Nuriye Celegen – Ask-i Sukun

ALEM, SIRRIN aşikâr olmamış hazinesindeydi. Kenz-i mahfinin (gizli hazine) görünme seyri, yokluğun örtüsünü aralattı. Kenzin açılımı, sırrın paylaşımıydı. Sır, mahremiyetti, gizli tutmuştu kendini. Gizli kenz, ezel sırrını sıyırmayı, sır örtüsünü aralamayı, mahremiyet peçesini indirmeyi, giz perdelerini bin bir sır dolu hazine ile açmayı istedi. İstedi ki, bilinsin; istedi ki, görünsün. Mahremiyet “Elif… Lâm… Mim…” dedi ve mahremiyetini ele verdi. Sır açığa çıktı. Kenz bin bir kapı ile açtı kendini. Sırlar aktı her kapıdan sır sır… Her sır, sırrını söyledi: “Elif… Lâm… Mim…” Her kapıdan da bin bir yol ile giriş başladı. Her yol başında bir kılavuz vardı. Ve kenz sırrını zahir etti harf harf: “Elif… Lâm… Mim…” “Mim” sırrın dışa vuran yansımasıydı. “Lâm” sırra aracı olan mekândı. “Elif” sırrın sahibi. Mim, dışa alev alev döküldü, adına “aşk” dendi.


Lâm, kendine bir mekân aradı, aşka aracılığını yapacağı bir yer. Ondan haberleri, ona muştulayacağı; adı mekân, ama “lâmekân” olan bir yer. Lâm aracılığa en uygun yeri kalpte buldu. Elif, “O”ydu. Aşkın çılgın tutkusu, birlik… Lâm aracıydı, Elif ile Mim’in arasında. Kenz mahremiyetini en mahrem ile paylaştı. Kalp, mahremiyet ile sırrın, gizlilik ile bilinmezliğin, tutku ile aşkın çözülmez meydanı oldu. Her şey bu serüvenle başladı. Kalbin sanılan ve aşk olarak anlaşılan sırrın, bin bir sır dolu bilinme öyküsü, başkasında görünme seyri. Ve böylece sırda, Mim’li bir yolculuk başladı her dem. Adım adım… Birinci Bölüm Aşk Adımları Bekleyiş… NİL KABINA sığmıyordu o yıl. Sarayın surlarına geldiğinde sanki daha da kabarıyor, kahırlı tokatlarla surlara vuruyordu. Ürpertiyle Nil’in öfkeli sularına baktım. – Ah Nil! Benim için başkasın. Sanki bir şeyler getirecek, bir şeyler vereceksin sanıyorum; oysa hep birilerimizi alıp gidiyorsun.

Aldığın bu kaçıncı masum olacak? Korkunun gücü ne de yamanmış! Yere çivilenmiştim… Saray başmuhafızının: – Taraçada toplanın, emriyle koşmuştum. Alina getirilmişti oraya yaka paça. Birkaç aydır Firavn’ın hizmetinde çalışıyordu. Onu eğlendirmek için elinden geleni yapıyordu. Ne olmuştu acaba? Firavn’a ne yapabilirdi ki, bu toy kız? Alina, Firavn’un odasından kovulduğunda ne yapılacağını iyi bilen başmuhafız, önce kızın ağzını kapamıştı. Zulüm, kelimelere dökülmemeliydi. Tüm zalimler önce kelama yasak koyardı. Kelamın gücü büyüktü. Kelamdı, yokluğun elini varlığa tutturan. Alina’nın Nil renkli gözlerine baktım… Korku ve nefret bir çift gözde ancak bu kadar birleşebilirdi. Sükûtun çığlıklarıydı bağıran: – Daha çok gencim. Lütfen, daha çok gencim. Yaşamak istiyorum, diyen gözlerin griye çalan tonunda boğuldum. Nil’in hırçın dalgaları vurmuştu korku birikmiş gözlerine. Korku bir karanlık gibi çöktü içime.

Ürperdim… Muhafız elindeki mızrağıyla dokundu kızın sırtına. Alina’nın mızrakla parçalanan narçiçeği renkli elbisesine bulaşan kan, önce düz bir çizgi halinde aktı. Doğruluktu bu… Genç bedenin kanı önce taş zemine, sonra kanayan yüreklere düştü narçiçeği renginde. Alina, balkon kenarına yaklaştıkça çırpınan bir kuş gibi çevikleşiyor, muhafızın ellerinden kaçıp havalanmak, kanat çırpıp uçmak istiyordu. Hepimiz donmuştuk, mazlum ile zalimin mücadelesini seyrediyorduk. Nefret ettiğimizle merhamet ettiğimiz, hiç bu kadar yan yana olmamıştı. Hiç bu kadar aynı tabloda bir araya gelmemişti. Korku herkesi lâl etmişti. İlk kez korkunun nasıl bir şey olduğunu anladım. Sonra korkuyu düşündüm: Zulüm mü korkuturdu, zalimin silueti mi, ayırt edemedim. Korkuyordum işte. Bir çaresizin masum çırpınışları, yüreğimi amansız bir korkunun pençesiyle tırmalıyordu. Kelamın susturulduğu yerde sessizlik dil olmuştu. Kimsenin konuşmaya, ya da gözlerinden yaş akıtmaya cesareti yoktu. Ağlamak; “Bunu tasvip etmiyorum” demekti.

Ağlamak, haksızlığa direnişti. Zulüm, gözyaşlarına samyeli olarak esti. Gözpınarları kurudu. Nil, hırçın bir kükreyişin esintisi ile kabardı. Kalpler zavallı bir masumun kahır dolu çırpınışlarıyla için için kanadı. Vakit ikindiye indi. Güneş ayrılık rengindeydi. Kan Alina’nın sırtından akmaya devam ediyordu. Muhafız kana bulanmış saçları hoyratça tuttu. Savrulan siyah saçları körpe bedeninde tutuşmak isteyen umutlar gibiydi. Nil huysuzlaştı… Muhafız kızdıkça kızdı: – Bakın, dedi, tek eliyle tuttuğu zayıf bedeni göstererek: – Bakın da böyle olmayın. Efendimizi üzenin sonu işte böyle olur. Taraçanın kenarına iyice yaklaştı. Taraça oldukça yüksek, Nil oldukça derindi. Korku, seyirci bedenleri medet umarcasına birbirine yaklaştırdı, gözler görmemek için kapandı.

Muhafız kükredi: – Bakın. Acıyla bekleşen kadınların gözleri korkunun soğuk titremesiyle açıldı. Sararmış yüzlere ölümün solgun rengi vurdu. Muhafızın kaba ve sert elleri, bir mengene gibi kavradı kızın gülfidanı gibi ince boynunu. Zaman aktı. Güneş sessizce aktı… Sona gelinmişti. Korku, gözlerden taş zemine düştü. Yürekler kor oldu, merhametli sineler yandı tutuştu. Şefkatten soyunmuş bir muhafız, genç bir bedeni tüm umutlarıyla taraçanın kenarından bıraktı. Önce saçları, sonra narçiçeği renkli elbisesi havalandı rüzgârda. Nil’in serin suları körpe bir bedeni daha kucaklamıştı. Güneş, ölümün sarısıyla yansıdı ufka. Gözlerim, ümit bahşedecek diye beklediğim Nil’in, hep kucaklayan, hep alıp götüren sularına takılı kaldı. Gün akşama baş koydu. Etrafta korku, havada narçiçeği renkli bir kızıllık vardı.

Muhbir “KAF” VE “NUN” yokluğun varlığa tutunacağı haberini etrafa saldığında, her şey bu haberin sevinciyle kımıldamıştı. Varlığın ilk haberi, hayatı her daim haberle çalkalanır kılmıştı. Hayattaki serencam, hep bir haberin koşuşturması değil miydi? Kırılan ışıklar, gecenin haberini gündüzün koynuna atarken; şafağın başına sardığı kızıllık, gündüzün haberini gecenin karanlığına fısıldardı. Patlayan çiçekler, ağacın meyveye duracağı haberini baharın toy büyüsüne muştularken, sararan yapraklar sona gelindiği haberini baharın içine bir kor gibi atardı. Haber, hep birilerine ulaşmak telaşındaydı; gizliliği sevmez, saklanmayı istemezdi. Haber hızlıydı. Tez gider, çabuk ulaşırdı. Bir yerde, bir mekânda, bir kulakta kalmaz, bir gönle hiç sığmaz, kuş gibi kanat çırpardı oradan oraya. Haber akıcıydı, su gibiydi, anlatıldıkça coşardı, yolunu kesmek zordu onun. Bu haberde de tüm haberlerin tılsımı vardı. Günlerce akıp durdu mahalleden mahalleye. Uğramadığı bir ev bırakmadı. Ulaştığı her yerde kelamını kulaklara, merakını yüreklere bıraktı. Sır ortalığa düşmüştü. Uzun bir bekleyişin sevinci sardı, haberi alanları.

Haberin ayağı tezdir hani, ulaşır ya tüm kapılara; Sâre’nin kulağına da ulaştı haber kuşunun çırpınan kanadı. Sâre titredi bu haberden. Yüreğine kor gibi ince bir sızı indi. Korktuğu haberin yankısıyla sarsıldı. Çaresizce bakındı. Üzüntü yüreğinden önce boğazında yer tuttu. Kadınlık duyguları bir anda depreşti. Oysa beni eşine kendisi vermişti. Kıskanmamış mıydı? Kıskanmamak mümkün değildi elbette. Kıskançlık kadınlığın zaafı diye bilinirdi her daim. Belki gerçekten öyleydi, fakat “Kadın, eşini sevdiği kadar kıskanır” demişlerdi. Böyle öğretmişlerdi şimdiye kadar. Sâre can dostu, sevgilisi İbrahim’i benimle paylaşırken elbette bu duyguları hissetmişti. Sevgiyi pay ederken, bölünmüşlüğün hüznünü çok acı yaşamıştı. Fakat şimdi bambaşka bir haberdi bu.

Demek? Yüzlerce bilinmez soru dimağına dizildi. İçine bir kahrın ağırlığı, bir kaybedişin buruk hüznü düştü. Kendisinin istediği, bir türlü ulaşamadığı şey gerçekleşmişti ha? Şimdiye dek dillendirmediği pek çok kelime döküldü kelam dünyasına. Meğer ne çok sıfatlar varmış belleğinde benim adıma. Hepsi birden söze dizilmek için üşüştü dimağına, sonra tek tek savruldu söz harmanına: – Köle kadın. Laf bilmez kadın. Demek öyleymiş ha! (…) Düşünceleri amansız bir yılgınlığın sarsıntısıyla kıvrandı. Ana olacakmış! Düşünmek istemedi. Kendi istediği bir sonuçtu bu. Kendisini İbrahim’ine çocuk doğursun diye vermişti. Hizmetçisi olduğum için, hiçbir zaman kendisi gibi evin hanımı olamayacağımı düşünmüştü. Şimdi ne olmuştu peki? Bir şeyi unutmuştu galiba: Kadınlığı pay ederken, analığı pay etmenin ne yaman bir şey olacağını. Bezgin hayalleri bebeğin küçük bedenine aktı. Bir bebek! Yıllardır Rabbine dua dua dökülüp dilendiği analığın şefkat parçacığı. Rahmetin kundağa dürülmüş hali.

Ana ile babanın yürek birliği, evliliğin görünürlük ışığı, yuvanın sıcaklığı, evin şenliği olan bebek… Ruhu, bir yavru ile ısıtamadığı yuvasının soğuk yansımalarıyla üşüdü. Bu tatsız haber, düşünce imbiklerinde zihninin en ücra köşelerine kadar durmaksızın aktı. – Hacer ana olacak! Analığı pay edemedi. Sâre’nin beyaz yüzü kıskançlığın alevleriyle kızarmıştı. Kahırlı bakışları, İbrahim’in yüzünde umutsuzca gezinip dururken sayısız sorunun endişe dolu fırtınası zihninde esip durdu: – Onu benden daha mı çok sevecek? O artık çocuğunun anası olacak. Belki de aralarındaki bağ daha farklı bir boyuta ulaşacak? Sâre düşündükçe titriyordu. Oturduğu yerde kıpırdadı. Yaslandığı ağacın iri gövdesine dayadı başını, boğulan bir insanın kendisini karaya atması gibi geçmişine sığındı. Haberin soğuk esintisinden, mazinin sıcak günlerine kaçtı. Mazi, vefalı bir dost gibiydi, kendine çekerdi insanı. İstikbal, ötelere baktırırdı. Maziye kaçmak insanı dinlendirirken, istikbal dalgalı bir denizde yüzmek gibi yorar, hırpalardı. Mazi hatıralara, istikbal hayallere taşırdı insanı. Hatıralarda yaşlı anacığını bulmaya çalıştı. Eteklerinden tutmak, yılların yorduğu bedenini dizlerine koyup, dertlerini sayıp dökmek, ana olmak için, bir yavrunun eteklerine tutunması için çektiği acıları, ana olamamanın yüreğindeki buruk hüznünü, bir çocuğu saramayışın şefkatine düşen korunu, bir yavrudan ırak olmanın insana verdiği garip yalnızlığı bir bir anlatmak istiyordu.

Silinmiş hatıralar fazla renk vermedi. Yorgun hatıraların çok uzaklardaki sayfalarına tutunamadı. Umutları gibi kolları da döküldü. Büyük bir burukluğun çengeline asılan duyguları ileriye yönelik bir hayalin bezgin söyleyişiyle mırıldandı: – Hacer, analığa tutunacak. Sevgiyi kundak yapacak. Kolları dolacak. Sinesi şefkatle coşacak. Merhameti bir yavruyu sarmalayacak. İbrahim’e: – İşte yavrun, diyecek. Kim bilir, bir de oğlan olursa… Bir yavru: – Anne, diye eteklerine tutunacak. Arkasından koşacak. Ya bir de babası İbrahim’e benzerse? Sâre beni dalları meyveye durmuş, bereketli ağaçlara benzetiyordu. Kendisini kurak bir toprak gibi hissetti. Verimsizlik içini sızlattı. Düşüncelere dayanamadı.

Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Kimseye göstermek istemedi, hızlıca sildi ruhunu dışarı sürükleyen küçük damlaları. Ellerine düşen küçük şıpırtıları diğer elinin tersiyle tokatlar gibi giderdi. Dualara tutundu. Kahırla bakındı etrafına. Şefkatli İbrahim karşısında oturuyordu. Düşündüklerini kimse fark etsin istemedi. Duygularını topladı dört bir yandan, bohçaladı sır dünyasında. Oturduğu yerden doğruldu, asırların yükünü hissettiği adımlarını sürükleyerek içeri girdi. Etrafına bakındı. Gün akşama eğilmişti. Akşam, analığın garip hüznünü kuşanmıştı…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir