Nezihe Meriç – Korsan Çıkmazı

Otobüs biraz daha gecikirse, ben bir yerlere oturmalıyım. Dikilmekten topuklarım ağrıdı. Tam kırk beş dakikadır, binlerce anayolun ortasında otobüs bekliyorum. İstanbul yıkılıyor. Bu yıkılış ilk gençlik anılarımızın da yıkılması demek oluyor. Sevdiğimiz eski İstanbul yokuşları, yüzümüzü yıkadığımız hayrat çeşmeler yok artık. “Elma ağacının pembe çiçeklerini görür görmez, yokuşu da göreceksin. Bu, taşlarının arasından şırıl şırıl sular akan, yeşermiş bir eski zaman yokuşudur. İki yanında yüksek, sağlam taş duvarlar vardır…” diye anlatamayacağız evimizin yolunu. Artık böyle hikâyeler yazamadığımız gibi. Yeni açılan geniş asfalt yollar, göz alabildiğince dört bir yana çekip gidiyorlar. Onlarla pek tanışamayacağız. Yeni dostluklar kuracak yürek kalmadı artık bizde. İşimiz çok üstelik; yorgunuz. Çok yorgunum.


Hele bugün hiç iyi değilim. On beşyirmi dakika önce tanımadığım bir akşam güneşi açtı burada. Birden bütün camlar, çatılar, tramvay rayları ve kuşlar, portakal rengi bir ışık içinde kaldılar. Sonra hava yavaş yavaş yağmurumsu bir renk aldı. Şu önümdeki yamru yumru kavruk işçi, havaya bakıp, “Tütün tavı” dedi. “Tam tütün tavı bir yağmur.” Bunu hiç unutamayacağım. Yok, daha duygulara yer var yüreğimizin aydınlık köşesinde. Tütün tavı bir yağmur ha! İşte bu. Yollar yapıldığından otobüsün ne zaman geleceği belli değil. Çok geciktim. Çevrem çukurlar, taş yığınları ile dolu. İstanbul yıkıla yıkıla her gün biraz daha gidiyor elimizden: Acı, ağlamaklı bir sızı dolanıyor bize. Yalnızlık gibi bir duygu bu. Artık ölülerimiz de var bizim.

Anneler, babalar bizi bırakıp gidiyorlar. Onlardan da ayrılıyoruz. Çocukken yalnız ihtiyarlar 7 ölür sanırdık. Onların da bir gün ihtiyarlayacağını düşünmezdik. Al, bir de tren düdükleri üstelik! Uzun uzun, garip garip. Aman be! Uf! Bir mezarlık görünce, sevinçle bağırırdık: “A … Anne bak mezarlık!” Annelerimiz karşılık vermezlerdi. Şimdi anlıyorum o susmaların sessizliğini. Hiç sevmem işte böyle saatlerce dikilmeyi. Gene yanıma para almamışım. Ben adam olmam. Otobüs parasını zor denkleştirdim. İyi ki çantanın dibine dökülüyor bazı ufak paralar. Demek ki az önce buralardan, tütün tavı bir yağmur geçti ha! Bu yağmur tanımına bittim. Yorgunluktan bittim dediğimiz zaman; bir de tükenmek anlamına gelen tükenmekle, önceki bitmek zaten tükenmek anlamında, hem de… Üf! Allah kahretsin, otobüsünü de, beklemeyi de. Kafam karmakarışık.

Hava kararıyor. Az sonra ışıklar yanacak… Dün oturup Berni’ye boncuk dizdim. Bir kutu elvan çeşit boncuk vermişti bana. İçinden yeşillerini ayırıp, bir ipe dizecekmişim. O minicik minicik şeylerin arasında, parmaklarım Güliver’in dev parmaklarına benziyordu. İşime öyle dalmışım ki, bir ara baktım, şaşılaştırdığım gözlerimle, sarkıttığım dudaklarımdan çocukluğum çıkmış gelmiş, yanıma oturmuş. Bir de ilk gençlik yıllarımızdan bir film şarkısı: O lo ho. Dün bir dergide okudum; reçine ağaçları, ay ışığında kesilirmiş. En çok o zaman parlarmış çünkü. Yıllarca önce de gazetede bir haber okumuştum. Akdeniz’deki adalardan birinde, gece yarısından sonra olan deprem; birden bütün kiliselerin çanları çalmaya başlıyor. Karanlık deniz, karanlıkta sokak fenerleriyle aydınlanan sessiz bir ada, sonra kiliselerin çan seslerinin karanlıkta yankılanışı. Bunların üzerine, bir de tütün tavı yağmur gelince, aldı beni bir dalgalanma, o lo ho. Ya! Gayret etsen, beni ağlatabilirsin. Sarp kayaların denize indiği yerlerde, beyaz çiçekler açar mı bilmem.

Hiç denize inen sarp kaya görmedim ki. 1959 yılı Türkiyesi’nde yıkılan bir İstanbul’a karşı durmuş, topuklarımın ağrısını dinliyorum. Yorgunum diyorum anlamıyorlar. Durmadan dört bir yandan gelip, dört bir yana giden insanlar, dolmuşlar, itişip kakışmalar, ter kokuları, küfürler küfürden beter anlamsız suratlarla dolu çevrem. Kocaman bir gürültü içindeyim. Ben Meli’yim, o lo ho. Bildin mi? Hani Berni’nin Meli’si. Berni mi? Sorma, uzuıi iş. Yo, 8 konservatuvarı bitirdi. Bitirdi ama, müzik şimdi onun için yoğunlaşmış bir ağrı. İşte ışıklar da yandı. Karanlık koyulaştıkça ışığın onu böyle pencerelerle, sokak lambalarıyla aydınlatmasını seyretmek çok hoşuma gidiyor. Bir evde bulsam kendimi. Eve girer girmez rahatlıyorum. Ayaklarımı, elimi yüzümü yıkıyorum.

Üzerime ter kokmayan, serin, bol bir entari giyiyorum. Saçlarımı pırıl pırıl oluncaya değin fırçalıyorum. Masarun üzerinde beni bekleyen kitabıma şöyle uzaktan bakıyorum. Sofrayı kurarken, mutfakta yemek hazırlarken, kulaklarım hep ayak seslerinde oluyor. Adnan’ın ayak seslerini orduların içinde bile tanırım. Ne laf! Bunu Berni’ye söyleyeyim de gülsün. Koşa koşa çıkar merdivenleri. Gelirken mutfak penceresinde gördüğü 110 x 130 ölçüsündeki ışık onu sevindirmiştir. Kapıyı gülerek açarım, o hemen kapar. Bir elimde bıçak, bir elimde patates, boynuna sarılır, vücudumu ona bırakırım. Tıraşı uzamıştır, terlidir. Bir yeşili belli olmayan toprak görünür, iyi bakmayınca, ilk bakışta belli olmayan, toprak rengi bir eski ateş görünür. Çok eski yıllardan beri var olan, bir yalnız servi, rüzgârını herkesin duyamadığı, eski zamanları yaşayan yepyeni bir gül pembesi, güneş açmış da sanki, dağlara, ovalara, pınarlara, oralardan insanlara bir kocaman soluk getirmiş, cana can katan. Düden, düden diye yankılanmış, uzaklara doğru yayılmış rahat yürek atışları getirmiş, kan en has rengiyle gürül gürül akmaya başlamış benim damarlarımdan onunkine… Gözlerimi kapar, yanağımı yanağına dayarım. Bu her doğan günle yenilenen, her akşam bitmeyen sevgi, içimi su gibi aydınlatır.

Derin su. Derin sulara bırakırım kendimi. Otobüs biraz daha gelmezse ağlayabilirim. Geç de kalıyorum. Berni söyleniyordur şimdi. Bu gece çocuklara ben bakacağım. Onlar sinemaya gidecekler. İkisi bir araya gelince ama ne azmışlardır. Berni’de suç. Çok yüz veriyor çocuklara. Ben de yüz veriyorum ama benden korkuyorlar. Benim bir kara kızım var. İnan olsun, tıpkı şeytanın çocukluğu. Her çocuk güzeldir. Şeytan da güzeldi zahir.

Yuvarlacık, küçücük, bebecik bir şey benim kızım. Hem de güzel. Yok, çok güzel değil ama, çok şirin. Yapmaması gereken bir şey yaptı değil mi? Kaldırıp eline 9 vurdunuz. Kahverengi gözlerini açarak, şaşırmış bir halle sorar: “N’aptım ?” Karşılık vermediniz mi, üsteler: “Annecim, n’aptım ?” “Ne yapacaksın şekeri döktün!” Eğer dökmemişse, hemen karşı çıkar: “Ben dökmedim ki!” “Sen döktün.” “Ben dökmedim.” “Sen döktün işte. Bir de yalan söyleme.” Alt dudağı titremeye başlar, gözleri dolar ve susar. Yerinden kalkar, gider, arkasını ev halkına dönerek duvarın dibine çömelir, hadi bakalım, kaldırabilirseniz kaldırın, özür dilemeniz gerek. Evet! Yok, eğer o dökmüşse, pembe yanaklarında, kalın siyah kaşlarında, ışıklı, neşeli bir şeyler uçuşarak, gamzeleri çukur çukur gelir, elinizi yanağınızı okşar; boynunu büker: “Bir daha dökmeyim e mi, e mi ha? Dökmeyim e mi!” Hep derin sulardayım onunla da. Berni’nin de bir oğlu var. Bir ahir zaman cücesi. Siyah çekirdekli sarı bir karpuz düşünün. İşte Berni’nin oğlu.

Adı Bora. Bora da ad olur muymuş! Berni bu. Benim kızımın adı Su oysa. Su işte. Ben san saçlı mavi gözlüyüm. Adnan kumral. Berni simsiyah saçlı, simsiyah gözlü. Turan kara oğlan. Nereden çıktı bu çocuklar böyle tersine anlayamıyorum. Biraz daha gecikirsem Berni’nin bütün cinleri azacak. Yoruldum da üstelik. Bora şimdi yumrukları indiriyordur Su’ya. O da: “Berni’cim Berni’cim …” diye avaz avaz bağırdıkça… Ama otobüs geciktiyse ben ne yapayım. Ben artık amma ağırbaşlı oldum. Ağırbaşlılık da değil.

“Bir hoş” durum bu. Olura olmaza gülmeler, her gördüğü insanı sevmeler, alay edişler, çok bilmişlikler, birden sinirleniverişler kalmadı. Hoşgörürlülüğüm arttı. Bir olay karşısında duygularımdan önce kafamla davranıp işin nedenlerini, içyüzünü inceleyebiliyorum. Bu durumda ilerleyişimi gördükçe, gündelik, kalıplaşmış, bizden öncekilere uygun, onlara göre biçim almış düşüncelerden sıyrıldığımı, kafamın iyi işlediğini gördükçe kendime güvenim artıyor. Ama, bir kitabımı okurken, bir de derste mutlu buluyorum kendimi. Adnan ve Su var tabii. Onlar başka. Onlar bana dayanak oluyorlar. Gücümü artırıyorlar. Beş on yıl önce, örneğin şu ağacın altında dikilen çürük dişli kadına kim bilir nasıl içerlerdim. Bir ninecikle beraberdiler az önce. Nineciğin öyle bir durulmuş bakışları vardı ki, köşe penceresinin oradaki sedire oturt, eline limon kolonyası serp, sonra yat sedire, başını 10 yumuşak dizine koy, o saçlarını okşasın, sen nezleli, hafif ateşli düşler içine bırak kendini. Uyandığında, o sana, ışıkları yeni yeni yanan evlere değgin bak neler anlatır. Balkonlarda oturanları, perdeyi açık unutanları, sokağın yeni nişanlılarını… Sessiz, anlayışla, dişsiz ağzıyla gülerek her şeyi hoş görerek; olayları insanları kendine göre tanımlayarak ne tatlı anlatır.

Ha, ikisi, şu çürük dişli yellozla öyle duruyor, otobüs bekliyorlardı. İhtiyarın elinde bir file, içinde torunlar için üç dört mısırla, bir kilo kadar yamru yumru fukara elmalar vardı. Siyah başörtücüğünü bağlamış, sıcaktan yumuşacık yanakları pembe pembe olmuş, polise, şehire, kalabalığa karşı öyle sessiz, çekingen, ihtiyar, saygılı duruyor. Bir ara yanlarına genç bir kadın geldi. Yorgun ama, güleç yüzlü, şişman bir kadın. Saçlarını kıvırttırmak istermiş. Aksaray’daki Mehmet çok iyi demişler. Bu benim çürük dişli, kemikli elini eşarbının uçlarından iki yana çekip, ilmeğini sıkıştırarak berberi övdü. Sigaradan kalınlaşmış sesiyle, ikide bir, “A şekerim, ayol vallahi…” diyerek yolunu tanımladı. “Kıvırttır, kıvırttır. Kolaylık vallahi. Islatıveriyorum sabahları, olup bitiyor” diyordu. Sonradan gelen genç kadın, kararını pekiştirmenin rahatlığı içinde, elinde filesi, yürüdü gitti. Bu, arkasından bakıyordu. “Güle güle.

Bize de gel. Selam söyle” demişti. Uzaklaştığına iyice inanınca: “İşte bunlara kızıyorum ben” dedi, “ayranı yok içm eye… senin nene ondüle… Herifi görsen sıskası çıkmış çalışmaktan. Kıçının deliğini bilmez, kalkar saç kıvırttırm aya…” Kolundaki altın bilezikleri şıkırdatarak bir kere daha eşarbının ilmeğini sıkıştırdı hırsla. “Karı arsız. Gene mayalar gibi olmuş.” Kuru yanakları, damarları parmak parmak kabarmış boynuyla cadının eskimişi. Ama ihtiyar o durulmuş, tatlı bakışlarıyla otobüsü gözleyerek, “Genç” dedi, “n’apsın, o da süs ister.” Canım ninecik. Bu çürük dişliye gelince, öyle baktım ona da, kızamadım. Duruluyoruz artık. Alasulu yaşımızı aştık bir kere. Oh! Otobüs geldi. Neyse çok fazla gecikmiş sayılmam. Nerede kaldı bu Meli de! Anlatacak ne çok şey var.

Gelip de Su’ya diktiğim bu iç eteğini görünce, oooh!. 11 Geciktiği için şimdi nasıl sinirlidir kim bilir. Bu yollar deli ediyor insanı. Dumanı tüte tüte gelir neredeyse. Meli bu. Sinirlenmek onun tekelindedir. Oysa ben Berni’yim. Berni demek, çevresindekiler için, sessizlik örneği, sabır örneği demek. Ben çocukluğumdan beri böyleyim. Meli en küçük ateşle parlayıverir. Bir anda tozutur. Bir anda her şeyi yok edebilir. Ben susarım oysa. Ben alınırım, içlenirim. Kendi kendime ağlarım.

Perdeleri örterim, ışıkları kısarım, müzik dinlerim. Nakış işler, dikiş dikerim. Saçlarımı bigudiye sarar, bütün bir gün öyle gezebilirim. Kocaman bir haftayı Su’ya, kırmalı kabarık bir önlük dikmekle geçirebilirim. Üzerine minicik minicik dört yapraklı çiçekler işlerim. Halıları çırptırdıktan sonra, sirkeli suyla silmeye bayılırım. Aklıma esti de, mayonez yapacağım değil mi, sabahtan akşama değin mutfaktayımdır. On beş günde bir, büyük temizlik yapılmazsa ölürüm. Hemen her gün, sandıkta dolapta yerleştirilecek şeyler vardır. Cumartesi günü sokağa çıkacaksam perşembe günü banyo yapıp saçlarımı sarmam, cuma günü ütü yapmam gerekir, işimin olmadığı boş bir günümü boncukların içinde geçirebilirim. Daha önceki boş bir günümde, uzun uzun bir çiçeğin tohumlarına bakmışımdır. Sonra boncukları dizerim. O çiçekle bu boncuklar arasında bir şeyler olur. Sonuçta, çiçek Meli’ye benziyorsa Meli, bana benziyorsa ben bir kolye kazanmış oluruz. Ben bu yüzyılda yaşamak için gelmemeliydim yeryüzüne zaten canım! Gözlerim simsiyah, yüzüm fazla beyaz.

Bu iyi. Saçlarımı hiç kesmedim. Onlar çocukluğumdan beri omuzlarımda. Ben uzun fistolu elbiseler, iç etekleri, danteller, kurdeleler devrinde yaşamalıydım. Omuzlarımda bir şal, vadiye, ya da göle bakan pencerenin önünde oturmalıydım, bir eski zaman koltuğunda. Eteklerim kat kat, uzun, yerlerde. Dizlerimde bir kitap, pencerede sonbahar, tral lal la… Başladık gene. Meli duymasın. Çok gecikti ama. Şimdi nasıl telaşlıdır. Oysa sinemaya gidemeyeceğiz. Ayakkabıcı ayakkabılarımı yapmamış. Sandaletle de gidemem ya. Az önce amma sinirlenmiştim. Şimdi geçti.

Aynanın karşısında saçlarımı çözüyorum. Bu en çok hoşlandığım işlerden biri. Çoğu zaman bir konu uyduruyorum. O günkü ruh durumuma göre. Hemen oynamaya başlıyorum. Ama hiçbir seferinde, Meli gibi tam bu yüzyıla göre olamıyorum. 12 Meli benim üç saatte yaptığım işi, üç tane on dakikada yapar. Meli döşemeyi bir boydan bir boya kaplayan büyük halılara illet olur. Onun halıları küçük, çırpılması kolay, el kadar şeylerdir. Meli muşambaları, uzun saplı fırçayla şöyle süpürür geçer. Üzerinden de nemli bir bez geçirir, tamam. Benim uzun uzun muşamba cilalamam sinirine dokunur. Meli yorgan kaplamaz: Çarşafı otellerdeki gibi kullanır. Aman Allahım, yapamam. Meli’nin saçları, her zaman yüzüne en çok yakışan, ama taranıp fırçalanması en kolay olan biçimdedir.

Meli ayakkabısı yoksa, sandaletle rahatça sinemaya gidebilir. Meli, Su’ya yarım günde bir entari diker. Öyle değişik, kolay bir biçim uydurur, öyle renkler seçer ki, Su hep iyi giydirilmiş bir çocuk olur. Elbise de çok ucuza gelmiştir. Yastık kılıfı gibi bir şeydir ama güzeldir işte. Yıllar geçti gitti. Otuz yaşma geleceğimiz, geçeceğimiz hiç aklımıza gelmezdi. Ne güzelim. Güzelliğimi doyasıya yaşamak istiyorum. Sevdiğim her şeyi alabilmeliyim. Örneğin, o deniz gibi koyu mavi hışıl hışıl kumaşı alabilmeliyim. Belimden aşağı dökülmeli; incecik beyaz elim, pırıl pırıl uzun tırnaklarımla kumaşı okşamalıyım. Tanrının yarattığı, o güzel beyaz güller, benim bu tertemiz evimde, o elimle boyadığım vazolarımda olmalı bol bol. Hiç gül gördüğüm yok. “Gül mevsiminde ölmek isterim” diyordu Sahifin halası.

Eskiden kalma bir İstanbul hanımı. Ben hayal kurarken nasıl anlardı kristal vazoları. O kadar çırpındım, gül bulamadım kadıncağıza. Çiçekçidekiler de, aman Tanrım, ne para o öyle. Tırnaklarım bir türlü uzamıyor iş yapmaktan, eskiden ne güzeldi. Gökyüzünü işte şimdi aynanın içinde görüyorum. Dün yeniay çıktı. O ne? Aman Tanrım! Bora… Su…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir