Orhan Kemal – Dünya Evi

Yazana hazırladığı eserin orijinali ve bütünüdür Pamuk kozalarının beyaz beyaz patladığı, aydınlık bir Eylül gecesiydi. Yıldızlar iri iriydiler, ay vardı. Vardı ama Igenç adamın gördüğü yoktu. Bir hafta-clanberi yirmi dört lira doksan beş kuruş ve genç kansiyle kalakalmıştı: Fırtınaların çalkaladığı korkunç Okyanuslarda, parçalanmış yelkeni, kırılmış dü-meniyle küçücük bir tekne gibi. Ne yapacaktı? Anlıyordu ki babaannesi içinde, içini sapasağlam tutan bir direkti. Bu direk yıkılmıştı şimdi. Baba, anne, babaanne, hala, teyze, dayı, âbi, kardeş… Herhangi candan bir insan yokluğu. Yoktu. Hiç kimsesi yoktu artık karısından başka. Bir zamanlar kalıp kaşlı, koca bıyıklı, iri gövdeli korku olarak düşündüğü babası, ürkek bakışlariyle annesi, Beyrut’daki lokantada birlikte bulaşık yıkayıp işkembe temizlediği erkek kardeşi, kız kardeşleri uzaklarda, çok uzaklardaydılar- Đzzet usta bile. En sıkıntılı zamanlarında teselli eden, dertlerine ortak olan mavi tulumlu izzet usta bile ortaklıktan si-linivermişti. Gazi’yle Hasan Hüseyin de… Gazi bir demirhanede çalışıyor, işten baş kaldırabildikçe stadyoma koşuyor, kulübün futbol çalışmalarına katılıyordu. Hasan Hüseyinse ne kulübe uğradığı vardı, ne de ekzersizlere. Muhasebeci olup bol bol pirzola yiyebilmek için okuluna dört elle sarılmıştı. Genç adam bir cigara yaktı.


Babaannesinden sık sık işittiği gibi, dalları budanmış ağaca dönmüştü. Evlenmek buydu demek? Evlenip genç bir kadına sahip olmak, sanıldığı kadar kolay değildi. Eşi, dosıtu, servis arkadaşları: «Çalıştır!» diyorlardı. «Başka çare yok. Sırt verdiniz mi dağları bile devirebilirsiniz. Yoksa seninki hayat değil!» Biliyordu, hayat olmadığını gayet iyi biliyordu ama, çalıştıramazdı. Kaabil değildi. Eş, dost, bildik, gördük, hısım, akraba… «Çalıştır. Başka çaren yok!» diyenler, o zaman da: «Tuh. Babasının şerefini olsun düşünmedi. Çok bayağı ruhluymuş…» demiyeeekler miydi? Genç kadınsa, yanıbaşmda yürüdüğü kocasını göz ucuyla kolluyordu. Cigara yakışı, dumanı havaya üfleyişi, sık sık iç çekişi… Bir haftadır, babaannesi kızının yanına gitti gideli bu halin arttığının farkındaydı- Ne düşünüyordu? Cam niçin sıkılıyordu? Ne vardı sıkılacak? Evlenmişlerdi işte. Balaylarını sürüyorlardı. Kendisinin dünyaya metelik verdiği var mıydı? Kocası fabrikada, işinin başındayken, eve döneceği zamana kadar ortalığı siler süpürür, sonra da kocasının çok sevdiği, kızlık günlerinden kalma bal renkli, dekolte margizet entarisi ve çıplak ayaklarında nalın, beklerdi. Onu eğlendirmek, sıkıntısını dağıtmak, neşelendirmek için elinde geleni yapmıyor muydu? Peki, neydi bu sıkıntı? Yoksa babaannesini çok seviyor da, bırakıp gitmesine mi içerliyordu? Belki.

Ama evlenmişler, yeni bir yuva kurmuşlardı. Sevmeğe kalırsa, o da babasını, ağbeysini seviyordu. Hem de canı gibi. Babası Karagöl’deydi, kardeşlerinin yanında, ağbeysi askerde. Arıyor muydu? Arasa, gizli gizli ağlasa bile, kocasına belli ediyor muydu? Hayır hayır. Tekmil sevgilerini birbirlerine vermeliydiler. Ne olmuştu daha evleneli? Kocasının koluna asıldı. — Ne düşünüyorsun? Genç adam cevap yerine, sinirli sinirli duman aldığı cigarasmın izmaritini bir fiskeyle fırlatmadan önce, yenisini ateşledi. — Bir tane de bana ver! — Sana mı? — Bana ya. Ne var? — Bir şey yok ama, içer miydin sen? — Eh işte. Güllü dert ortağı der. Sahiden de. Alışmak isterdim… Genç adam «Đsabet,»- diye geçirdi. «Yirmi dört doksan beşe bir de seninki binerdi…» Cigarasmı uzattı. Genç kadın kocasının ateşinden yaktı.

Havaya ağız dolusu bir duman üflerken, yıldızlara dikkat etti. — Oooh, yıldızlar! îri iri. Ne güzel değil mi? 6 1/ — Çok. — Ay da. — Ay da. Hafifçe iç geçirdi. Çabuk çabuk : — Gece, ateş böcekleri, her şey güzel! — Her şey güzel! Đncecik kaşlarım sinirli sinirli çatarak, sordu: — Peki, sen niye düşüncelisin? — Seni düşünceli görmek istemiyorum! O da kendini böyle görmek istemiyor ama… — Peki, ne düşünüyorsun? — Bilmiyor muyum sanki ne düşündüğünü? — Ne düşünüyorum? — Babaanneni düşünüyorsun! Böyle sanması daha iyi. Geceleri uykularını ha-ram eden şeyleri öğrenip te ne olacak? üzmek, uykularını kaçırmak için almamıştı ya onu! — Düşünme, canını sıkma kocacığım. Her şey geçer. Yeter ki sağlık olsun. Bak bana. Ne babam, ne annem» ne de ağbeyim. Ağbeyimi, canım ağbeyimi nasıl severdim, şimdi nasıl arıyorum bilemezsin. Halbuki hiç kıymetini bilmezdim. Öyle üzerdim ki- Hele çocukken… Đşten yorgun argın çıkar, yallah top peşine.

Ölürdü top için. Tek eğlencesi, rüyalarına giren tek düşüncesi. Ama ben? Koşardım babama. Hiç sevmezdi topu babam. Deli olurdu. Hasta olmasından, sakatlanmasından korkardı. Canım ağbeyciğıim… Gözleri daldı. O günleri hayalledi. Günde on iki, bâ-zan on üç, on beş saat dokuma tezgâhı başmda çalıştığı olurdu delikanlının. Top lâfını duyunca, tekmil yorgunluğu siliniverir, gözleri parlar, yalvarırcasına bakar: «Kardeşim kardeşim. Nolursun söyleme babama!» Ama o, gene de söylerdi. — Ben çok vicdansızlık ettim ona… diye mırıldandı- — Niye? Genç kadın cevap vermedi. Ağbeysinin dolu gözlerle, top sahasından ayrılışını hatırlamıştı. — Canım ağabey çiğim. Ama, o da bana yapardı yapacağını.

Bir gün iki cigara aşırmış babamın tabakasından. Beni çağırdı. Kimse görmesin diye girdik helaya, 7 ¦ başladık duman etmeğe .Gözlerini yum, ağzını burnunu kapa, dumanı yut, dedi. N’olur dedim. Kulaklarından çıkar, dedi. Dediğini yaptım. Sen misin? Bir öksürük, bir bulantı… Ama sen beni dinlemiyorsun ki! Dinlemiyordu gerçekten de. Yirmi dört doksan beşi bu kadarcık parayla dünya evini nasıl çevireceğini bu deveyi nasıl güdeceğini düşünüyordu. Beyrut’ta, yurdunu babasına değiştiği gün babası: «Gitme oğlum! «demişti.» Benim yerime seni hırpalarlar, hapsederler. Gitme. Maksadın okumaksa, burda da var o- Ne yapar yapar okuturum seni. Nasıl olsa bu diktatörlük yıkılacak. O zaman şanla, şerefle, hep birlikte döneriz.

Dinle beni, sabırlı ol!» Dinlememişti. — Madem bu kadar seviyordun babaanneni, gitmesine niçin razı oldun? Bir işçi kızla evlenmek gibi dünyanın en büyük ayıbını işlediği farzolunan bir torunun fikri sorulmamıştı. Hem kimbilir, belki de bildik, gördük, tanıdık, hısım ak-• raba lâf çekmiş, iğnelemişlerdi ihtiyarı. — Düşünme, her şey geçer. Yeter ki Allah ölüm kederi vermesin! Lâf olsun diye: — Niçin verir? dedi. Genç kadın hayretle baktı. Sonra, Allah sanM yıldız dolu göklerdeymiş gibi, gözlerini havaya kaldırdı. — Niçin verir sahi? — Bilmem. —¦ Đnsanlar hiç ölmese. —¦ Pena olmazdı. — Bir gün biz de ölecek miyiz? -— Zannederim. — Peşin ihtiyarlıyacağız… Genç adam «Sanki genç miyiz? însan gibi yaşıyor muyuz?» diye geçirdi. — Sikovka nine, yahut tetka Bilelka gibi kuruyacağız. Ellerine baktı. — Ellerim buruş buruş olacak.

Yüzüm? Yüzüm de-Kırış kırış. Ne fena değil mi? — Çok. Karşıda şehir. Uzakların alacakaranlığına minare-8 leri, çatıları, damlardyle enginli yüksekli, simsiyah yaslanmış. Bir yerlerde birisi eli kulağa atmış, ,bir gazel tutturmuştu: Gurbete, garipliğe dâir. — Ne güzel söylüyor! — Çok. Tozlu yolda yanyana, ağır ağır yürüyorlardı. Đki yanlarında beyaz beyaz patlamış pamuklar, yukarıda yıldız dolu gök, testekerlek ay. Uzaklarda yanık gazel. Karşıda fabrikanın upuzun bacası. îşçi mahallesinin ortasından, karanlığa dimdik uzanmış, geceye beyaz dumanlar salıyordu. Sonra mahalleye girdiler. Yıkıîdı yıkılacak evler, dar, eğri sokaklar, şif denilen kurumuş koza kabuğu ateşinin genzi yakan dumanı. Pencereler, aydınlık karanlık pencereler, ihtiyar öksürükleri, çocuk vıyakla-tnasa.-.

Yaz, kış, gece, gündüz hiçbir zaman kapanmıyan avlu kapısından girdiler. Yıllardır açılıp kapanmamak yüzünden kapı kapılığını unutmuş, rezeler paslanmış, tahtalar çürümüştü. Genç kadın, kocasının sıkıntısı dağılır diye: — Đstersen Güllü’lere gidelim! dedi-Đsteksizce baktı. — Mutlaka bir yere gitmek lâzım mı? — Mutlaka değil, istersen. — Đstemiyorum. Kafamı dinlemek istiyorum evimde. Canına minnetti. — Peki kocacığım. Önden koştu. Her zaman, her şeyde böyle, canı tez- •• di. Kocasını memnun etmek için arzusunu gözlerinden keşfe çalışırdı. Oda kapısını açıp girdi. Üç basamaklık merdiveni gene koşarak çıkarken, ayağı kaydı. Dizi fena çarpıldı. Kemik belki de ezilmiş, derisi soyulmuştu.

Aldırmadı. Değil ezilmek, kırılsaydı bile gene aldırmıyacaktı. Hiç olmazsa o an. Nasıl aldırırdı? Kocası evinde, karısiyle baş-başa oturmak istiyordu- O, içeri girmeden lâmba yanmalı, iskemlesi masasının önüne çekilmeliydi ! Lâmbayı yaktı, iskemleyi çekti. Genç adam bütün bu hamaratlığın farkında bile de9 ğildi. Hep o sıkmtılĐL haliyle içeri girdi. Merdiveni ağır ağır çıktı. Geçti iskemlesine oturdu. Bu gece her zamandan daha çok sıkılıyordu. Öğleyin eski arkadaşı Hasan Hüseyine raslamış, ayaküstü konuşmuşlardı. Keşke raslamasaydı, keşke konuşma-saydılar. Dereden, tepeden derken, söz karısına gelmiş, Hasan Hüseyin, işçi mahallesi ve işçilerden başka eşin dostun, ahbabın söylediği, yahut ta bakışiariyle söylemek istediklerini açıkladıkları şeyi tekrarlamıştı: «Kız mu yoktu sana? kız mı yoktu ulan! » Ne demek istediğini sormuştu. Hasan Hüseyin onu da açıklayıvermişti: «Senin olmasa bile, babanın ismi, şerefi var. Memleket dışında bulunması mühim değil. Bütün mesele namda, şanda.

Halbuki sen, alelade bir işçi kızı nikâhlamakla….» Hasan Hüseyin bir parça daha silinmişti kafasından. Oysa Gazi, onun gibi hayvan değildi. içini çekti. Döndü- Karısı bir kenarda, sıyrıllan dizine tentürdiyot sürmekteydi. — Ne oldu? — Hiç. Kalktı, yanına gitti. Fena sıyrılmış!… Cevap vermedi. Canının yandığı belliydi. Tentürdiyotlu pamuğu, halâ kan sızan yaraya bastırdı, sonra da kendini kocasının kollarına bıraktı. Genç adam kuvvetle sıktı, göz yaşiyle ıslanmış yanaklarını öptü. Dudakları yaşarmıştı, tuzlu tuzlu. — Nereye çarptın? — Demin. Merdiveni çabucak çıkayım derken. —• Acelen neydi? Yavaş çıksan olmaz mıydı? Karısını mindere oturtup yaralı bacağı önüne çekti.

Yarayı sildi, temizledi, merhem sürdü, sonra itinayla, biağladı. —¦ Haydi bakalım. Genç kadın ayağa kalktı. — Aq mısm? — Eh işte. Ne var yiyecek? — Öğlenki. Mercimekli pilâv. — îyi ya. Đskemlesine geçip oturdu. Kitaplarına göz attı. Küçücük masanın üzerinde karmakarışık duruyorlardı. Bir kısmını mavi tulumlu makinist dostu hediye etmişti, bir kısmını işportacılardan ucuz ucuz düşürmüştü, bir kıs-mı da babasından kalma: Serseriler, Stepte, Istrasti mordasti, La dam o kamelya, .Madam Bovari, Jerminâl, Benim Üniversitelerim, Kroyçer Sonat, Umumî tarih, Fransız inkilâbı kebiri, Đstipdat ve daha başkaları. Kroyçer Sonat’ı aldı, dün. bıraktığı yerden başlaiı. Genç kadın gazocağmı yakıp yemeği üstüne oturttuktan sonra, sofrabeziyle yukarı çıktı, yere serdi.

Ekmeği dilimledi, çinko tasla su getirdi. Sonra da ayaklarının uçlarına basarak kocasının omuzu üzerinden kitaba baktı: «…. ilk günlerden başlıyan geçimsizliğimiz durmadan artıyor, şiddetleniyordu. Đçimden ilk haftalardanberi mahvolduğumu anlamıştım. Umduğum gibi olmadığı, evlilik hayatının saadet değil, felâket getirdiği meydandaydı.» Evliliğin saadet değil, felâket getirdiğini yazan bir kitabı kocası ne diye okuyordu? Yoksa sıkıntısı bundan mıydı? Dün sabahleyin, evvelki, daha evvelki gün de okumuştu. Kocasını bu kitabın sıktığında şüphe yoktu. Uzandı, kitabı kaptı, arkasına sakladı . Genç adam hayretle döndü : — Ne o? — Okuma onu! — Niçin? —- Evliliğin felâket getirdiğini yazıyor! Gözleri büyük büyük açılmıştı. Korku içindeydi. Kitabı arkasına saklıyarak yaklaştı. Kocasının saçlarını okşa.mıya başladı. — Okrana bunu kocacığım, ne olursun okuma. Hep bu kitap sıkıyor canını- Okuma.

Evliliğin felâket getirdiğini yazıyor. Niçin felâket getirsin? Mes’ut değil miyiz1? Boynuna sarıldı. — Söyle, söyle mes’ut muyuz, değil miyiz? Genç adam zorla güldü. Mes’uttu mes’ut olmasına. Karısı gözlerinin içine bakıyor, üstüne titriyordu. Çok daha mes’ut. olmamaları için sebep yoktu. Tek sebep değilse bile, sebeplerden en büyüğü yirmi dört lira sok-san beş kuruşun yetersizliği. Kıtı kıtına, santimi santimi-ne yaşamak! Geceleri kırlarda, iri yıldızların altında, 11 meçhul dertlerin göklere haykırdıkları yanık gazellen arasıra dinlemek hoştu belki. Ama bıkılıyordu. Neden, nişanlüıyken olduğu gibi, nehir kenarındaki çalgılı bahçelere, sinemalara gidemiyorlar, niçin daha ıyı bir evde, çok daha insanca yaşamıyorlardı? «Kendinden yukar-dakini değil, aşağıdakini gör, haline şükret!» sozunu benimsiyemiyordu. Genç kadın kitabı masanın üstüne bırakmıştı. Ba-• t ._,,_-¦,: — ._:¦…;•.

,…w,^ı, w,;.n^^Y.; kocasının * ba evinden getirdiği yüzü yamalı ayakları dibine çekti, oturdu. minderi — Gene düşünüyorsun. Kitabını aldım diye mi? Canın mı sıkıldı? At şu sıkıntıyı, n’olursun at. Kara kara düşünmek hasta eder insanı. Evlilik niçin felâket getirsin? Yalan söylüyor o kitap ! Güldü. — Tamamını okumadan hüküm verme- Bu kitabı Tolstoy yazmış. Koca Tolstoy. Bir dev. Dünyanın en büyük yazarlarından…. (Mırıldandı) Bir Tolstoy olabilmek! Dünya evine gireliberi kocasından işittiği yabancı kelimeler arasında bu da vardı. Âşinâydı. Hattâ Odacı Şaban dün akşam gene deli deli konuşurken, elindeki tebeşir parçasiyle pencere tahtasına birtakım isimler yazmıştı, halâ duruyordu. Gözleriyle arandı: Bethoven, Şal-yapin, Benjamino Gigli, Tolstoy ve başkaları.

Tolstoy’un üstünde durdu. — Söylediğin o değil “”mi? Gösterdiği yere baktı. — Evet. Kaşları çatıldı : — Sana bir şey söyliyeyim mi? — Sözün varsa, birçok şey söyle . — O odacı Şabana çok kızıyorum ben! Hissetmişti zaten. — Niçin? — Güllü diyor ki, söyle kocana, o serseri oğlanla arkadaşlık etmesin diyor! — Güllü mü diyor ? — Güllü de, Alis te, karısı da. Doğru. Sen kim, o kim? Sen memursun. O? Genç adam sinirlendi peşin, sonra yumuşadı, içini bir hüzün kapladı. Hasan Hüseyini hatırlamıştı: «Kız mı 12 yoktu sana? Alelade bir işçi kızı nikâhlamakla babama ismini kirlettin!» Hasan Hüseyin, babaannesini iğneleyenler, muhasebe eervisindeki memur arkadaşları, eş dost ahbaptan ona neydi? Đstedikleri gibi düşünebilirlerdi. Ama karısı? Karısının da onlar gibi düşünmesi? — Sen ne Güllü, ne de başkaları gibi düşünmemelisin! — Niçin? — Çok ayıp ta. Anlattı, uzun uzun anlattı. Genç kadın hayretler içindeydi. Demek okumak, adam olmak için büyük büyük okulları bitirmek, îstanbullara gitmek şart değildi? Bir odacı da meram ederse, kendi kendini yetiştirebilirdi . — Odacı Şabanın da maksadı bu mu? — Ne? — Okuyup, kitaplar mı yazacak? — O müzisyen olmak istiyor .

— Ne demek o? — Keman, yahut piyano çalacak! Dudak büktü. O da bir şey miydi? Kahveci Aliş te armonik çalıyordu, gusli çalıyordu, keman bile çalabilirdi. — Niçin dudak büktün? — Kitap yazsa hadi neyse. Genç adam, kitaplarının arasından «Bethoven’in hayatı» cildini çekti, üstadın kuşe kâğıda basılı fotoğrafım gösterdi. — Rasgele bir çalgıcı değil, bunun gibi olmak istiyor! — Kim bu? —¦ Bethoven! Gözleri yumuk, yuvarlak çeneli resme uzun uzan bakarken, kocasının parlıyan gözlerini hayalledir Odacı Sabam savunurken amma da canlanmış, parlamıştı! Hele kitabı arayıp bulduktan sonra, fotoğrafı gösterirken: «Bunun gibi olmak istiyor!» deyişi… Niçin heyecanlan–mıştı? Kocasına baktı. Genç adamın gözleri hâlâ pırıl pı-rıldı. — Yoksa sen de mi onun gibi olmak istiyorsun? Acı acı gülümserken, başını salladı : Rfcî olsa… 13 — Kaatil olsa mı? Niçin? Niçin başkalarına benzemek istiyorlardı? Kendi kendileri olmaktan bıkmışlar mıydı? incecik bı-yıkı, koyu kestane, dalga dalga saçlan, nefti gözleri ıçm, o olduğu için sevmişti onu. Oysa kendisi olmaktan bıkmış görünüyordu! Gene canım sıkmamak için, sustu. Đstemiyordu^ başkası olmamalıydı kocası. Sevemezdi o zaman, soğurdu belki de. Soğumak mı? Gözlerini kocasına çevirdi, Gözgöze geldiler. Genç adam yere, mindere kaydı. Karısını kolları araşma çekti. Yirmi yaşın müthiş kudretiyle sıktı, sıktı. Sonra dudak dudağa geldiler.

Ne can sıkıntısı yapan yirmi dört doksan beş, ne babaannenin gidişi, ne babalar, annefer, kardeşler, dedi kodu, ne de dünya. Birden bir yanık kokusu. Genç adam : — Bir şey yanıyor, dedi. Genç kadın havayı, ufacık burnuyla kokla&v — Yemek. Gaz ocağının üstünde unuttum! • Kocasının kollarından sıyrılıp fırladı. Dibine almış mercimekli pilâv gaz ocağının üstünde cızırdayıp duruyordu. Đndirdi. Ocağının üstüne sırları dökük çinko bir kapla bulaşık suyunu oturtup, pilâvla yukarı çıktı. Sofra hazırdı. Yemeğe başlıyabilir’lerdi. Genç kadın kocasının sofraya gelmesini, peşin peşin onun başlamasını bekliyordu. Annesinden böyle görmüştü. Ninesi de böyleydi, ninesinin ninesi de ihtimâl. Yemeğe erkek başlardı peşin. Erkek, kadının küçük tanrısı! Genç adam sofraya indi, kaşığı aldı.

Sonra kadın. Gözleri kocasmdaydı. Demin ne güzel de sıyrılmıştı sıkıntıdan. Şimdi gene sıkıntılı görünüyordu. Niçin böyleydi? §urda gülüyor, söylüyor, gözleri parlıyor, sonra kısılan bir lâmba gibi, kararıyordu- Kaabil olsa içine girer, sıkıntısının asıl sebebini öğrenmeğe çalışırdı. Sebep tek değildi ihtimâl. Babaannesinin gitmesi, kitapta okuduğu şeyler, şu, bu… Gözgöze geldiler. Gene adam : — Ne o? dedi Boynunu büktü : — Hiç. Hiç değil, boşuna göz hapsine almadığını, bir şeyler • sezdiğini biliyordu. Sıkıldığını farketmiş olacaktı. Kitaplardan geldiğini sanıyordu. Böyle sanması iyi bir şey değüdi, kitaplara, bütün kitaplara düşman olabilirdi. — Hani şu kitaplar da olmasa …dedi. Genç kadın ilgiyle baktı :

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir