Orhan Kemal – Vukuat Var

Taneleri fındık iriliğindeki kehribar tesbihini sıkırdatarak Kurukopru’de, berber Kurt Resid’in dukkanından iceri giren Cemsir, kapıda bir an durdu. Berber Resit o sıra gozunde gozluk, yaprakları lime lime olmus Kankalesi Cengi’ni kimbilir kacıncı kez okumaktaydı. Kendini kitaba kaptırmıs, sallanıyordu. Cemsir’in iceri girdiğini gorunce, gozluğunu telasla cıkarıp kalktı: — Buyur ağa! Cemsir iceri yurudu: — Esselamunaleykum! — Vaaleykumusselaam. Bir doksan boy, yuz kilonun ustunde ağırlığıyla Cemsir, keyifli gozukuyordu. Ucları kulaklarına varan kapkara, pırıl pırıl bıyığıyla, ayna karsısına gecti. Kendini, daha cok da koc bıyığını uzun uzun gozden gecirdikten sonra, berber Reside dondu, biraz gec, sordu : — Keyfe te hose? Kupkuru Resit: — Hose, dedi. Hose kurban! — Hele ver su zıknabutları. Berber Resit cekmeceden el aynası, cımbız, bı-yıkyağı kutusunu aldı, getirip Cemsir’e verdi. Cemsir alcak bacaklı hasır iskemlelerden birine bağdas kurarcasına oturdu ilkin, olmadı. Aynayı oraya koydu olmadı, buraya koydu olmadı. Birden sinirlenerek, icat edene soğdu. Resit: — Ver ben tutuyum ağa, dedi.


— İstemez. Yanıbasındaki iskemleyi cekti, ayaklarını dayadı, yuzunu daha cok da bıyığını en iyi gorebileceği bicimde aynayı dizleri arasına yerlestirdi, bıyığını bura bura, yağı bıyığa yedire yedire yağlamıya basladı. Berber Resit’se, elinde gozluğu, Cemsir’i hayranlıkla seyrediyordu. Erkek dediğin boyle olurdu iste. Enine, boyuna, alımlı calımlı, koc bıyıklı. Bir ara Cemsir: — Bizimki, dedi bakmadan, yeni bir tane yakalamıs! Yesile calan kupkuru avurtları, ufacık ufacık kara gozleriyle Resit, kurnazca guldu: — Helal olsun. Sen onun yerinde olsan., hi? Hakarete uğramıs gibi sertce dondu: — Niye? Bana ne olmus? — Ne olacak? Onnan bir misin sen? — Birim ya, ne var? — Aho, birmis. Kalubela’nın Cemsir’i kuzularla kırpılsın da gule gule patla! Cemsir kaba kaba gulerek basını sal adı. Doğru . soyluyordu galiba Resit. Enine, boyuna, koc bıyığına karsın, gencliği ucup gitmisti. Onun gencliği oysa… “Dorduncu Ordu” diye anılan Doğu’da, bundan tamam otuz bes yıl once., on yedisini surmekteydi o zaman, oğlu Hamza kadar. Belinde Trablus pusu, ayaklarında kanarya sarısı yumurta okce yemeniler, bacağında cep ağızları sırma islemeli, İngiliz laciverdinden salvar, hatta sırtında tozkoparan cepken… Denin bir ic gecirdi. Berber Resifle ta o zamanlardan arkadastılar. Azbucuk hısımlıkları da vardı ya, dostlukları her seyin ustundeydi.

Bir fındıkları bile olsa kardes payı paylasırlar, birine yan bakılsa oteki bunu kendine sayardı. Bes ictikleri ayrı giderdi. Gunun birinde akıl arına İstanbul’a gitmek geldi! Cemsir’in babası ora toprak beylerinden, halli mal ı bir ihtiyar, kırkından cok sonra kazandığı Cemsir’iyle, Cemsir’inin kafayı cekip cekip karıların, kızların ardında dolanmasıyla gururlanırdı. Oğlunun il aki İstanbul’a gitmek icin ayak diremesine dayanamadı, kemerine yuz kırmızı altını kendi eliyle dizdikten sonra, Residi kıyıya cekti: — Cemsir’im sana emanet. Govdesine bakma, mukayyet ol. Selametle gidin, selametle donun. Donuste oğlumu senden birtamam isterim ha! O zamanlar berber yanında calısan Resit, birbirine cok yakın ufacık gozlerini kırpıstırarak: — Hic merak etme dayı, dedi. Avel Al ah, sonra ben. Cemsir’in kılına bile halel gelmezi Gelir mi, gelmez mi., orası henuz belli değildi yaslı adam icin ama, oğlundan ayrılmak cok ağırına gidiyordu. Bu icat da nerden cıkmıstı, ah nerden? İstanbul nireydi i , Dorduncu Ordu nire? Kus ucmaz, kervan gecmez yol ardan, dağları, bel eri asıp varacaklardı İstanbul’a. Ya varamazlarsa? Ya baslarına bir is gelirse? Ya oğlunun, canından cok sevdiği Cemsir’inin kanlı gomleğini getirirlerseydi? Gozyasları icinde oğlunu kucaklayıp: — Baba kurban, dedi, baba hayran boyuna posuna. Gitmesen daha iyi amma, madem taktın ak!ı-na, var git sağlıcağla. Amma, gelirken de sut beyaz İstanbul avradını koluna takıp getirmelisin! Sut beyaz avradın sozu mu olurdu canım? Babasının fırlak damarlı kuru elini opup, yanında kopekten cok daha bağlı Resit, memleketten cıkmıstı. Cıkıs o cıkıs! İstanbul’a ayak bastıklarının ertesi yılı Birinci Dunya Harbi patlamıs, ondan sonra da babayla oğul birbirlerine hasret kalmıslardı.

Anası yoktu, kardesi yoktu. Emmi, dayı, hala, teyzeleri vardı ama, emmi, dayı neyse, “Karı kancık takımı” dediği halasıyla teyzelerini hesaba kattığı yoktu. Hatta guzelliğiyle un salmıs kucuk teyzesinden oturu utanır, isterdi ki yakınları cirkin, yadırgı-larsa guzel, tevatur guzel olsunlar! İstanbul’a ayak bastıklarının ertesi gunu, Sirke-ci’den Bahcekapı’ya inerlerken, carsaflı kadınlara rastlamıslardı. İclerinden biri pecesini kaldırıp Cem-sir’e hayranlıkla baktıktan sonra, kendini tutamamıs, “— Massal ah” demisti, ≪]kırk bir kerre. seni yara-dana kurban olayım” Ne care ki Turkceyi pek az biliyorlardı. Kadının dediklerini anlamamıslar, anlamayınca da uzerinde durmamıslardı. Oysa kadın sut beyazdı, uzun kirpikli iri gozleri, istah verici etli dudakları, ufacık ağzı vardı. Hani isi gucu bırakıp ardından gitseler, kadın arkadaslarından ayrılıp Cemsir’in pesine duser mi duserdi. Tahtakale’de hemserilerinin yanında eyiesiyor-lardı. Tahtakale de, Tahtakale’ydi hani o zamanlar! El ustunde tutularak yatıp kalktıkları Sadırvanlı otelin havuzu basında hazırlattıkları icki masasına kuruldular da ikiser kadeh attılar mı, Cemsir’in seyrine doyum olmuyordu: Pence pence yanaklar hafifce buğulanıyor, yeni terlemis komur karası bıyık, uzun kirpikli, kudretten surmeli kara gozleriyle masalların “Hazret-i Yusuf” u olup cıkıyordu. Derken calgılar, cengiler. Tahtakale esnafı icinde kulanparalığı sanat haline getirmis erbap cevrelerini alıveriyor, baslıyorlardı hep birlikte demlenmeğe. Havuzbası alem oluyordu cok gecmeden., bir yanda calgılar calınır, cengiler kıvrım kıvrılırlarken, ote yanda kulanparalar cekisir, Cemsir icin, Cemsir’in askına ana avrat kufurler gırla gider, daha olmazsa tabancalara sarılınarak havaya altıpatlarlar bosaltılırdı. Bir Yanaki vardı, terzi Yanaki uzunoğlu.

Sultanın reaya kul arından. Su icse sarhos olurdu Cemsir’in karsısında. Kendini bildi bileli Rum, Arnavut, Bosnak, İtalyan oğlanlarıyla dusmus kalkmıs, sarraf babasından kalma altınları mahbup meclislerinde deve yapmıstı da, omrunde Cemsir gibisine rastlamadığını acık acık soyler, Cemsir’den de odu kopardı. Delikanlı yakısıklıydı falan ama, o kadar. Oturulup icilsin, yuzune bakıla bakıla goğusler yumruklansındı. İs el pesrevine dokulmeye basladı mı, “Dorduncu Ordulu”dan cok Resifin nevri donuveriyor, el beldeki altıpatlara gidiveriyordu. “— Ye beni!” diyordu Yanaki Uzunoğlu, “ye beni be Cemsirakimu. Vre gordu ben cok guzel delikanlı, ma sen baska be yahu” O zamanın Tahtakale’si. kimkime? Zaptiyeler, polis, bekciler altıpatlar sesine kossalar bile, cok gecmeden herhangi bir “Vukuat” olmadığını gorunce, kendilerini kaptmveriyorlardı havuzbası alemine. Hava coskun, Mastika, ya da Duziko’lar diledi-ğince etkin olsun. Berber Reside vızgeliyordu. Cem-sir’e satasmalar azıttı mı, ufacık ufacık gozleri hemen cakmaklanıveriyor, nevri donuveriyordu. Arada mahsustan yaratılan ictenlik anları da olmuyor değildi. Orneğin, serefe kadehlerin kalktığı, naraların atıldığı, goğuslerin kıyasıya yumruklandığı anlar… Pirlerden biri Cemsir’in guzel iği karsısında kendini tutamayıp Cemsir’e sarılıverdi mi, Resifte safak atıveriyor, atıverince de araya girip, kırk sekiz kilosuy-la etli butlu Cemsir’i koruyordu. Daha sonra zil-zurna kalkılıyor, basta Cemsir’le Resit, arkalarında Yanaki Uzunoğlu’yla butun erbap.

sarkılar maniler icinde karsıya geciliyor, Galata, ya oa Yuksekkaldırım altust ediliyor. Nereye gidilirse gidilsin, ne olursa olsun, Resit her zaman Cemsir’in kolundadır. Mevsim kıssa, vıcık vıcık sokakların kaypak camuruna, yazsa tozuna toprağına batıla cıkıla gidilir, genelevlerin altı ustune getirilirdi. Sevdiği icin gozunu budaktan sakınmayan, guzelliğiyle namlı, zevk ehli, vefakar orospular vardı. Gece yarıları, hatta sabahlara kadar Mastika’nın alası icilir, Ascı Pandeli’nin kendi elleriyle hazırlayıp getirdiği midye tavaları, buğulama levrekler, cesit cesit kızartmalarla salataların her turlusu buyuk bir istahla yenilip yutulurdu. Yakıcı guzel iğiyle unlu bir Eleni vardı. Cici derlerdi kısaca. Oyle her onune gelenle cıkmaz, kulhan karı. İste bu kulhan ve hovarda karı, Cemsir’in dostuydu. Daha doğrusu, Cemsir’e oylesine vurgundu ki, beyler, pasalardan sızdırdığını Cemsir’e yedirir, kafayı cekti mi de zıvanadan cıkıverirdi: “— Of Zemsi ir, ye beni Zemsirakimu!” Boyle zamanlarda dunyadan pervası yoktu. Kendini Cemsir’in kucağına bırakır, her ikisine de imrenen, hayran bakıslar onunde genc adamın boynuna sarılır, rakının alevinden halvet kızılına calmıs terli yanaklarına ufacık dudaklarını yapıstırarak onu emer, ayıba falan aldırıs etmezdi. O kadar ki, sayet Resit araya girip, basları donmus sevgilileri kendilerine getirmese, daha ileri gidebilirlerdi. Ama Residin iki suluğu hatırlatan kasları catılıp da, ofkeli sesi yılan ıslığı gibi fıslayınca, Cemsir de. Cici de kendilerine gelir, derlenip toparlanırlardı. Birinde Cemsir’le gene uzun uzun oynasıp, onun hayran olduğu yuzune baka baka ağlamıya baslıyan Cici, “— Zemsir” demisti, ≪]oldur beni Zemsir!” Gozune Resit ilisince de, “— Ama o, o sok fena.

Getirme bir daha nolursun Zemsi r!” O zaman, iste o zaman isin rengi değisivermisti. Yakıcı bir erkek guzeli, ama kocaman bir budaladan baskası olmıyan Cemsir, alev dokunmus ispirto gibi parlamıs, kendini karyoladan atarak, giysilerine sarılmıstı. Gidecekti, bir daha gelmemek uzere gidecek, Cici’nin yuzune bir daha bakmıyacaktı! Kadın’sa anlamıstı falsosunu. Kırdığı potu duzeltmek icin Cemsir’in eline ayağına dusmus, kendini yerden yere atarak gitmesini onlemeye calısmıs, beli kırık yılan gibi, Cemsir’in ayakları altında surunmus, inlemis, yalvarmıstı. O gunden sonra Resit bas tacı edilmisti. Gunun birinde de hic beklenmedik bir sey: Cici’nin maması elli beslik Kalyopi, Cemsir’in sofrasında Cemsir’e baka baka kendinden gecmis, istavroz cıkararak: “— Oh Zemsir, kurban olayım sana. Bitirdin beni” demis, porsuk derilerini titrete titrete delikanlının boynuna sarılıvermisti. O zaman, iste o zaman Cici’nin gozleri donmus, onundeki bira sisesini kaptığı gibi… O gunden sonra ne mama, ne de Cici iflah olmamıslar, biri hastahanede, oburu hapishanede mumlar gibi eriyerek, ortalardan silinip gitmislerdi. Cemsir’e goreyse hava hostu. Cici gittiyse Ef-tahiya vardı; Eftahiya olmazsa Marika. Marika fazlaca sismansa Despina, Benli Nigar, ya da pasa kızı Selma! Ama en cok, Sisli, Nisantası, Buyukada, Kadıkoy’un gunes gormemis dilberleriyle duser kalkardı. Hemen hepsi de neleri var, neleri yoksa yedirirler, bu yuzden de hemen hemen hic calısmazdı. Dunyaya yemek, icmek, sırtustu yatıp guzel alem yapmak icin gelmisti sanki. Kadınların ardından kosmaz, tam tersi, kadınlar onun ardından seğirtirlerdi. Arada konaklardan birinin alt kat kafeslerinden biri usulcacık kalkardı.

Cemsir durur, soyle bir bakar, sonra yoluna koyulurdu. Ustyanı Reside kalmıs bir isti. Resit uygun gormusse her sey olurdu. Gormemisse, yoluna altın doseseler bos. Cemsir isini bitirmisti. Aynayla otekileri geri verdi. Arkadasını ovucunun ici gibi bilen berber Resit, Cemsir’in gene oanının sıkıldığını anlamıstı. Kurtce sordu : — Hayrola., ne var? Cemsir icini kahırlı kahırlı cekti: — Efkarlandım. — Neye? Cemsir, caddeden gelip gecenlere dalmıs susuyordu. Neyesi var mıydı? Resit bilmiyor muydu? Otuz bes, kırk yıl once sımsıkı, kutur kutur, pırıl pırıl bir elma kadar sapasağlam olan Cemsir, artık yorulmustu. Ne zaman ayna karsısına gecip kendine baksa, eski diriliğinden iz kalmadığını gorerek efkar-lanır, pek pek: — Avratlar yedi beni Resit, derdi, yedi bitirdiler tum! Boyle olduğu halde, hala dort karısı, dort karıdan sayısını kendinin de bilmediği, yirmi kadar irili ufaklı cocuğu vardı. Karılarından en buyuğu Kurt, ikinci Arnavut, ucuncu Arabusağı, en kucuğu de Bosnak’tı. Karılarının dordu de ardından suruklenmis, Cemsir’in yoluna saclarını supurge etmislerdi. Oysa, dordu de cevrelerinin en guzel eriydiler; ardlarında suru suru hayranları vardı.

Vardı ama, değil hayran, asık, sevdalı, sırasına gore analarını, babalarını, hatta cocuklarıyla kocalarını tepip gelmislerdi. Gelmisler, Cemsir’in koynuna girip cıkmıslar, gebe kalmıs, doğurmuslardı. Zaten hep boyle olurdu bu. Kadınlar gebe kalır, kendi kendilerine doğurur, cocuklar yasar, yasamaz, yasıyanlar da adeta Cemsir’in dısında, kendi kendilerine buyurlerdi. — Aaaaaamaaaan, derdi, yasıyan yasar, olen olur. Cenabıallah değilim ya! O boyle dusunurdu ama, kadınlarla coouklarsa onun ustune titrerlerdi adeta. Besiden gerilmis bir boğaydı o. Gozalıcı, pırıl pırıl taslı altın yuzukler bulunan ellerini arkasına koyarak “Kulunc kıra kıra” mahalleden gecmez mi, pencerede hemen kadınlar belirir, arada soyle konusmalar olurdu : “— Boğa geciyor” “— Aygır.” “— Enseye hele enseye!” “— İlahi boyun devrilmeye emi?” “— Niye? Varsın devriliversin, nolurmus?” Sinirli bir kocakarı hemen atılırdı: “— Tobe de kız” “— Niye?” “— Nasıl dilin varıyor da soyluyorsun?” “— Neden soylemiyecekmisim? Az canlar mı yaktı?” “— Yaksın, helal olsun ona hersey. Tu tu tu… kırk bir kerre massal ah” Ve kahkahkalar. Bu konusmaları Cemsir’in isittiği de olurdu. İsitir, doner bakar, guler, sonra da tohumlu pamukların tohumundan ayrılma isinin yapıldığı Cırcır fabrikalarının arkasındaki aralığa ağır ağır yururdu. Burada karılarından biri, ayı inine benzeyen, ılık ılık gubre, is, genzi tırmalıyan acızeytinyağı ya da sidik kokan izbelerden birine girer, kendini bir kosedeki mindere bırakır, iri taneli sarı kehribar tesbihini cıkarıp, baslardı sakırdata sakırdata cekmeğe. Kadın icin boyle anların gururu bambaska olurdu. Sıtmadan bir deri bir kemik, calıstığı Cırcır fabrikasının pamuk tozu yuklu ağır havası icinde uykusuz gecmis gecelerin goz cevrelerinde mor mor halkalara karsın, nazdan kırılarak, yakısıklı erkeğinin kendisine geldiğini komsulara gosterebilmis olmanın mutluluğuyla, iceri girer, dısarı cıkar, ortalarda yeni gelin gibi dolanır dururdu.

Cemsir’se, guclu ceneleriyle ağır ağır gevis getiren besili bir sığırın ılık tenbei iği icinde bir kıyıya yanlamıs, yarı kapalı gozlerini bir noktaya dikmis beklemektedir. Para beklemektedir! Adını sanını bilmediği, bilmek gereğini duymadığı suruyle cocuğunun butun bir hafta, her gun en asağı on iki saat calısma karsılığı kazandıkları paraları beklemektedir. Cocuklar mavi para zarflarıyla fabrikadan henuz donmemislerse, anaları, uzun kapkara sacı kara don icindeki kıvrak kıcını doğe doğe kocasına yiyecek hazırlarsa da, Cemsir’in beklediği un bulamacı, pek pek yarım kasık kuyruk yağıyla pismis bulgur pilavı, ya da yarma denilen, ikiye kırılmıs buğday corbası değil, paradır. Cocuklar haftalıklarıyla terli, yorgun gelip de, mavi zarflar icindeki paralarını babalarının etli, kocaman avucuna bırakınca, adam canlanır. Cocuklarının yuzlerine bile bakmadan zarfları yırtar, paraları cabucak sayar. Bırakacağını analarına bırakıp, ust yanını kara salvarının genis cebine atarak, yolu tutar. İsi bitmistir artık. Ayı inine benzeyen, ılık ılık gubre, is, yanık zeytinyağı, ya da sidik kokan izbede daha cok durmanın anlamı kalmamıstır. Kadınla cocuklar ardısıra gider, babalarını yolcu ederler. Bu bile daha cok kadın icin, tadına doyulmaz bir seydir. Kocası, herkesin imrendiği, koynuna girebilmek icin can attığı kocası ona gelmistir. Dosta dusmana karsı gelmistir ya! Adam gider. Kadın, mutluluktan en az on yas genclesmiscesine, pırıl pırıl gozleriyle avlunun ortasında durur, cevreye duyurmak icin baslar: — Babanızın dediklerini duydunuz ya? Karısmam. Val aha kemiklerinizi kırar. Sizin babanız baskalarının babasına benzemez, haberiniz olsun! Babaları cocuklarına bir sey soylemek soyle dursun, basını kaldırıp yuzlerine doğru durust bakmamıstır bile.

Ama kadın boyle konusmak zorundadır. Cunku aynı avluda oturdukları diyelim bir Guli-zar, odasının kapısı onunde saclarını taramaktadır. Gulizar yirmisinde yoktur henuz. İkinci kocasından da kacalı on gun olmamıstır. Sonra Gulizar’ın uzun sacları, renk renk fistanları vardır. Dudaklarını boyar, gozlerine surme ceker, pudra al ık kul anır. Kahkahayı attı mı, avlu cınlar. Daha kotusu de, “— Cem-sir gibi kocam olsa tobe kacmam!” demistir komsulara. Komsular arada : “— Selvi, derler. Erin niye gunde gunde gelmiyor? Niye her daim sennen yatmıyor? Bir avradın eri gecelerini esiynen gecirmez mi?” İcinde yaradır bu ama, gene de ekini belli etmemeye calısır: “— Onun vazifesini biliyon mu sen? İsi pek zor. Onun isi tekmil ağalarla, beylerle. Onca tarlaya ırgat bulmak kolay mı? Dağ, tas dolanır durur butun hafta” Sonra da ekler: “— Canı sağ olsun da arada bir gelsin. Bize onun canının sağlığı ilazım” Cemsir’in ağalara, beylere, yani buyuk toprak sahiplerine kıstan, ilkbahar icin capa ırgadı bulduğu, bulmaya calıstığı doğrudur. Ağalarla beylerden aldığı yuklu paraları kısın yağmurlu, soğuk gunlerinde ırgatlara beser, onar, yirmiser dağıtıp, adamların kimlik cuzdanlarını alır. Capa mevsimi gelince de, adamları yuk kamyonlarına yukmuslercesine doldurup, pamuk tarlalarına yol ar.

Ustyanı Memo’ya kalmıstır artık. Kısa boylu, kalın bir esrarkes olan Memo, Cemsir’in sağ koludur. Cemsir ağa der baska bir sey demez. Cunku Cemsir onu, Cukurova’nın alev alev yanan cehennem sıcaklarında harman makinesinin en ağır isi olan “Koltukculuk”ta calısırken kurtarmıs, kendine yardımcı yapmıstır. Kuldur, koledir Cemsir’e! Memo, berber Residin dukkanında buldu Cem-sir’i. Ter icindeydi. Yıl ar yılı Cukurova’da yasadığı halde, Turkceyi hala doğru durust kıvıramıyordu. Konustuğu dilin kafasını gozunu yararak: — Ağa, dedi. Seni Yasin ağa cağırir! Cemsir’in konusması da ondan daha duzgun değildi: — Norecek beni lo? Hic gereği yokken, yağmur yemis culaki kasketini avucuna vuran Memo: — Bilmirem, dedi. Tepe sacları dokuk, iri basını hart hart kasıdı. Berber Resit, bir kıyıdan kuskuyla bakmaktaydı. Bekliyordu. Cemsir ona haber vermeden hicbir is tutmaz, hatta hatta helaya bile gitmezdi. Gene oyle, dondu, Reside uzun uzun baktıktan sonra : — Ne diyorsun? dedi kurtce. Yasin beni niye cağırdı acaba? Resit hatırlattı: — Gecen de avans istediydin ya! Unutmustu bile.

Hatırlayınca bayağı sevindi: — Sahi ha. Akıl akıl değil ki, tuz kabağı! Dukkan kapısına gitti, durdu, dısarları gozden gecirmeğe basladı. Musambalarını cekmis lastik tekerlekli “Kerusa” denilen faytonların gelip gectiği parke doseli caddeye sicim gibi yağmur iniyor, insanlar kacısıyorlardı. Gokyuzuyse kalın, kapkara bulutlarla sıkı sıkıya kaplıydı. Yanıbasında dikilmekte olan Memo’ya bakmadan sordu : — E, ne yapacağız? Memo gene kurtce: — Pasa keyfin bilir, dedi. Berber Resit gozluğunu takmıs,”usturaları biliyordu. — Oyle mi Resit? diye sordu Cemsir. Resit baktı: — Babam? Cemsir elleri arkasında, yanına gitti Resifin. Sıkıntıdan patlıyacak gibiydi. Residin ustura bileyisine bir sure baktıktan sonra : — Bu havada ne yapılır? Resit memnun, guldu. Anlamıstı arkadasının maksadını. — Kafa cekilir! dedi Memo. Berber Resiften beklediği karsılığı Memo’dan alan Cemsir costu : — Yassa ulan Memo., at da sana, avrat da! El eri arkasında, dukkan kapısına ağır ağır yururken : — Girilir kebapcıya, dedi, oturulur masalardan birine, ver edilir rakının gozune… oyle değil mi berber Resit? Residin ağzı sulanmıstı: — Senin canının bulbulu sağ olsun ağam. Bilmez misin? Eversen sozunden cıkmam! Sıkıntı mıkıntı ucup gitmis, Cemsir besili camız ağırlığından sıyrılmıstı.

Hemen cekip gitmeliydiler. Durulacak, hele hele vakit gecirecek zaman değildi. Butun masalar tutulup kebaplar, rakılar tukenebilirdi! Berber Resit: — Beni dinlersen, onee Yasin ağayı git gor, sonra kafaları cekelim! dedi. Aklına yattı. Elindeki tesbihi cebine atarak basını sal adı: — Doğru. Ondan sonra da? — Ondan sonra da Giritli’nin kebapcı dukkanına! Memo’ya dondu: — Git bir kerusa cağır surdan! II. Kurukopru’deki Giritli’nin kebapcı dukkanı, dar, derin, los bir yer, daha cok cumartesiler, iplik, bez, sabun, cırcır fabrikalarının mavi tulumlu iscileri, ustalar, katipleriyle dolar, eski pikabın bozuk plaklarında avaz avaz haykıran birinin gazeli, dukkanın kebap dumanı yuklu anason kokulu havasını cılgına cevirirdi. Gene oyle, sonuna dek acılmıs pikapta Hafız Burhan, gucunun yettiğince bağırıyor, kebapcı dukkanının buğulu camlarında yağmur taneleri kayıyordu. Cemsir, berber Resit, ırgatbası Memo, dukkanın arka bolumunde, sağ basta oturmuslardı. Erken gelip masa tutmasalar, orayı ellerine zor gecirirlerdi. Kebapcı dukkanının en iyi kosesi olduğundan, herkes orayı tutmak isterdi. Kebapcıya gore hava hostu. Sık sık gelip avuc dolusu para bırakan Cemsir ağadan daha iyisine ayıracak değildi ya orasını! Cemsir, baba yadigarı gumus kostekli Serkisof marka saatini cıkarıp baktı. Sonra Reside dondu : — Bizim yiğit gecikti! Resifle Memo gulumsiyerek baslarını salladılar. Resit: — Babasının oğlu, dedi.

Cemsir sakadan : — Niye? Babasını beğenemedin mi? — Aboo. nasıl beğenmem? — Daha ne? Rakısını yudumlıyan Resit: — Hemen hemen tıpkı senin gencliğin, dpdi, Cemsir’in de istediği buydu. Kadehine gururla sarıldı. Eski gunlerden kalma bir canlılıkla rakısını yarıladıktan sonra, catalıyla iri bir kebap parcası al-r di, ağzına attı. Resit gozaltından Cemsir’e bakıyor, adamın hayli bozulmus, yer yer kırısıklar icinde ama hala yakısıklı yuzunde yıl arca oncenin Tahtakale, Galata, Abanoz gecelerini hayalliyordu. Cemsir de o gunleri hatırlamıstı. Gercekten de tam oğlunun yasındaydı o zamanlar. On yedi. Ama nerdeydi o yıl ar, nerde oğlununki! — Bizim zamanımız baskaydı, dedi. Bizim yetistiğimiz devirler… Berber Resifle anlayıslı anlayıslı bakıstılar. Sonra Memo’ya dondu: — Biz is nedir bilmezdik, dedi kurtce. El kapısında calısmak, ondan bundan azar isitmek, boyun bukmek… Cenesiyle Residi isaret etti: — Bu iyisini bilir, belimde halis Trablus kusağı, bacağımda İngiliz laciverdinden salvar, ayaklarımda kanarya sarısı yemeniler… Reside sordu: — Nasıl, yalan mı? Resit basını salladı: — Eeeeh o gunler de bir gunmus. — Belimdeki kemerde ya? Yuz kırmızı altın ki, kale gibiyim. Simdi bakıyorum oğluma da… bu dunya bir urya, bir dus. Bir varmıs, bir yokmus hesabı.

Genclik, doyamadan ucup gidiyor!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir