Nurdan Gürbilek – Benden Önce Bir Başkası

Benden Önce Bir Başkası bir yazan bir başka yazann ışığında okuyan denemelerden oluşuyor. Bir yapıta bir başkasınm ışığında bakan ikili okumalar. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza sını Kafka’nm Dönüşümüyle, Kafka’nın Babama Mektup’unu Oğuz Atay’ın “Babama Mektup”uyla, Tanpınar’ın günlüklerini Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ıyln, Benjamin’in Pasajlarım Tanpınar’m Beş Şehir’iyle birlikte ele alan çapraz okumalar. Peyami Safa’mn “Şark Nedir?”ini Cemil Meriç’in Bu Üllce’siyle, Cemil Meriç’in Bu Ülke’sini Edward Said’in Şarkiyatçılık’lyla birlikte okuyan, bir ikili okuma perspektifiyle birbirine bağlanan karşılaştırmalı denemeler. Ama burada bir karşılaştırmadan söz ederken, çoktan edinilmiş bir doğruyu birden fazla yapıt üzerinden örneklemeyi kastetmiyorum. Yapıtm haklarını hiçe saymak olur bu. Dahası, boşu boşuna karşılaştırmak: Zaten bildiğimiz şeyleri bir kez daha gösterir, karşılaştırmadan elimiz boş döneriz. Dğer yandan, her yapıtm kendine göre bir doğrusu olduğu gibi gevşek bir önermeden de yola çıkmıyorum. Yapıta çocuk muamelesi yapmak olur bu da. Bir bakıma onu kayırmak: Onu incitebileceğini düşündüğümüz kıyaslamalardan korur, kendi halinde geçinip gitmesine izin veririz. Bütün bu karşılaştırma probleminin biz-onlar, yerli-yabancı, burası-orası tartışmalarıyla yakından ilgisi olduğunu da biliyoruz. Ama ben buradaki ikili okumalarda oradakinin özgün, buradakinin kopya, ya da tersine buradakinin de en az oradaki kadar iyi olduğunu kanıtlamak üzere yapılan kıyaslamalardan uzak durmaya çalışacağım. Karşılaştırma 10 BENDEN ÖNCE BİR BAŞKASI derken, ister orada ister burada yazılmış olsun bir yapıtın fikirsel-biçimsel problemini bir başkasınınkiyle karşılaştırmayı kastediyorum. Kendinden önce ortaya atılmış problemlerle nasıl bir ilişki kuruyor yapıt? O problemin yerine nasıl kendi problemini geçiriyor? Ya da bazen nasıl o problemin gerisine düşüyor? Daha çok roman, öykü ve denemeden yola çıkacağım; günlüklere, mektuplara, kuramsal yazılara da yer vereceğim. “Çoktan edinilmiş doğrular” değil, dedim.


Ama çapraz okumayı davet eden bazı başlangıç fikirleri var. Birincisi, hiçbir yapıt boşluğa doğmaz; akan nehre sonradan eklenir. Bu dünya bizden önce de düşünülmüştür; bütün yapıtlar kendilerinden önceki yapıtlarla yapılmış bir konuşmanın izini taşır. Modem edebiyatta da böyle bu. Dostoyevski insancıklar’ da Gogol’le tartışır. Kafka Dönüşümde, Dostoyevski’nin elli yıl önce sorduğu soruyu, “İnsan mıyım, yoksa böcek mi?”yi cevaplar. Oğuz Atay romanlarını “yaralı donkişotlar”ın, “yeraltında yaşayanların, “ecinni tayfası”nın, “geviş getiren Oblomov’ lar”ın, “hamamböcekleri” ve “metamorfoz”lann yankılandığı bir vadide yazar. Peyami Safa Matmazel Noraliya’nın Koltuğunda inançsız kahramanının mistik tecrübe sayesinde bambaşka bir adam olduğunu anlatırken alttan alta hâlâ “ecinni taifesi “yle boğuşuyordun Bunun her zaman kasıtlı bir konuşma olması da gerekmiyor. Tanpınar “Hayat Karşısında Romancı”da Rus romanının “büyük muzdarip benliklerinden, “yeraltı itiraflarindan, “onulmaz biçarelikler” inden sıkıldığını yazar; ama kendi onulmaz biçareliklerini kayda geçirdiği günlükleri çoktan bir “yeraltından itiraflar”a dönüşmüştür. Cemil Meriç’in “İnsan toplama çıkarmanın konusu olabilir mi?” sorusunun ardında yine bir Dostoyevski kahramanı, insan yaşamının matematiğin yasalarıyla açıklanmasına itiraz eden yeraltı adamı kımıldıyordun Her yazar kendinden önce dokunmuş bir metne bir düğüm daha atar, diye bitirebilirdik bu girişi. “Karanfil elden ele”1 geçer; Gogol Dostoyevski’ye verir, Dostoyevski Kafka’ya geçirir, Kafka Oğuz Atay’a uzatır, Oğuz Atay yanındakine. Metinler böyle böyle çoğalır, edebiyat böyle zenginleşir, deyip geçebilirdik. Yine de diyebiliriz. Ama bir metnin kendinden öncekilere sorunsuzca eklendiğini söylemek, yapıtlar arasındaki konuşmayı hafife almak olur. “Metinle- GİRİŞ 11 rarasılık” kavramı 1960’lann sonlarında yapıtı yoktan var eden bir yaratıcı-yazar imgesini sorgulamak üzere ortaya atılmıştı.

Edebiyat metinleri kendi kendini harekete geçiren bir yaratıcının ürünü değildir, diyordu kuramcılar; böyle el değmemiş bir süreç yok burada, bütün metinler kendilerinden önce üretilmiş metinlerle konuşarak dokunmuştur. Doğru; ama zamanla kavramın içeriğinin değiştiğini de biliyoruz. Artık “metinlerarasılık” denince, bir yazarın kendinden öncekilere şapka çıkarmasını, sonra da kaldığı yelden yoluna devam etmesini anlıyoruz. Kelimelerin elden ele aktan İmasının gergin konuşmalara sahne olabileceği, bir yapıtın kendinden öncekilerle tıpkı ebeveynleriyle kavga eder gibi kavga ettiği, sonunda ortaya çıkan ürünün yalnızca öncekilerle konuşularak dokunmuş bir “metin” değil, aynı zamanda onlarla mücadeleden yapılmış bir “yapıt” olduğu gerçeği görüş alanımızın dışma çıktı. “Ölmüş kuşakların geleneği,” diyordu Maıx, “yaşayanların üzerine bir kâbus gibi çöker.” Yalnız tarihte değil, edebiyatta da böyle. Bu kâbusu Türkçede en iyi anlatan, çünkü bir kâbus gibi yaşayan yazarlardan biri Tanpınar’dı. Günlüğünde, kendinden önce yazılmış kitapları “kendine çevrilmiş bir silâh” olarak algılamaktan bir türlü vazgeçemediğini yazar. Baudelaire’den, Val6ry’den, Proust’tan, Yahya Kemal’den sonra yazmanın onu durmadan “hazin mukayeselere sürüklediğinden, “korkunç mukayese arzulan” içinde yazdığından, kendine doğru çevrilmiş silahların gölgesinde kendini bir türlü var edemediğinden söz eder. Modem edebiyat denen yeni bir sayfa açma isteğinin nasıl bir kıyaslama iklimine doğduğunu anlatan çarpıcı cümleler. Şu da Marx’ın “ölmüş kuşaklar” cümlesinin “ölmüş yazarlar” üzerine Oğuz Atay versiyonu: “Tutunamayanlann prensi” Selim konuşuyor: “Bana hayatı zehir ediyorlar. Bütün yaşantımı etkileyerek benim için hayatı yaşanmaz bir cehenneme çeviriyorlar. Hepsi- 1 1. Edip Cansever’in “Yerçekimli Karanfıl”inden şu dizeler: Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu bir yanındakinc veriyor Derken karanfil elden ele. 12 BENDEN ÖNCE BİR BAŞKASI nin yer aldığı bir roman yazacağım ve burunlarından getireceğim: bana yaptıklarını ödeteceğim onlara.

” Dostoyevski’yle Dostoyevski, Gorki’yle Gorki, Kafka’ylaKafka olduğu için bir türlü kendisi olamayan Selim’i böyle anlatır Tutunamayanlar’m yazan. “Bütün hayat, bütün insanlık bu kitaplarda anlatılıp bitirilmiş”, onların karşısında “kocaman bir beceriksiz Selim” olarak kalmıştır Selim. Şu da Turgut’un yepyeni bir dille konuşma isteğini hem dile getirdiği hem de tiye aldığı ironik versiyon: “Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizi sarsmaya geldik. Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve kendinibeğenmişçesinesankibizdenöncebirşeysöylenmemişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz. Dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz. Dinden imandan çıktık. Deli dervişler gibi saldırıyoruz. Açın kapıyı.” Kendinden önce bir şey söylenmemiş gibi konuşma isteği önemsiz değil. Ama kapı kolay açılmıyor. Zaten açıldığında, “dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla” milletin karşısına çıktığında, kendi kelimelerinin arasına Shakespeare’in, Dostoyevski’nin, Kafka’nın, Gonçarov’un, Joyce’un kelimelerinin karışmış olduğunu biliyordu Oğuz Atay. Evet, “canım yazarlar”, onlara tutunalım; ama bir “ustalara saygı” safdilliği yok artık burada. Kendinden öncekilerle ilişkiyi problem olmaktan çıkaran bir selam çakıp gitme rahatlığı da yok henüz. Çünkü farkında: Kapı açıldığında milletin karşısına sıradan bir Don Kişot, yapmacık bir Hamlet, orta halli bir Raskolnikov, kendi halinde bir yeraltı adamı olarak çıkmak da var: “Siz, kendini şövalye sanan Don Kişot gibi ilginç de değildiniz üstelik. Özür dileriz, bizi rahatsız etmeyin.

Düşünecek meselelerimiz var. Her gün yüzbinlerce insan ölüyor. Ancak ilginç olaylarla uğraşabiliriz. Next please!” Evet, “kuvvet” problemi. Yine Selim konuşuyor: “Goıki’yi kendime benzetmek isterdim ama, rıhtımda un çuvallarını bir taşıyışı var: nerede bende o kuvvet.” Edebi miras probleminin aym zamanda bir güç problemi olduğunu, bazı yapıtların daha güçlü, bazılarının daha az güçlü, bazılarının hepten güçsüz olduğunu görerek ilerleyebiliriz ancak. Burada GİRİŞ 13 “güç” derken bir yapıtın muhteşem ya da kusursuz olmasından değil, güçsüzlükle uğraşırken bile problemini tıpkı Turgut’un dediği gibi “burnumuza dayamasından”, bizi kapıyı açmaya zorlayabilecek güçte olmasından söz ediyorum. Problemi önümüze bir Rus’un mu, bir Alman’ın mı, yoksa bir Türk’ün mü koyduğunun fazla önemi yok. Bunu bir “bize görelik” ya da bir “bizbizelik” zemininde; bir “Türkçemiz”, bir “bizim edebiyatımız”, bir “kendi bünyemiz” vurgusuyla halletmemize de imkân yok. Peyami Safa Matmazel Noraliya’mn Koltuğunda Ferit’in inkârdan inanca olan dönüşümünü anlatırken Suç ve Ceza’mn iğreti sonunu, yasaya meydan okuyan Raskolnikov’u ancak inancın yatıştırabileceği imasını sanki bu kez daha inandırıcı bir biçimde, problemi romanın tamamına yayarak yeniden yazmayı dener. Romandaki Dostoyevski göndermeleri (Ferit’in “müstebit ve cimri” teyzesini öldürme hayali, cinayeti “Ben teyzemi öldürürsem varım” fikriyle ya da “kendisinde herhangi bir iş yapmak’ iktidarının bulunmadığından şüphe eden bir adamın bu iktidarı kendi kendine karşı ispat etme” isteğiyle işleyeceğini düşünmesi, “evdeki ecinniler”, “taifeicin yatağı” vs.) Safa’nm bu romanı Dostoyevski’yle konuşarak yazdığını gösterir. Ama sormak zorundayız: Raskolnikov’dan sonra aynı güçle kapımızı yumruklayabilmiş midir Ferit? Bugün Suç ve Ceza’yı Raskolnikov’un Sibirya’daki mahkûmluk günlerinin anlatıldığı bölümüyle değil, münkirin kutsal yasaya boyun eğerek yeniden dirileceği imasıyla değil, onu kan dökmeye iten o temel soruyla hatırlıyor olmamız boşuna mı: Neden toplumsal-kutsal yasaları yapanlar masum insanların kanını dökünce suçlu olmuyor da ben kan dökünce suçlu oluyorum? Bu sonı hiç sorulmamış, Raskolnikov hiç yazılmamış, Dostoyevski hiç yazmamış gibi yazmak mümkün mü? Atay kaygılanmakta haklı: Sonunda milletin karşısına sorusunu çoktan cevaplamış, belki de hiç sormamış bir Raskolnikov olarak çıkmak da var. Dostoyevski’nin karşısında güçsüz bir yankıdan, bir Dostoyevski efektinden ibaret kalmak var. Ya da Dostoyevski’nin bir “yeraltı trajedisi” olarak anlattığı tıkanmışlığı kendi hayatında tekrar tekrar sahnelemek var.

Cemil Meriç’i düşünüyorum. Kendini aynı anda hem “prens” hem “parya”, hem “dâhi” hem “fırsat yoksulu”, hem “düşünce fatihi” hem “tekmelenen 14 BENDEN ÖNCE BİR BAŞKASI köpek”, hem “şövalye” hem “kapıcıdan aşağı” olarak tarif ederken, kendi ifadesiyle bir “Dosto” romanından çıkmış gibi: “Ben dünyaya gelişiyle gelmeyişi arasında hiçbir fark olmayan fanilerden biri miyim?” diye sorarken, kendini başkalarından daha soylu, daha bilgili, daha kültürlü, ama buna rağmen daha ezik hisseden yeraltı adamının yazgısını “bu ülke”de bir kez daha tekrarlamaktan öteye geçemiyor. Böyle zor anlarda, Oğuz Atay’ın yarı ciddi yan şaka müdahalelerini ciddiye almakta yarar var. Yalnızca Dostoyevski’den sonra Dostoyevski gibi yazılamayacağına işaret ettiği için değil. Aynı zamanda Dostoyevski problemlerinin iyice ağırlaştırdığı havayı, Dostoyevski’de pek bulunmayan bir mizah duygusuyla dağıttığı için. İnsanın “onulmaz biçarelikler”ine şakanın gücüyle pekâlâ cepheden yaklaşabileceğini, iyi bir yazarın bu biçareliklerden güç toplayabileceğini hissettirdiği için. Yine Turgut konuşuyor: “Böyle giderse her mahallede bir Dostoyevski çıkacak Olric. Dünya borsalarında Dostoyevski hisseleri düşecek. Her hafta bir Karamazov, yeraltınız kadar yeraltı.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir