, akşam güneşine karşı, uzanır, asmadan bir filiz koparırmış; beyaz dişlerinin arasında hafifçe 16 ezerek, mayhoş tadını duymak için. İçeride, sofadaki sedirde, sarmaşıklardan süzülen güneşte, gür kumral bıyıkları pırıldayan genç bir adam tambur çalarmış. Güzel davudi sesiyle şarkılar söylermiş; sevdalı; ovulmuş tahtalarına, ince yürüdümler serilmiş sofalara, ceviz konsollara, karpuzlu lambalara doğru hafifçe yayılıp oralarda kalan. Şimdi bile sürmelidir gözleri büyükhanımın. Süzülür. Ağzını da tıpkı gençliğindeki gibi kibarca büzer, oğlan, Koca boyuyla, koca üniversiteli herif, hâlâ çocuk. Babası… inadına gidip anneannesinin, çok iş yapmaktan vakitsiz tutulmuş, ağrılı, dul, fakir dizlerine yatınca. Çocuklar varmış, köşkün, pencerelerinden sarmaşık güllerin kokuları dolan üst kat odalarında, serin kerevetlere yatırılmış, bürümcük örtüler üzerlerinde… Uyanınca, taze çöreklerle çaylar içmek için, gonca ağızları aralık. Çok sevmişler birbirlerini, çok. Roman gibi. Bir zamanlarmış onlar da, bir eski zamanlar. “Oysa ben,” dedi, “haldır haldır koş oraya, haldır haldır koş buraya. Dairede onun bunun ağzının kokusu, evde bunların derdi, kadınlığımı, insanlığımı unuttum.

Her birini idare edeceğim, diye ezil dur aralarında. Aman garip anama laf gelmesin, aman çocuklarım! Ben de kibar olurdum öyle rahat yaşasam. ‘Bizim soyumuz, bizim soyumuz’ der durur. Soyu batası. El el üstünde, el şeyinin üstünde, otururmuş köşelerde ömrü boyunca. İnsanı insan eden pulu çulu değil, usudur usu. Doğru tabii; geçen gün oğlan söylüyordu… arslan oğlum benim. Helal olsun çocuklarım a…” Komşu, elinde çay bardağıyla gelince, güldü, “İlle getirir o bardağını d a …” “E yapamam bunsuz. Ağzımın tadı. Aman yoruldum be Nedretcim.” “Hadi bitti benim işim de burada. Geçelim balkona rahatça. Çorba ister şimdi. Hali hatırı sorulsun, diye bekler. Neyse duymadılar geldiğimi 17 de, şunlar çıktı aradan.

İyi oldu. Uzatıp bacağım ı… N’oldu buna böyle. Pek kolay hasta olmaz am a…” “Koyayım ben çaylarımızı. Nerde senin süzgeç gene yok ortalarda… Çok beter oldu canım çok. Bişey dokanmış olacak ona. Vay vay vay …” “Hasbam alışık değil şimdinin yağlarına falan. Pek bilir ağzının tadını. Çekseydi benim çektiğim öksüzlüğü, anacığım ın…”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir