Nuriye Celegen – Iffet-i Kalp

Karanlığa teslim olmuş iki kadın oturuyorduk. El-İşa uzun entarisini toplayarak yürüdü. Karanlığın sükûnetine son vermek istercesine kandili yaktı. Ürkek bir ışık etrafa düştü. Kandil titredi, arka bahçedeki zeytin ağaçları titredi. Hüzün değmiş yüreklerimiz çaresizlikle titredi. Solgun aydınlık iki çehreyi birbiriyle buluşturdu. Bakışlarımız konuştu bir müddet. Kalplerimizi kelam etmekten mütereddit bekleştik. Söz büyüğündü, öyle oldu. – El-İşa, dedim. İkimiz de sona geliyoruz. Ben senden daha da yaşlıyım. Rabbimiz ikimizi de dünya meyvesi, ahret azığı yavru ile nasiplendirmedi. El-İşa’nın sabra tutunmuş yüzüne titrek kandilin cılız ışıkları değdi.


El-İşa kandil gibi titredi, acı vurmuş yüzüme merhametle baktı. – Rabbimizin isteği kader ne ise o olur ablacığım, dedi. Kederin de kader olduğunu biliyordum. – El-İşa, dedim sancıyla karışık bir sesle. Ben yavruyu niçin isterim, bilir misin? El-İşa merak dolu gözlerle baktı. – Yaşım sona yaklaştı. Dünyadan gitme vaktim yakınlaştı. Rabbime sunacağım bir hediye isterim. İnsan, Rabbine her şeyi sunabilir. Evini, malını, canını ama hepsinden kıymetlisi, hepsinden ötesi yavrusudur insanın. Rabbim canımdan can, kanımdan kan olan; ruhumdan daha tatlı, daha kıymetli yavrumu sana sundum demek isterim. El-İşa bana bakarken içinden aynı isteklerin duası dökülüyordu. – Kerim Mevlam, dedi içine birikmiş gözyaşlarını bastırarak. İkimizin hüzün yüklü yorgun bakışları ürkek ışığın yansımalarında tekrar buluştu. Vakit geceye kaymıştı.

Kalktım. Gece, eteklerinde sükûneti sürüklerken gecenin içine doğru yürüdüm. El-İşa’nın hüzün değmiş düşünceleri peşimden aktı. Anne Gece, örtülerini indirmişti. Dar sokakların karanlık vurmuş taşlarında yürüdüm. Toprak evler, el ele tutuşmuş çocuklar gibiydi. Ilık bir rüzgâr tenime ulaştı. Buhurdan kokuları tatlı bir esintiyle ruhumu sardı. Adımlarımı hızlandırdım. Işığı toplanmış bir ev her zamanki gibi gönlüme aktı. Sessizce içeri süzüldüm. Kapının açılışından bildi İmran geldiğimi. Karanlığa karşı gözlerini kırpıştırarak yüzümü aradı. Toprak evin kokusunu içime çektim. Ne güzel kokardı toprak.

Ana gibiydi. Ana yavrusunu nasıl sinesinde yetiştirirse toprak da öyle idi. İçine düşen her şey güzelleşirdi. Toprak ve anayı hatırlayınca içim sızladı. Gündüz gördüğüm kuşu hatırladım. Minik kuş, yavrusunu ağzıyla besliyordu. Kuşun analık duygusunda çırpındım. Bir küçük kuş kadar analığın şefkatli dünyasında bir bebeği hissedememek yüreğimi sızlatmıştı. Şu ana kuş gibi bir yavrum olsaydı, onu Rabbime kurban etseydim. İçimde kemre tutmuş yarama minik bir kuşun gagası değmişti. İçin için kanamıştı analık duygularım. Küçük yuvada kalmıştı hayalim. Kalbim hasretin soğuk bahçesinde bir kuş gibi kanat çırptı. Ruhumda derin bir mağara yalnızlığı oluşmuştu. İki dağ arasında yankılanan bir ses arasında kalmıştım.

Önce bir dağdan geliyordu ses: “Anne! Anne!” Sonra diğer dağdan yankılanıyordu ses: “Anne! Anne!” Sesler iki dağın siyahî yalnızlığında tüm duygularıma çarpıyordu: “Anne! Anne!” İçim kavruluyordu. Çaresizdim… Iztırar, içimde kuyu. Analık, kalbimde demir külçe. Eteklerime tutunmuş bir bebeğin seslenişiyle irkiliyorum her daim: “Anne! Anne!” Şefkatimde bir bebek dürülü; o, anne dedikçe içimdeki bebeği, kadınlığımdaki analığı istiyorum. Kalbim dil, şefkatim kelam. Aman Allah’ım! Bugün ne oldu böyle? İçimdeki bebek hâlâ sesleniyor: “Anne! Anne!” Kulaklarımı kapatmak istiyorum. Belleğimde derinliklere hapsolmuş yavrumun seslenişlerinden kaçıyorum. Rabbime sığınıyorum. Yavrum sanki eteklerimden çekiştiriyor: “Anne! Anne!” İçimde bir bebek ağlıyor sessizce. Kalbimi tırmalıyor bir bebeğin yumuk elleri. Meğer her kadın ana doğarmış. Şefkatin kapısına sürükleniyorum. Soğuktan titreyen bir yoksul gibi şefkate sarınmış bekliyorum. Duygularımda zemheri. Üşüyorum.

Biliyorum şefkat ettiğin kadar şefkate ihtiyaç hissedersin. – Rabbim! Ver o bebeği bana! Gözümden inmeye çalışan yaşları elimin tersiyle öteledim. Tevekkül barınağına sığındım, teslim asasına dayandım. Merhametle bana bakan İmran’ın yanına sessizce oturdum. İkimiz de sustuk. Kelama gelemeyen duyguların dildeki kelepçesiydi sükût. İmran bana baktı, ben ona. Düşüncenin birliğinde buluştuk; bakışların kelamında konuştuk. İmran üzgün olduğumu anladı, suskunluğunu bozdu: – Gitme zamanım yaklaşıyor Hanne. Sana bir bakıcı, bir yardımcı bırakamadan gidiyorum şu dünyadan. Yaşlı İmran’ın hastalıktan sararmış yüzüne baktım. – İmran, yardımcım Allah. Ben çocuğu yardım için istemiyorum. Rabbime sunmak için istiyorum. Bir erkek çocuğum olursa onu Beytü’l-Makdis’e vereceğim.

Rabbime kurban edeceğim. İmran bana baktı, ben kadere. Tevekkül sırrına tutunanda önce kelam dürülürdü. Sustuk… Gece karanlığa doğru kayarken ikimiz de içimize aktık. Bize bu duyguları verenin kapısına vardık. İki kalp, tüm sebeplerden yüz çevirip bir yavru için duaya durduk. Nezr-i Yürek Hamileyim! Bu yaşımızda bir bebek! İmran da yaşlı, ben de. Hamile, mahremiyete sarınmış demek. Hamile, Rabbi tarafından ism-i Hayy ile yüklenmiş demek. Hamile, İlahi sırrın sahibi demek. Hamilelik ne kadar gizli tutulursa Rabbin sırrı saklanmış olurdu. Çocuk da o denli edepli olurdu. Sırrımı gizlemeliyim, kem gözlerden ırak olsun. Kelam edilmesin ki iffeti muhkem olsun. Aylar birbiri ardınca koştu.

Her gün bebeğin hayaliyle Rabbime şükür duasına durdum. İbadetlerime bir o kadarını daha ekledim. Kişinin abid olması, fıtratına kulluğun işlenmesi için anne karnında ibadete aşina olmalıydı. Ben de, İmran da ibadet ettik. Bir kendimiz için, bir bebek için. Vaktimin büyük bir kısmını Beytü’l-Makdis’te geçiriyordum. Süleyman Dedemin mabedinde Tevrat, Zebur okuyarak Rabbime hamd ediyordum. Bir gün Süleyman Dedemin mabedinde manevi bir havanın haşyetiyle sarsıldım. Bebeğimi nezrettim. O heyecanla eve döndüm. İmran da eve dönmüştü. Düşüncemi içime bıraktım. Yavruma en güzel erkek ismini vermeliydim. Duasını ismiyle yapmalıydım. İsmin manası yazgısına duaydı.

Kendinden önce ismi düşmüştü kalbime. Yıllarca taşımıştım bu ismi içimde. O’na sunacağım armağanım. Şefkat pınarım. Edep gülüm… Nezr-i yüreğim… Ahret çiçeğim… Çok ibadet eden: “Meryem…” Merak Bebeğin hayaliyle günlerimi geçirirken artık bedenim bebeğin varlığını aşikâr etmeye başlamıştı. Komşular ilk birbirine fısıldadılar. Sonrası geldi. Dedikodu öyle bir şeydi. Suya düşen taşın halesi gibi yayılırdı. Kalbe bir dedikodu düşmesin yoksa onun sınırı olmazdı. Tüm duygular ifsat olurdu. Dedikodu iftiranın anahtarıydı. Konuştular… Kadınlar konuştu, erkekler konuştu. Ben sustum, İmran sustu. Tüm şehir konuştu.

– Aaa, bu yaşta iki yaşlının çocuğu mu olur hiç? – Var bir iş bunda. – Kral efendimize haber verelim. Çaresine bakılsın. – Vah vah, yazık! – Belki de karnında yılan var. – Olur mu? Yakında gelecek Mesih Peygamberdir o. – Evet, odur. Hanne ile İmran’dan başka kimden olabilir? – Mesih Peygamber bakire anneden doğacak. – Doğru. – Yaşlı kadın ve erkeğin bebeği mi olur? Bir gün yatarken yılan yutmuştur, o da karnında büyümüştür. – Efendimize haber vermeli. – Canım, kadının iyiliği için konuşuyoruz. Efendiye haber uçtu. – Beytü’l-Makdis’in değerli büyüğü İmran’ın eşi Hanne hamile olduğunu sanıyor ama bir yılan yutmuş. Karnından onu çıkarmak lazım. Şehrin bilginleri yılan yutan kişinin karnından yılanın nasıl çıkarılacağı konusunda toplandılar.

Yapılması gerekenler hemen bildirildi: – Büyük kazanlara süt konulur ve pişirilir. Yılan yutan kişi ona tutulur, yılan süt kokusuna akar, gelir. Denilen yapıldı. Beni süt kazanına doğru beklettiler. Ağzımdan akıp çıkacak yılanı etraftaki meraklılar bekledi. Sonucu yine ilk sözü çıkartanlar verdi. Galiba çok büyükmüş, çıkmıyor. Söz kazanı süt kazanını unutturdu, söze devam edildi. Ben ve İmran söze hiç karışmadık. Sustuk. Dile kilit vurup kalp meydanında kelama durduk. Duayla, ibadetle, şükür ve zikirle yavrumuz Meryem’i intizar eyledik… Cevher-i Amel Günler birbiri ardınca geçerken ayları eritiyordu. Giden her gün bebeğimi bana yaklaştırıyordu. Bebeğimin hiçbir anını zayi etmek istemiyordum. Onun hayatı doğduğu an değil, bende varlığa düştüğü an başlamıştı.

Bir masum kalbin anahtarı dokuz ay anaya verilirdi. Anne ya maneviyatla o kapıyı açıp dokuz aylık bir seyr-i sülûk yaptırırdı bebeğine ya da kilitli bırakarak dokuz ay günahlara alıştırırdı. Bebeğimin benimle yaşadığı bu dokuz aylık süre onun ahret geleceğini belirliyordu. Bu sürecin temelinde bir şey vardı: Niyet… Duyguların besmelesi. Toprağı elmas eden sır. Amel-i insanın kimyası. Cevher-i amel. Ananın niyeti çocuğun manevi hayatı için edilen duaydı. Yalnız Rabbimin rızasını diledim. Yavrum benim duygularımı, hislerimi öğreniyor diye duygularımı, hislerimi tüm dünyeviliklerden ırak eyledim. Yavrumun gafleti öğrenmesini istemedim. Her anımı Rabbime zikir ve fikirle geçirdim. Bebeğim için niyetimi Rabbime arz ettim: “Rabbim! Karnımdakini bir azatlı kul olarak sana adadım. Benden olan bu adağı kabul et. Şüphesiz niyazımı hakkıyla işiten, kemaliyle bilen sensin.

” [1] Gün geçtikçe içim içme sığmaz olmuştu. Heyecanlıydım. Artık sırrımı İmran’la paylaşmalıydım. – İmran, dedim. Biliyor musun, bebeğimizi Beytü’l-Makdis’e adadım. İmran heyecanıma karşılık itidal ile baktı. Sabırla sustu. İmran’daki sükûnet her zaman ona saygımı artırırdı. Erkek, celal gömleğine cemal kaftanını giyip, öfkesini sabırla yutup kadına şefkatle muamele ederse yücelirdi. O vakit kadın, erkeğine saygı duyardı. Kadın edebi erkeğinden öğrenirdi. Erkek kadına ne kadar şefkatli davranırsa kadın da o derece edepli olurdu. Edebin aslı aklın kurban edilme sırrındaydı. Erkek kadına itiraz ettirecek nokta bırakmazsa kadın da aklını kurban edip edep sırrını yakalardı. İmran mektebinde şefkati gördüm, edebi öğrendim.

İmran’ın merhameti yüreğimi inceltti. Ben de ona saygıyı hep kemalat belledim. İmran’ın mutedil davranışı karşısında utandım. Mahcup gözlerle baktım. Hata yapmış bir çocuk gibi boynumu büktüm. İmran sabrı katık yaptığı şefkat dolu gözlerle yöneldi. – Kadınım, dedi. Niye acele edersin? Ya kız olursa? Cevap vermedim. Ben de biliyordum kız çocuklarının Beytü’l-Makdis’e nezredilmediğini. İbrahim Peygamberin de çocuğu olmuyordu. O da doğacak çocuğunu Allah’a adamıştı. Onlar da bizim gibi yaşlıydı ve erkek çocukları olmuştu. Benim de bebeğim erkek olacaktı. Ben de oğlum Meryem’i nezrediyordum. Onu dünyaya kurban etmeyecektim.

İmran’ın sabırlı bakışları sevgiyle üzerime düştü. İmran’a saygıyla baktım. İnsan ruhundaki olgunluk böyle mi dışa yansırdı? İmran nurdan bir hâle gibi ruhuma indi. Rabbim nasıl denge ile yaratmıştı kadın ve erkeği. Biz kadınlardaki aceleciliğe karşılık erkeklerdeki itidal, soğukkanlılık… İmran haklıydı. Cevap vermedim, içime kaçtım. Bebeğime tutundum. Bebeğim ilk gurbetine bende kadem basmıştı. Ruhlar âleminden dünya gurbetine düşmüştü. Bebeğin gurbetini kurb etmek ananın elindeydi. İçimde heyecan, kalbimde zikir; yavrumla ibadet ve tespihe başladım. Yolu uzun, zamanı azdı. Bebeğimin dokuz ayı zayi olmamalıydı. Sinemde dokuz aylık bir uzleteydi Meryem’im. İkimiz bir gittik Rabbin huzuruna.

İkimiz bir başladık zikre: Ya Allah! Ya Rahman! Ya Hannan! Ya Mennan! Ya Deyyan! Ya Sultan!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir