Nurdan Gürbilek – Ev Ödevi

FREUD Şaka ve Bilinçdışıyla ilişkisi’nde şakanın, gücünü “bilinçdışı krallığı”ndan aldığını söylemişti. Şakanın arkasında bastırılmış bir dürtü olduğunu düşünüyor, zihinsel gerilimdeki bu ani boşalmada bastırılmışın geri dönme çabasını görüyordu, dolayısıyla da yitirileni yeniden elde etmenin yöntemini. Freud’a göre çocukluğun dünyasına anlık bir geri dönüştü şaka: Büyüdükçe edindiğimiz mantıksal düşüncenin basıncım hafifletiyor, bizi yeniden oyunun alanına, “mantığın çocukluğu “na geri götürüyor, düşünce ve sözcüklerle oynamanın verdiği eski hazzı, “oyun evresinde izin verilmiş ancak zihinsel gelişimin seyri içinde mantıksal eleştiri tarafından söndürülmüş” bu hazzı bir kez daha ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Şaka, espri, oyun, mizah: Freud’a göre bütün bu araçlarla ulaşmaya çalıştığımız keyif, “gülünçten habersiz olduğumuz, espri yeteneğimizin olmadığı, kendimizi mutlu hissetmek için mizaha gerek duymadığımız” çocukluğumuzda kısa bir süre yaşadığımız keyiften başka bir şey değildi. 1 Freud’un şakada, oyunda ve genel olarak mizahta var olduğunu söylediği özelliklerin birçoğu Oğuz Atay’ın romanlannda da vardır. Atay’ı okurken de sözcüklerle ve düşüncelerle oynamanın, yani saçmalığın, anlamsızlığın, mantık ve gerçek dışı olanın kendisinden haz aldığımız, yazann da bunlan yazarken benzer bir haz almış olduğunu düşündüğümüz yerler 1. Tamamı ya da bazı bölümleri çeşitli adlarla Türkçeye çevrilen kitabın ulaşabildiğim eksiksiz çevirisi Espriler ve Bilinçdışıyla ilişkileri, çev. Emre Kapkın, Yaprak Yayınlan, basım tarihi belirtilmemiş, s. 246. 12 EV ÖDEVİ vardır. Atay’da da şakanın “zihinsel yükü azaltmaya çalışan keyifli bir mizacın” ürünü olduğu anlar vardır. Atay’da da düşüncenin bir kez daha oyun evresine, çocuksu haz kaynaklarına geri dönmek istediği; şakanın, insanı huzursuz eden düşünsel içeriği bastırmak yerine hazza dönüştürmenin yolu olduğu yerler vardır. Atay’da da bazen şaka yetişkinlerin dünyasına karşı durmanın, yaşanmamış bir çocukluğa geri dönmenin bir yolu olur. Ama aynı zamanda çocukluktan da kurtulmanın bir yolu: Freud’un “erişkine uygun düşmeyen şeyler gülünçtür” saptamasını haklı çıkartırcasına, Atay’ da da şaka gülünç olmayı aşıp mizahi hazzın alanına geçmenin aracıdır. Çocukluğunu yaşamamış, bu yüzden hep çocuk kalmış “hayat acemisi” kahramanların gülünç olmaktan, yani çocuksuluktan kurtulduğu yerdir.


Belki de en önemlisi şu: Atay’ da da şaka Freud’un sözünü ettiği gibi duygudan yapılmış bir tasarruftur. Atay’ın yarı şaka yarı ciddi tarifiyle “duygulu ve romantik bir insan”m acısını, öfkesini, kederini mizahi haz lehine geri çekmesinin; kendi kederiyle, kendi öfkesiyle, kendi “samimiyet buhram”yla dalga geçmesinin, bu buhranı hazza dönüştürmesinin bir yoludur. Bütün punlar Atay’da vardır. Biri dışında. Freud’un şakada, genel olarak bütün mizahta var olduğunu söylediği bir özellik, “düşmanımızı aşağı, değersiz ya da gülünç kılarak dolaylı yoldan onu alt etmenin zevkine ulaşmak”, bu pek yoktur Atay’da. Çünkü karşısındakini değersizleştiren (ya da değersizleştirebilen), onu yeren bir alay değildir Atay’ınki. Belki de bu yüzden, Freud’un mizahta var olduğunu söylediği özelliklerin birçoğunu onda bulmamıza rağmen, sanki başka bir yerden geçilerek, başka bir yol katedilerek araştırılmalıdır Atay’ daki mizah. Yazının ilerleyen bölümlerinde daha ayrıntılı olarak tartışacağımı şimdi kısaca özetlemem gerekirse: Atay’ın oyunlarında haz kadar endişenin, isyankar bir içerik kadar suçluluk duygusunun, alay ettiği nesneye yönelmiş bir yıkıcılık kadar yıktığını içerme, onarma isteğinin de payı vardır. Hatta, bu ikinci saydıklarım daha ağır basar. Bir başka deyişle OYUN VE ADALET 13 Atay’ın mizahında, karşı çıktığı şeyi arkasında bırakmış olmanın verdiği ferahlamadan, özgürlük duygusundan çok, haklılık zemininin kaydığı bir ortamda her şeye rağmen bir adalet duygusunu koruma çabası öne çıkar. Ben bu yazıda bu duygunun içsel kaynaklarını anlamaya çalışacak, bunun çoğu zaman düşündüğümüz gibi oyunla çelişmediğini, dahası bu adalet duygusunun Atay’da nasıl kendisini ancak oyunla birlikte var edebildiğini incelemeye çalışacağım. Atay’ın dilini konuşarak başlayalım. Çünkü iyi edebiyatta çok rastlanan bir durum değil: Atay’ın romanlarında hep bir söz fazlasıyla, bir laf kalabalığıyla karşı karşıyayızdır. Sözün durmadan çoğaldığı, konuşanın hep yeni söz üretme gereğini duyduğu, sözün anlamını tüketip konuşanı yorgun düşürdüğü bir konuşma biçimi. Zaten hemen fark edilir: Atay’ın romanlarındaki dil, birbirine eklenmiş çeşitli seslerden, üst üste yığılmış çeşitli söylem katmanlarından oluşmuştur.

Bu, özellikle de Tutunamayanlar için geçerlidir. Atay’ın dili, bu topraklarda yaşayan insanların üzerinde hep bir basınç uygulamış, belli bir kamusallık kazanmış çeşitli söylemlerin dışına çıkarak değil, onların içinden yol alarak var edebilmiştir kendini. Bu yüzden de popüler diyebileceğimiz çeşitli dillerin, örneğin acılı aşk romanlarının, abartılı melodramların, hüzünlü alaturka şarkıların, Türkçe tangoların, dokunaklı ölüm ilanlarının, yaralı gönül muhabbetlerinin dilini içinde barındırır. Diğer yandan resmi bir söylemi; bayram nutuklarından, ortaokul ders kitaplarından alınmış hamasi cümleleri de içinde taşır. Batı taklitçiliğinden beslenmiş kalkınmacı bir bilimsel söylemin, her şeyi yansız kavramların içine sıkıştıran ansiklopedik bir dilin içinde gezinir. Bunun da ötesinde kitaplarının yayımlanmasından ancak on-on beş yıl sonra, I 980’lerde bu ülkenin kültürel hayatına damgasını vuracak çeşitli muhalif dillere de 14 EV ÖDEVİ rastlarız orada; acıyı, kederi yücelten, çok sonra arabesk sözcüğü altında toplanacak türden anlatımlara ya da olumsuzlama anını rahatça savunulacak bir doğruya dönüştüren bir marjinallik söylemine, bir akıl karşıtlığına da rastlarız. Dahası, edebiyat ya da psikanaliz gibi daha ciddi denebilecek diller de bu katmanların içinde yerini almıştır. Farklı düzeylerde de olsa bütün bu dillerle oynayarak, bu dilleri eğip bükerek, başkalarının dilinin bir parodisi, abartılmış bir taklidi olarak kurabilmiştir Atay kendi dilini. Bunun bir nedeni, belki de Atay’ın “Türkiye’nin Ruhu” dediği şeyi anlatmak istemesi, bu ruhunsa ancak bir gürültü olarak ifade edilebileceğinin farkında olmasıydı. Bir ikinci neden, her şeyin söze dönüştüğü, yazarın hakikat denen şeyin belirsizleştiğini hissettiği bir ortamda, dilde doğruluğun ancak olumsuzlama yoluyla, kamusallaşma iddiasındaki her tür öznelliğin bir taklidi olarak kurulabileceği inancıydı. Bir başka neden, kendi duygularını abartıp onlarla dalga geçerek başkalarının gözünde gülünç olmaktan kurtulmaktı.2 Başka şeyler de eklenebilir, ama şu önemli: Atay’m romanlarından yük ­ selen gürültü, yukarıda sözünü ettiğimiz çeşitli di-llerin birbirine karışmasından, birbirini çelmesinden kaynaklanan bir gürültüdür. Oynarken durmadan bir rolden diğerine girip çıkan çocukların çıkardığına benzer, dışardan bakıldığında anlamsız görünen, anlamın tükendiği izlenimini veren bir gürültü. Atay mizahını büyük ölçüde bunun üzerine, Tutunamayanlar’da “kaba, gürültücü adam” Turgut Özben’in, Tehlikeli Oyunlar’daysa “işi öylesine şakaya getiririm ki, gerçeğin anlamı kalmaz,” diyen Hikmet’in çıkardığı gürültü üzerine, bu durmadan çoğalan, durmadan kendini yanlışlayan söz üzerine kurmuştu. Edebiyattan genellikle beklediğimiz gibi, kendine gürültünün duyulmayacağı sessiz ve temiz bir nokta aramıyordu; yani gürültünün dışına çıkmaya çalışmıyor, onun için2.

Atay’da ironinin duyguyu denetlemeye yönelik işlevine çok önce Murat Belge dikkat çekmişti: “Tutunamayanlar”, Yeni Dergi, sayı 99, Aralık 1972, s. 281; Edebiyat Üstüne Yazılar içinde, Yapı Kredi Yayınlan, 1994, ss. 185-193. OYUN VE ADALET 15 den yol almayı deniyor, onu abartıp uç noktasına vardırıyordu. Burada da Freud’un sözünü ettiği türden çocuksu bir haz, sırf sözcüklerle oynamanın kendisinin verdiği bir haz yok değildir. Ama bu abartılı, bu aşın dile kimliğini veren, Atay’ı bir türlü tamamlanamayan bir sözün, bir öncekini olumsuzlaya- . rak uzayıp giden cümlelerin yazarı kılan aynı zamanda endişedir. Zaten Atay da roman kahramanlarının ağzından bu endişeyi sık sık dile getirir: “Allahım, ben ne yaptım! Bugüne kadar söylediğim her sözü geri alıyorum. Konuşmayı da bir unutabilsem,” der Turgut Özben. Her şeyi söze dönüştürmeyi sonuna kadar götüren, “buraya konuşmak için geldim,” diyen, dünyaya sözle düzen vermeye, hayat kadar büyük boşluğu sözle kapatmaya çalışan, sürekli gürültü çıkartarak ayakta kalabilen Hikmet’se şöyle der: “Ne olurdu bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı şeyleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım … Kendime söyleyecek söz bırakmadım.” Akıp giden sözü geri alma, geriye sarma isteği: “Söylediklerimi, kapı kapı dolaşarak geri almak istiyorum.” Endişeye yol açan çelişkiyi de anlatmış, sözün her zaman fazla, çünkü her zaman eksik olduğunu hissettirmişti Atay. Daha söylenecek çok söz vardır, çünkü konuşmak için geç kalınmıştır. O kadar çok yarım kalmış yaşantı birikmiş, o kadar çok yaşantı dile getirilemeden kalmıştır ki, konuşan önce bu büyük boşluğu doldurmak zorunda hisseder kendini. Turgut’un söylediği gibi: “Her gün açıklanamayanlar biraz daha artıyor.

Tarifi güç bir yorgunluk geliyor üstüme.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir