Nurullah Larudi – Sark’in Dehasi Ibn Sina

Bu eser, doğu milletlerinin medâr-ı iftiharı olan meşhûr âlim, tabip ve filozof İbn Sînâ’nın gençlik yıllarında başından geçen ilginç olayları içermektedir. Batı dünyasının Avicenna adıyla adlandırdıkları Ebû Ali Huseyn b. Abdillah Sînâ, Hicrî 375 yılının Safer ayının üçüncü günü (M. 980 yılının Ağustos ayında) Buhara yakınlarında bulunan Afşana köyünde dünyaya geldi ve Hicrî 428 yılının Ramazan ayının birinci günü (M. 1037 yılının HaziranTemmuz ayları) Hemedan’da hayata gözlerini yumdu. Yaklaşık elli yedi yıl süren hayatında çeşitli ilim dallarında çok sayıda eser kaleme aldı. İbn Sînâ’nın kaleme aldığı eserlerin sayısı hakkında çeşitli görüşler mevcuttur. Kimileri onun 241, kimileri 267, kimileri de 456 irili ufaklı eser kaleme aldığını söylemektedir. Bütün insanlarda şaşkınlık ve saygı uyandıran bu büyük bilim adamının, bu meşhur tabib ve filozofun hayatı, tıbbî, felsefî ve ilmî eserleri hakkında şimdiye kadar dünyanın yaşayan dillerinin çoğunda sayısız kitaplar kaleme alınmıştır. Tarihçilerin ve araştırmacıların birleştikleri ve görüş birliği içerisinde oldukları bir şey varsa, o da İbn Sînâ’nın şüphesiz zamanın dehâlarından ve parlak çehrelerinden birisi olduğudur. Nitekim İbn Sînâ’nın yaşamını ve eserlerini dikkatlice incelediğimizde, bunun son derece kesin bir olgu olduğunu görürüz. Bu eserde, içinde yaşadığı yüzyılın en meşhûr bilgin ve tabibleri arasında yer alan İbn Sînâ’nın 57 yıl gibi kısa bir zaman dilimine sıkıştırılmış yaşam serüveninin başarılarla ve son derece ilginç olaylarla dolu olan 34 yılından kesitleri içeren sürükleyici ve heyecan verici tablolar dikkatle resmedilmiş, Üstâd’ın ustaca tedavilerini içeren sahneler gözler önüne serilmiştir. Bu eserin yazarı, İbn Sînâ’nın yaşamı, inanç ve düşünceleri hakkında tam bir bilgiye sahip olabilmek amacıyla başta Üstâd’ın kendi eserleri olmak üzere tıp ve tarih alanında kaleme alınan kaynak eserleri dikkatlice incelemiş, Tahran Üniversitesi’nin ilmî ve tıbbî yayınlarından ve hocalarından faydalanmıştır. İBN SÎNÂ’NIN YAŞADIĞI DÖNEMİN SİYASÎ OLAYLARI Geniş ve zengin Hind ülkesinde gerçekleştirdiği parlak fetihlerden ve elde ettiği büyük ganimetlerden sonra daha da güçlenmiş bir halde imparatorluğun başkenti Gazne’de saltanat sürmekte olan Emînü’l-Mille ve Yemînü’d-Devle Sultan Mahmûd-u Gaznevî, İslâm’ı yaymak ve hükümdarlığının sınırlarını daha da genişletmek amacıyla İran’ın batısına ve kuzeyine sefere çıkmaya hazırlanıyordu. Bu sırada İran’da irili ufaklı birçok hânedânın hüküm sürmesine rağmen, ülkenin büyük bölümünde Deylemî hânedânı nüfûz sahibiydi.


Hazar Denizi’nin kuzey bölgeleri ise Ziyârî emirlerinin hakimiyeti altındaydı. Bu hânedânın sultanlarıyla Deylemî hânedânı arasında samimî ilişkiler vardı ve gerçekte Deylemîlerin kuklası durumundaydılar. Aynı zamanda Sultan Mahmûd’un günden güne artan kudreti ve İlhanlı Türkler tehlikesi, siyasî bakımdan Gazne sarayıyla da zorunlu dostane ilişkiler tesis etmelerine sebep olmuştu. Bağdat şehri eski gücünü ve etkinliğini kaybetmiş, sadece dinî ve siyasî merasimler bakımından İslâmî hilâfetin merkezi görüntüsüne bürünmüştü. Halife el-Kâdir Billah’ın ve daha sonra onun yerine geçen el-Gâlib’in İran topraklarındaki nüfûzu, emirlere ve şehzâdelere lakaplar vermekten ibaret bir hâle gelmişti. Hilâfet merkezinin manevî nüfûzu Dicle’nin doğusundaki ülkelerde daha çok etkinliğini korumaktaydı. Bağdat halifeleri doğunun askerî ve siyasî işlerine müdahale etmiyorlardı; çünkü kudretli Deylemî padişahları hilâfet merkezini ele geçirdikten sonra, hilâfet makamının siyasî gücünü ortadan kaldırmışlar ve halifelerin sarayını deyim yerindeyse, ağır bir yenilgiye uğratmışlardı. Kuzey Türklerinin hücumları ve Buhara’nın Eylekhan’ın tasarrufuna geçmesi sonucu Sâmânîlerin güçleri azalmaya yüz tutmuş ve hakimiyet sahaları daralmaya başlamıştı. Sâmânîlerin sarayında yaşayan âlimler, şairler ve edibler birer birer buradan ayrılmakta, ya Hârezm’deki Me’mûnîlerin sarayına ya da komşu ülkelere gitmekteydi. Bu asırda sultanların sarayının heybeti ve görkemi sarayda yaşayan ünlü bilginlerin, şairlerin, yazarların ve tabiblerin sayısıyla doğru orantılıydı. Bu yüzden İslâm ülkelerinin sultanları daha fazla ilgi, saygı ve itibar elde etmek amacıyla dönemin meşhûr bilginlerini, şairlerini, yazarlarını ve tabiblerini kendi saraylarına çekebilmek için hiçbir fedâkârlıktan kaçınmıyorlardı. Bu günlerde Sultan Mahmûd, Mâverâü’n-nehr’de bulunan meşhûr bilginlerden bir grubu Gazne’ye davet etmişti. Bilgisinin şöhreti ve özellikle tedavisi zor hastalıkları iyileştirme konusundaki becerileri civar ülkelerin tamamında ağızdan ağıza dolaşmakta olan Gurganlı Hıristiyan tabib Ebû Sehl ve Ebû Ali Sînâ, Gazne sarayına davet edilenlerin başında gelmekteydi. Ancak bu ünlü iki tabib, çeşitli nedenlerle Mahmûd’un davetini açık bir şekilde reddetmişlerdi. Onların Mahmûd’un sarayına gitmeyi reddetmelerinin, daha doğrusu bu başkaldırının birkaç temel sebebi vardı: Birincisi; Gazneli Mahmûd Hanefî mezhebine mensuptu ve dinsel inançlar bakımından çok tutucu birisiydi.

O kendi mezhebi dışında kalan muhtelif İslâm fırka ve mezheplerine tâbi olanları kâfirlikle, yoldan çıkmışlıkla ve sapıklıkla itham ediyor ve bu konudaki düşüncelerini de açık bir şekilde dile getiriyordu. Üstelik bu tür insanlarla mücadele etmenin ve bunları yok etmenin dinî bir görev olduğuna ciddi ciddi inanmaktaydı. Onun birçok defalar Hind ülkesine seferler düzenlemesinin esas nedeni bu ülkedeki putları kırmak, tapınakları yıkıp yerle bir etmek, putperestlikle mücadele etmek ve buralarda İslâm dinini yaymaktı. Ancak Mahmûd bununla yetinmedi. Hilâfet merkezinden de destek ve övgü alan bu Hindistan seferlerinden sonra, işi İslâm ülkelerinde “dîn-i mübîni, yolunu şaşırmışlardan temizleme” adı altında korkunç cinayetlere girişecek kadar ileri götürdü. İkincisi; Mahmûd mal ve servet elde etmede son derece haris bir adamdı ve bu özellik onda ruhsal bir hastalık sınırına yükselmiş, onu etkisi altına almıştı. Nitekim onun Tûslu büyük şair ve hekîm Firdevsî hakkındaki uygunsuz ve civanmertlikten uzak davranışı çeşitli meclislerde anlatılmakta, ilim erbâbının ondan nefret etmesine sebep olmaktaydı. Üçüncüsü; Mahmûd kendi dindaşları dışında kalanlara karşı son derece merhametsiz ve katı yürekli davranıyordu. Nitekim Hicrî 421-425 yıllarında, Deylemî hânedânının meşhûr melikesi Seyyide Hatun’un ölümünden sonra Rey ülkesine saldırıp orayı ele geçirdiğinde, tarihçilerin naklettiğine göre iki yüz kadar darağacı kurdurmuş, Seyyide Hatun’un sarayındaki âlim, şair ve ediblerden meydana gelen bir grubu sırf Râfizî ve Karmatî oldukları için idam ettirmiş; bu arada eşine az rastlanan Rey Kütüphanesi’ni de ateşe vermiştir. Dördüncüsü; art arda gerçekleştirilen fetihlerin, bu fetihlerden ele geçirilen ganimetlerin ve bütün bunların sonucunda elde edilen gücün neticesinde Mahmûd gurura kapılmış, sömürgeci bir düşünceye sahip olmuştu. Kendi iradesini, herkesin görüş ve düşüncesinin üzerinde görmekteydi. Mahmûd’un bu ruhsal hastalığı, zamanla önemli işlerin, manevî ve ilmî meselelerin hepsi üzerinde etkili olmaya başladı. Bu nedenle Gazne sarayında bulunan bilginlerin ve diğer devlet görevlilerinin, sultanın iyiliğine bile olsa, mantıklı ve âdilâne tavsiyeleri sultanın irade ve tasallutu altında eziliyor; sonuçta düşünce özgürlüğü veya Mahmûd’un hatalarını ve tecâvüzlerini önleme anlamsız olmanın yanı sıra, kişilerin canlarına da mal olabiliyordu. Uygunsuz işlerini övmenin ve dalkavukluk etmenin dışında bir yolla Gazne’nin bu başına buyruk, kibirli ve kendini beğenmiş sultanının hoşnutluğunu kazanmak mümkün değildi. Nitekim onun mertliğe sığmayan ve bir sultana yakışmayan davranışları saray şairleri tarafından son derece mübalağalı bir şekilde övülmüştür.

Mahmûd’un sarayındaki şairlerin söyledikleri şiirlerin büyük bölümünü bu tür methiyeler teşkil etmektedir. Gazneli Sultan Mahmûd’un sarayında yaşayan şairlerden biri olan Sîstânlı Ferrûhî’nin, Rey ülkesinin fethinden ve orada gerçekleştirilen faciadan sonra sultan hakkında söylediği uzun bir kasidesi vardır. Ferrûhî’nin bu kasîdesi, methettiği kişinin, yani Sultan Mahmûd’un ruhsal durumunu tasvir eden en güzel örneklerden birisidir. Ferrûhî şöyle demektedir: Ey dünyanın padişahı! Dünya senindir. Senin hükmün istediğin her şeye geçer. Senin bu dünyadaki bütün işlerin ve sözlerin övgüye layıktır. Sana Mahmûd adını hakkıyla vermişler; çünkü böyle bir ad doğru davranışla özdeştir. Sana itaat etmek inançlı, temiz yürekli ve zâhid birisi için dindir. Her kim sana açıkça isyan ederse, evliyâdan bile olsa kâfir olur. Kötü mezheblileri yok etmek için senin gönlünde gece gündüz düşünceler vardır. Sâmânîlerin ve Me’mûnîlerin sarayındaki âlimlerden, ediblerden ve şairlerden bir bölümünün Mahmûd’un esaret halkasını boyunlarına takmak istemedikleri için kaçıp gizlenmelerinin ve bir bölümünün de zorla Gazne’ye götürülmelerinin altında bu gerçekler yatmaktaydı. Ancak daha önce de ifade edildiği gibi, bu grubun içinden sadece ikisi hiçbir şekilde Mahmûd’un önerisini kabul etmediler, onun davetlerini her seferinde reddettiler ve ona ne pahasına olursa olsun Gazne’ye gelmeye hazır olmadıklarını, onun gücü karşısında hiçbir korkularının bulunmadığını bildirdiler. Bu iki kişiden biri devrin meşhûr tabibi Ebû Sehl ve diğeri Ebû Ali Sînâ idi. Mahmûd’un habercileri bu ikiliyi Gazne sarayına götürmek üzere Hârezm ülkesine vardıklarında onlar Ziyârî emirlerinin hakimiyeti altında bulunan topraklara kaçmak üzereydiler. Mahmûd onların bu kaçışını haber aldığında çok kızdı.

Çünkü onların bu davranışını kendisine karşı yapılmış bir ihanet sayıyordu. Bütün görevlilere bu ikisini nerede olurlarsa olsunlar yakalayıp Gazne’ye getirmelerini emretti, hatta bu emrin icrasını sağlayabilmek için becerikli nakkaşlara firarîlerin resmini çizdirdi ve bu resimleri bütün Horasan şehirlerine gönderdi. Bu arada firarîlerin yakalanması için hatırı sayılır bir ödül de tayin etti. Ebû Sehl ve Ebû Ali korku içinde Hârezm ile Gurgan arasındaki sıcak ve yakıcı kumlarla kaplı olan Hâverân çölünden geçip daha sonra sözü edilecek olan ülkeye doğru kaçtılar. İşte bizim serüvenimiz bu olaylara ilişkindir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir