Orhan Kemal – Üç kağıtçı

İstasyon çok kalabalıktı. Günlerdenberi İstanbul’dan gelen ekspreslerle posta katarlarına bakmak için halk istasyona iniyor, «Memleketi mantara bastıran kalontor»u, candarmalar arasında, kelepçeli elleriyle görmek istiyordu. Yalnız görmek mi? Yanlarına getirdikleri çürük domates, yumurta, patates, çakıl taşlarıyla bir güzel donatacaklardı: «— Deyyus, kendine müfettişler müfettişi süsü verir miydi?» Gazetelerin yazdığına göre, İstanbul’da Boğaz’da, yeni açılmış bir otelin lokantasında arkadaşlarıyla kafayı çekip keyif çatarken enselenmişti.Oh olsundu. Şimdi bir de hapse atılır, görürdü gününü! «Herif» ten ilk sapartayı yemiş olan kıyı mahalle şarapçısı, gri pantalonunun kıçındaki kahverengi yamayı kaşıyarak : — Fakat, dedi, şimdi kendi yok Allahı var, heybetli adamdı ya, zart zurt edişinden içime bir şüphe düşmüştü, Allah’tan. Şerefsizim herifi sahtekâra benzetmediysem! Elindeki yumurtayla, yanıbaşında kupkuru dikilmekte olan garsonuna döndü : — Öyle değil mi? Uzun boylu, kuru garson az kalsın esneyecekti, kendini tuttu. — Tamam, dedi. Hattâ bana… Ustası sözünü kesti: — Sana göz kırpmamış mıydım? — Kırpmıştın da ben sana… — Göz kırpmıştım. Fakat neyse… Mangırları… Birden kendisine gelerek «— Mangırları adama pasa ettiydim» demekten vazgeçti. Ne olur, ne olmaz, başımızdakilerin işine akıl sır ermezdi.Gün gelir bir yumurtayı on kişiye taşıtır, gün gelir on kişiyi bir yumurtanın içine sokmağa çalışırlardı.Evet, «Müfettişler müfettişi» az sonra gelecek trenden inecekti belki. İnince de ellerindeki yumurta, domates, patates ya da çakıl taşlarını fırlatacaklardı ya, şarapçı gene de çekimserdi bu işte. Herkes fırlatsındı hele. En çok da günlerdir palavrasından geçilmeyen arabacı Kel Mıstık fırlatsındı.


«— Nasıııl? Demedim miydiii? Ulan bir baktım herife, dedim bunda töbe hacı gözü yok!Koştum Emniyet Müdürlüğüne, dedim böyle böyle beyim. Sabret Mıstık efendi dedi, ekini belli etme.Az zamanda evelâllah…»Şarapçı hâlâ ötüp duran arabacı Kel Mıstık’a yeniden baktı. Kuyrukkaldırana benziyordu.Çarşı esnafının anlattığına göre, herifi arabasından indirmeyen, kahvelere, irili ufaklı meyhane, ya da otellere, bankalara. getirip götüren oydu.Nereye götürecekse arabasını şakır şakır sürer, beygirlerinin gemini iştahla çeker, arabadan atlar, önden koşarmış : «— Benden duymuş olmayın, beyefendi, Ankara’dan şehrimizi teftişe geliyor.Sakın mantara basmayın!» der, sonra da adamı kapıda saygıyla karşılarmış. Öyle olduğu halde, günlerdir kuyruklu sıçan gibi ordan oraya, ordan oraya koşuyor, herifin trenden inerken yumurta, domates, patates ya da çakıl taşlarıyla taşlanmasını sağlamağa çalışıyordu.Evet evet, elindekini o atmadan atmıyacaktı!Baştakilerin herhangi bir düzeni olmazdı Allanın izniyle ama, gene de ne olur ne olmaz, korkulu rüya görmektense uyanık durmak daha akıl kârıydı. Sonra, içini günlerdir değil, haftalar, aylardır kemirip duran, böylesine kelle kulak yerinde birine rol verilip verilmediğiydi. Ya, «— Bakalım halkımızın, başmdakilere bağlılığı ne kertede? diye milleti sınamak istemişlerse Herifi önce o biçim vazifelendirir, paralar sızdırır, sonra da boktan bir tevkif, gazetelerde, resmi mesmi; candarmaların arasında suç işlediği şehre yollar, ardından da…İçini yepyeni bir korku yalayıp geçti.Evet ardından da taşlatıp, sonra da taşlıyanları yakalatıp, analarına karlar yağdırmaz mıydı? Yanındaki garsonuna heyecanla döndüyse de kendini’ tam zamanında tuttu. Tutmayıp aklına geleni söylese, hinoğlu hin belki de yanından yılan gibi ayrılıp : «— Benden duymuş olmayın; bizim patron diyor ki…» diye yayıverirdi. Öfkeyle baktı sağındaki garsona.

Avucunun içindeki yumurtayla dikiliyordu dikilmesine ya, aslında trenin bugün de gelse bile içinden “Müfettişler Müfettişi”nin çıkmamasına dua ediyordu.Çıksa, adamı taşlasalar. Sonra da polisler taşlayanları yakalayıp karakola götürseler…Sırtından yeni bir ürperti geçti.İş kimlik cüzdanlarına dökülse, baksalar ki otuz yaşını aştığı halde hâlâ askerliğini yapmak değil, yoklamaya bile gitmediği, hele hele ırza dolanmışlığı meydana çıksa…Patronunun öfkeli bakışına dikkat bile etmedi.Herif gelse bile belki de atmazdı elindeki yumurtayı : «— Ne bilecek patron? O kadar kalabalığın içinde benim atıp atmadığıma mı dikkat edecek? Herif dolandırdıysa dolandırdı. Helâl olsun.Beni dolandırmadı ya. İtoğlu itler… dünya kadar para kazanıyorlar. Güzellikle istesen vermezler. Metazori olmaz. Eee… biçimine getirip kafese sokmuşsa sokmuş. Bana ne?» Patronuna baktı. Patron da tam bu sırada, elindeki domatesi uzatmıştı : — Tut şunu da bir su döküp geleyim! Uzatılanı aldı ama : — Tren nerdeyse gara girer patron… — Girerse kıyamet mi kopar? — Kopmaz ama… — Ama? Sesini kısarak : — Sonunda bir bokluk çıkmasından korkuyorum, dallandırma! Çekti gitti. Garson, çok iri bir patatesi hatırlatan kahverengi yamalı gri kıçıyla gar helalarına doğru gitmekte olan patronunun ardından bir süre baktı. Sol elinde yumurta, sağ elinde patronunun tutuşturduğu domates.

Demek patronu da korkuyordu trenden inecek adamı taşlamağa. Koskoca patrondu o. Askerliğini yapmış, ırza mırza dolanmaktan da aranmıyordu üstelik. Peki? Kendisine ne oluyordu? Boşvermeliydi böyle şeylere! Birden irkildi: Arabacı Kel Mıstık ona doğru gelmekteydi hızla. Suçüstü yakalanmışçasına, sağ elindeki domatesi ardına sakladı. Demindenberi patronla garsonun şüpheli hallerinden huylanıp duruyordu zaten. Üstelik patronundan aldığı bir şeyi de ardına saklamıştı. Neydi bu sakladığı şey?” — Nedir o ardına sakladığın? — Hiiç, dedi. — Nasıl hiç? — Basbayağı hiç. Arabacı Kel Mıstık, anasının gözüydü. Mustafa Kemal Paşa’nın Yunan’ı İzmir’de denize döktüğünden beri bu şehirde arabacılık yapıyordu.Böyle aç kalmış tahtakurusuna benzeyen nice nice garsonlar görmüştü. Yalnız garsonlar mı? Beyler, beyefendiler, paşalar, hırlılar, hırsızlar, sahtekârlar, dolandırıcılar! Garsonu karakolda komserin karşısmdaymışçasma ürküten bir sesle bağırdı: — Başlarım basbayağı hiçinden. Göster bakıyım nedir o! Garsonda bir an şafak attı : — Domates, dedi. — Bu elindeki? — Yumurta, — Patronun domatesini sana niye verdi? Kendi nereye gitti? — Aptesaneye.

— Peki, domatesi ardına niye sakladın? Birden kendine gelince dikkat etti ki karşısındaki komser değil arabacı Kel Mıstık’tı. Nesinden korkacaktı Kel Mıstık’m. Bir gün öğle yemeğinden sonra patronunun tezgâha dayanıp uyuduğunu, uyku sırasında da sayıkladığı şeyleri hatırladı. «— Herif belki de başımızdakilerin adamı.Taşlarsak cünhalı düşersek ya? Ya bizi sınıyorsa başımızdakiler? Nemelâzım. Çoluk çocuk sahabıyım ben!» — Ha? Niye sakladın domatesi ardına? Boğazı tokluğuna çalıştığı patronunun sırrını ne diye gizliyecekti? Herşeyi olduğu gibi anlattı: Patronu bir rüya görmüş, rüyasında böyle böyle sayıklamıştı. Az önce domatesi eline tutuşturup aptesaneye diye kırması, nerdeyse gelecek trenden çıkması pek mümkün adamı taşlamamak içindi.Arabacı Kel Mıstık kendine geldi. Gerçekten de ha, başımızdakilerin dolabına dolap, dümenine dümen, aklına da akıl mı yeterdi? «Müfettişler Müfettişi» pekâlâ da başımızdakilerin milleti sınaması için rol yapabilirdi.Uzaklardaki trenin uzun sesi.Arabacı Kel Mıstık geç kalmışçasma koştu kalabalığa. — Arkadaşlar, dedi. Atın ellerinizdekileri! Kalabalık şaştı. Neden? Niçin atacaklardı? Günlerdir kendilerini bu işe o hazırlamamış mıydı? Herif candarmaların arasında, kelepçeli elleriyle trenden inerken yuh çekip taşlamıyacaklar mıydı?İtirazlar yükseldi. — Neden? — Niçin atacakmışız? — Günlerdir bugüne bizi sen hazırlamadın mı? — Korktun mu yoksa? Kel Mıstık sesini kısarak : — Korkmadım, ve de korkmam! dedi.

Lâkin işin içinde iş var… Kalabalık az daha sokuldu : — Ne işi var? — Aklınız ermez… — Ermezse erdir de anlıyalım. Herşeyi inceden inceye anlatmağa başladı: Az önce haber aldığına göre “Müfettişler Müfettişi”nin İstanbul’da Boğaz’daki bir otelde arkadaşlarıyla keyif çatarken yakalanması falan dümendi; başımızdakilerin siyaseti. Maksat, gözden düşen, koltuktan inen, sivile geçen, ya da suç işleyen düşkün büyüklerimize karşı halkımızın saygı derecesini ölçmek! Hattâ işittiğine göre, adamı taşlarken polisler çevirecek, alıp götüreceklerdi!Tren daha yakınlarda yeniden öttü. Akılları yatmıştı. Olur olurdu. Başımızdakilerin dubarasına dubara mı yeterdi? Boş yere ağrımaz başlarını ağrıya sokmamaları akıllıca olurdu.Nelerine gerekti elâlemin keçisiyle koyunu?Tren yorgun bir hayvan gibi fışıldıyarak gara girdiği sıra ellerdeki yumurtalarla domates, patates, çakıl taşlan birer kıyıya usulcacık atılmış, gözler trene şefkatle çevrilmişti. Ulan aşk olsundu, aşk olsundu şu Kel Mıstığa. Pardondu herife.Bunca yıldır yaptığı arabacılığın hakkını veriyordu. Herhalde şehre gelen büyüklerden birinin adamından işitmiş olacaktı. Nerden işitmiş olursa olsun, fakir fıkarayı kurtarmıştı ya işte!Tren gelmiş, durmuştu. İnenler binenler arasında birden o gözüktü: Kelepçeli elleri, geniş, omuzları, kenarları kıvrık şapkası, zıııt zıııt zıııt eden sarı ayakkabıları…Kel Mıstık koşmadan önce kasketini çıkarmıştı. Kalabalık da aklederek ona uydu. Hep birlikte adam, yerlere kadar eğilinerek selâmlandı.

Kel Mıstık: — Hoş geldiniz beyefendi, dedi. «Müfettişler Müfettişi» birden arabacı Kel Mıstığa dikkat etti, tanıdı onu. Adını falan unutmuştu gerçi ama, ne zarar? Cıgarasızlığın verdiği sersemlikten bir an kurtularak : — Hoş bulduk… Candarmalar hemen yanlarına sokulup Kel Mıstığı uzaklaştırmak istedilerse de, o : — Ne var? dedi, noluyor? Ben de sizden sayılırım aslanım! Ve fısıldadı: — Düşmez kalkmaz bir Allah. Allah kimseyi kuru iftiraya uğratmasın. Bugün onaysa yarın sana, öbürgün bana. İnsan olan bir insan ne oldum dememeli ne olacağım demeli…Kalabalığı yararak önden koştu, gardan çıktı, arabasının yanına geldi. Onlar da kalabalıkla birlikte ardından çıkmışlardı. Candarmalar Kel Mıstığın arabacı olduğunu anlamışlardı. O yana yürüdüler. Zaten Kel Mıstık da arabasına atlamış, sesleniyordu : — Hemşerim, candarma, candarma kardeşler… buyurun! «Müfettişler Müfettişi» az önde, iki candarma yarım adım kadar sağ, sol gerisinde, arabaya geldiler. Kalabalıksa daha arkalarında, büyük bir merakla izliyor, Kel Mıstığın ortaya attığı son şekle dayanarak, herifin hâlâ gerçekten üstün teftiş, görevine inanmanın, daha doğrusu o saklasa bile bunu keşfetmenin memnunluğu içinde dirsekleşerek gülüşüyorlardı: «— Başımızdakiler tilkiyse biz kuyruğuyuz. Bizi faka bastırmak için elli olsalar fos. Allah bizimle. Keremine kurban olduğum nasıl da dalaverenin iç yüzünü açıkladı bize!» «Müfettişler Müfettişi» adımını arabaya atınca, araba, hazretin ağırlığıyla devrilecek kadar esnediyse de, iki candarma hemen öbür yana koşmuş, ayaklarını arabaya atmış, dengeyi sağlamışlardı.Sonra onlar da bindiler.

Bindiler ya, iki yanına oturmadılar. O, arkaya tek başına kuruldu, iki candarma, karşısındaki daracık yere sığışmaya çalıştılar.Kel Mıstığın kamçısı beygirlerin yeleleri üzerinde gururla şaklarken afilli bir nâra attı dosta düşmana: — Deheeee, arslanlanm!. Kalabalığın bakışları önünde araba bozuk lâstik tekerlekleriyle şehrin yolunu tuttu.Kel Mıstık bacak bacak üstüne atmış, arabanın içine sol yanını dönmüştü. Cebinden cıgara paketini çıkarıp uzattı: — Beyefendi buyurun! Dünyadaki hiçbir ikram “Müfettişler Müfettişi” ni o andaki kadar sevindiremezdi. Saatlerdir cıgara içmemişti. Geberiyordu cıgarasızlıktan. Geberiyordu ama kelepçeli elleriyle uzanıp alamaz, almağa kalksa candarmaların nasıl davranacağını kestiremezdi. İstanbul’dan beri onu zararsız, gadre uğramış sayarak kelepçesini çıkarmış, ekmeklerini onunla paylaşmışlardı ama, «Suç işlediği şehre » yaklaştıkları sırada değişiverip, bileklerine kelepçeyi yeniden geçirmişlerdi.Kelepçeli bileklerle cıgaraya uzanılamıyacağını anlayan Kel Mıstık, paketi bu kez candarmalara uzatırken : — Hemşerilerim, arslanlarım… dedi. Bu zât var ya bu zât?”Müfettişler Müfettişi”nin yüzüne baktı. O, hep o bıyıkaltı gülüşüyle candarmaları falan hafife alıyor gibiydi. Sanki sonun nasıl da ondan yana gelişeceğinden yüzde yüz emin, sabırla bekliyora benziyordu. — Bırak şimdi, dedi.

Ne zât olduğum daha sonra meydana çıkacak. Arkadaşlar da emir kulu. Madem beni savcılığa teslim emrini almışlar, zâtlığım matlığım onları ilgilendirmez!Candarmalar memnun, uzatılan paketten cıgara almadılar. Kel Mıstık çabucak bir cıgara yakıp bol bir dumanı üflerken: — Öyle değil kazın ayağı, dedi. Arkadaşlara esas vazifeni anlatmadın mı? Bozmadı: — Ne gereği var? — Canım ne gereği var olur mu? Candarmalara tepeden: — Size İstanbul’da idare etmenizi fısıldamadılar mı? İki candarma dönüp Kel Mıstığa baktılar. Sağdaki: — Ne fısıldayacaklardı? — Beyefendiyi idare edin, devlet millet adına vazife görüyor falan gibi… Soldaki iyice kuşkulanarak: — Yooo, dedi. “Müfettişler Müfettişi” tam zamanında : — Canım bırak şimdi bunları! Demeseydi, Kel Mıstık lâfı uzatacak, “Beyefendi ” nin İstanbul’da hangi maksatla tutuklanıp, candarmalarla buraya gönderilme nedenini sayıp dökecekti.Dökmedi. Cıgarasını kibritiyle yaktı yeniden. Sönmüştü çünkü.Neden sonra lâf olsun, diye başladı, — Mustafa Kemal Paşa’nın Yunan’ı İzmir’de: denize döktüğü yıldanberi bu şehirde arabacıyım.Her ekspres, her postadan çıkacak müşterileri gözlerimle tararım. Nice nice teptil memurları bakışlanndan çaktım…Gülerek «Müfettişler Müfettişi» ne baktı: — Yalan mı? Seni bile ilk görüşümde çakmadım mıydı? «Müfettişler Müfettişi», sırrının faş edilmesini istemeyen bir gülüşle kırıtıp, candarmaların içine büsbütün kuşku düşürerek : — Canım Mıstık, dedi. Bırak şimdi bunu… — Bırakamam bey. Neden dersen arkadaşlar bilsinler senin ne adam olduğunu.

Cahil halk yutar amma, Kel Mıstık yutmaz. Ben kaçın kurasıyım? Candarmalar adeta teslim olmuşlardı. Sağdaki — Kusura bakma beyefendi, dedi. Soldaki sözünü kesti: — Kusura kalma ve bizi affet! «Müfettişler Müfettişi» bir nutuk atma zamanının geldiğini anlayarak: — Evlâtlar, dedi, İstanbul’danberi bana karşı gösterdiğiniz anlayıştan çok memnunum. İnanın ki içimde size karşı dehşetli bir minnet hissi yaşamakta. Fakat, evet fakatı var işin. Neden bileklerimdeki kelepçeyi, emirsiz çözdünüz? Candarmalar irkildiler. — Neden? Cevap verin? Soldaki: — Siz, siz… diye kekeledi. Sağdaki: — Zatınız, diye düzeltti. Zatınıza güvendik. Kaçmıyacağınızdan emindik… — Öyle bile olsa, âmirleriniz beni size hiçbir özel, gizli talimatla teslim etmediklerine göre suç işlediniz. Öyle değil mi? Candarmalar başlarını önlerine eğdiler. Gerçekten de, adamı teslim eden üstleri, kelepçe çözüp idare etmeye dair hiçbir özel talimat verme mişlerdi. Adam, arabacının dediği gibi, devletin gizli bir memuruysa, bu kelepçe çözme işini de elbette üstlerine bir raporla bildirecek, âmirleri de gereken kovuşturmayı yapacaktı! İkisi de iki yandan yalvarmağa başladılar. — Bilemedik beyefendi… — Zâtınızın yüksek bir memur olduğunuzu… Şıp, sözünü kesti soldaki candarmanın : — Ne memuru? Ne yüksek memuru? Ben sâdece herhangi bir vatandaşım.

Herhangi bir vatandaşa Anayasa’nın verdiği hakka dayanarak…Kesti. Tam bu sırada da Kel Mıstık şüpheli şüpheli «Öhö öhööö…» yapmıştı. Bu, «Sen bunları benim gecelik külahıma anlat!» demeye geliyordu. Candarmaların içlerine bir an için düşen «Bizim gibi vatandaşmış. Boşver» emniyeti sarsılıp, yerini «Vazifeli yüksek memur» inancı almıştı. Kel Mıstık: — Bunlar yabancı değil beyim, dedi. O zamanki teftişinizden sonra Vali’yi buradan aldılar.Lâkin herif kumardan yükünü öyle tutmuştu ki… Karşılık vermedi. Büyümüş gözlerle ona bakmakta olan candarmalara da bakmadı. Bakmadı ama, büyümüş gözlerle ona baktıklarını, ondan çekindiklerini anlıyordu. Cıgarasızlık, annesini «Kenef karı»sının yanında bırakışının acısını falan silmiş, her zamanki «Müfettişler Müfettişi» ligini takınmıştı. İki candarma şıpınişi fısıldaştıktan sonra : — Beyefendi, dedi sağdaki. Küçüklerden kusur, büyüklerden af! Şimdi artık bir zamanların «Müfettişler Müfettiş » ligini daha da alarak sordu : — Ne demek istedin yâni? — Vazifemizi kötüye kullanarak kelepçenizi çözmüştük ya? — Evet? — Bizi affedin… benim terhisine, üç ay kaldı… — Benim beş, dedi soldaki. — Çoluğumuz çocuğumuz bizi bekliyor! — Ben evli değilim. İhtiyar babam çalışamaz halde.

— Terhisimizi dört gözle bekliyorlar vallaha. Kel Mıstık araya girdi : — İyi bakın siz bu beyefendiye. Bundaki kalp, bundaki vicdan hiç kimsede yoktur. Bunun derdi zoru, memleketin iri memurlarıyla, daha çok da valisinde. Fakir fıkara düşmanı değildir bu. Haza beyefendi. Sizi lapor etmez. Öyle değil mi? Ne şöyle, ne de böyle demesi uygun düşmeyeceğinden, arabacı Kel Mıstığı her zamanki bıyıkaltı gülümsemesiyle cevapladı. Bu türlü gülümseyişlerin cevaptan daha etkili olduğunu biliyordu.Biliyordu ya, gene anlıyordu ki candarmalar diken üstünde gibidirler.Kel Mıstığı bırakıp candarmalara sertçe baktı — Bundan böyle, isterse babanız, kardeşiniz olsun, üstlerinizden aldığınız emirleri harfi harfine uygulayın olmaz mı? Sağdaki candarma: — Uygularız beyim, dedi. Soldaki: — Sağ ol! — Siz de sağ olun. Sizler, bu vatanın ümidi,yurt asayişinin göz bebeklerisiniz. Altında bulunduğunuz sorumluluk çok büyük. Vatan, sizin, sizlerin sayesinde asayişe kavuşuyor.

Bunu bir an bile akıllarınızdan çıkarmayın ve arkadaşlarınıza bu gerçeği dilinizin döndüğünce anlatın, olmaz mı? İki candarma mest olmuşlardı. Heyecanlı davranışlarla «Müfettişler Müfettişinin kelepçeli ellerine, öpmek için davrandılar. Oysa çekti, öptürmedi.Maksadı candarmalardan çok arabacı Kel Mıstığı, geçen seferki gibi gene kazanmaktı.Oysa çoktan kazanılmıştı. — Deheeeeeyt arslanlanm! Bakımsız beygirlerin çektiği, cıvatalarından laçka faytonları, öküz, camız mayısı, çokluk da beygir pislikleriyle kirli asfalt caddesi, birbirini kesen daracık sokakları, arada yepyeni apartmanlar yükselse de, kerpiç, tahtaları kararmış evleri, kara çarşaflarının peçeleri kıyısından erkeklere öcüler gibi bakan ürkek kadınları, şiş karınlı çocukları, çarşısında herhangi bir yabancının ilk bakışta tanınıverdiği, ampulleri tozlu bu Anadolu İli, günlerdenberi antenlerini gerip, «Müfettişler Müfettişinin» gelmesini boşuna beklemişti.Beklenen gelmişti oysa. Gelmişti ama ne yumurta, ne domates, ne patates, ne çakıl taşlarıyla donatılmış, hattâ yuhlarla olsun karşılanmamıştı.Neden, nedendi bu? Arabacı Kel Mıstık’ın boyun damarlarını şişire şişire anlattığına göre, «— Herif hâlâ devletin emrinde, yurttaşların devlete, hükümete karşı tutumunu» şavulluyordu. Devletti bu. Sırasında bir yumurtayı kırk kişiye taşıtır, sırasında da kırk kişiyi bir yumurtanın içine sokmaya çalışırdı. Herifi, vatandaşın nabzını yoklasın diye göndermişti. Koca yurdu il il, ilçe ilçe, hattâ köy köy dolaşacak, dolaşırken baskınlar yapacak, rüşvet verenlerle alanları mimliyecek, il, ilçe, ya da köylerde devlet ve hükümeti temsil edenlerle halk» gözden geçirecekti. İlk gelişindeki atıp tutması, sağdan soldan paralar alması bundandı. Sonra ekini belli etmeyip ortalardan silinmesi, şimdi de yeniden gelmesi… hep hep belirli bir sebebe dayanıyordu.

Yoksa böyle kerli ferli bir zât ne diye Ankara’da göbek şişirmeyip dolaşsındı yurdu il il ilçe ilçe, köy köy! Kel Mıstık ilkin şarapçıya uğramıştı. Kıçı kahverengiyle yamalı gri pantalonu içinde kocaman bir patatesi hatırlatan şarapçı korku içindeydi.Öğle uykusunda sayıkladığını, bunu da garsonun işitip Kel Mıstığa fısıldadığını nerden bitecekti? Kapıya koştu : — Buyur Mıstık efendi, hoş geldin! — Hoş bulduk, dedi Mıstık. Şaraphaneden içeri yürüdü. Gün akşamüstü, güneş devrildim devrilecek, ortalık sıcak mı sıcak. Bedava tarafından birkaç bardak şarap yuvarlasa hiç fena kaçmazdı hani. Sağa baktı, sola baktı. — Nerde garsonun? — Şehre indi. Bir şey mi lâzımdı? Cebinden bir tek liralık çıkarıp tezgâha attı; — Kafam da karmakarışık… ver surdan bir bardak şarap… Şarapçının para alıp almayacağını sınamak için tekliği atmıştı tezgâha. Şarapçı para alırsa tek bardakla yetinecek, çekecekti postayı. Almazsa… ki şarapçı tezgâh üzerindeki tekliği elinin tersiyle itmişti bile: — Senin paran burada geçmez! Nazlandı: — Yoo… olmadı! Kıpkırmızı şarap dolu bardağı önüne koyan şarapçı: — Niye? — Dostluk başka, alışveriş başka aslanım! Şarapçının maksadı bambaşkaydı. O da başkaları gibi savcılıkta ifade vermiş, ama «Herif» e mangır pasa ettiğinin kapağını kaldırmamıştı.Şehirde hızla yayıldığına göre, adam gerçekten devletin danışıklı döğüş memuru ise, şarapçıdan aldığı altmış yedibuçuk lira rüşvetin savcılıkta sakladığını ileri sürerek, «Rüşvet veren de, alan da suçludur» yargısına dayanarak anasına karları yağdıracaktı.Kel Mıstıkın «— Dostluk başka, alışveriş başka aslanım!»ı üzerinde durmadı. Gümüş tekliği aldı, arabacının cebine soktu.

— Herifin o biçim olduğu doğru mu? Mıstık şarabı bir solukta diplemiş, boşu tezgâha bırakmıştı: — Hangi biçim? Şarapçı dörde kesilmiş katı bir yumurtayı kirli tabağıyla önüne sürerken : — O biçim işte canım, diye göz kırptı. Essahtan müfettişler müfettişi yâni? Katı yumurta parçalarından birini tuza banarak ağzına attı. Hemen «Şöyle», ya da «Böyle» deyivermek işine gelmiyordu. Buraya daha çok kafayı bulmak için gelmişti. «— Hiç şüphen olmasın. Devlet vatandaşını sınamak için» falan filân diye anlatıverse önemini yitirecek, şarapçının belki de üst üste dolduracağı şaraplardan olacaktı! Bıyıkaltmdan güldü, boş bardağı elinin tersiyle itti : — Kimden duydun essahtan müfettişler müfettişi olduğunu?. Bardağı dolduran şarapçı: — Milletin dilinde, dedi. — E, kimbilir? Ateş olmıyan yerde duman olur mu? Ve kafasında şimşek çakarak: — Ben bunun rüyasını gördüm, dedi. Şarapçı heyecanlanmıştı. O da bu işle ilgili bir rüya görmüştü bir gün öğle yemeğinden sonra ayaküstü ilişiverdiği tezgâhına dayanıp kestirdiği sıra. — Nasıl gördün? Kel Mıstık ikinci bardağı da dikip yeni bir katı yumurta parçasını ağzına attıktan sonra : — Öğle yemeğinden sonra hayvanın ahırında, yemliğe dayanıp ayaküstü kestirdiydim. O sıra işte… Şarapçının heyecanı artmıştı: — Vay anasını… — Bir pir sakallı gelmiş, Mıstık, herife karşı olanlara katılma. Hakkında hayırlı olmaz, demişti. Şarapçının heyecanı olağanüstü artarak üçüncü bardağı doldurdu: — Sonra? — Sonrası sağlığın. Sordum pir sakallıya.

Dedi: Devletin, hükümetin aklına akıl yetmez. O adam sahiden Müfettişler Müfettişi. Devlet, hükümet adına milleti sınıyor!Üçüncü bardağı da devirip, katı yumurtanın üçüncü parçasını ağzına attı. Gözleri dışarlarda, aklı buradan sonra nereye gitmesinin uygun olacağındaydı. «Herif» i candarma komutanlığına götürmüş, iki candarmayla birlikte kapıda bırakarak dönmüştü. Allah vere de candarmalar komutanlarına durumu açık etselerdi. Şarapçıdan bedava şarap içebilmek için bu numarayı yapmış, herife de bal gibi yutturmuştu ama, ne olursa olsun, işin içinde gerçek payı vardı. Bu kelle, bu kulak, bu cızırdaklı sarı ayakkabılarla salma salma yürüyen, Milletvekili, hattâ Bakan yapılı bir insan alelade bir dolandıncı olamazdı. Dolandıncı dümeniyle milletin nabzını yokluyordu ki, sonunda kabak gene fakir fıkaranın başında patlayabilirdi.Şarapçıya baktı. Dalmıştı. Savcılıkta ifade verirken herife altmışyedi buçuk sıkıştırdığını saklaması başına iş açabilir miydi acaba? Kel Mıstık : — Daldım gene dalgalanıyorum ben! diye eski bir şarkıdan tek bir mısraı şarkının âhengiyle mırıldandı. Şarapçı uyandı: — Daldım ki daldım, diye iç geçirdi. Kurt Mıstık: — Niye? Bardağı sıkıntıyla dördüncü kez doldurup önüne sürdü : — Valla bilmiyorum… Tam bu sırada şaraphanenin önünde bir tek atlı durdu. Garson yere atladı.

Tek atlıda şarap bidonları, mevsimlik sebze, yumurta, bayat ekmek yüklüydü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir