Osman Balcigil – Pisagor Tepkisi

Dünyanın En Önemli Adamı Anastas saatine baktı. Mikhail Psellos’un, kaç kez okuduğunu unuttuğu Bizans’ın yüz yılını anlatan Khronographia’sında bulunan bazı dipnotlar üzerine yarım saat daha çalışabilirdi. Tam yarım saat sonra oturduğu koltuktan kalktı, çalışma masasına geçti. Şimdi de biraz, şu yortu işine bakmalıydı. Sırtı çok terlemişti ama aldırmadı. Elini MacBook Pro’suna uzatırken “Takvime göre bir aydır yaz ama iklimsel olarak sıcaklar tam da bugün başladı” diye düşündü. Ayın durumu, mevsimler ve bunlardan kaynaklanan özel günler, haftalar, aylar, mesleği gereği ilgi alanına girerdi. Ağustosun 6’sında, onun yönetiminde gerçekleşecek Geleneksel Üzüm Yortusu da üzerinde çalışması gereken işlerden sadece biriydi. Anastas, bilgisayarının saatine göz attı. 11.00’i biraz geçmişti. Ayrıca, sıcaklığın dünküne göre iki derece azalıp, 28’den 26’ya düştüğü de dikkatinden kaçmadı. Edindiği bilgiyi test etmek istercesine, denizi neredeyse kuşbakışı gördüğü penceresinden dışarıya baktı. Gözlerini kısmak zorunda kalmıştı. Eli farkında bile olmadan, çalışma masasının üzerinde duran güneş gözlüğüne gitti.


Küresel ısınma dedikleri işte tam bu olmalıydı. Demek artık, binaların içindeyken bile güneş gözlüğü takılacak zamanlar gelip çatmıştı. Bu durumun tam da kendisinin yaşadığı zaman dilimine rast gelmesini manidar buldu. “Sanki Tanrı benim dönemimi özel olarak seçmiş gibi” diye düşündü. Sonra güldü ve söylendi. “Dünyanın en önemli adamlarından biri değilsin Anastas.” Düşüncesinde haklıydı. En azından şimdilik, dünyanın en önemli insanlarından biri değildi! “Let Her Go” Mecburiyetten taktığı güneş gözlüğünün ardından bile olsa, dünya güzel görünüyordu. O halde insanlık için endişelenmeyi bir kenara bırakmalı, kendi başına da olsa bir “carpe diem” durumu yaratmaya çalışmalıydı. I Tunes’a tıkladı. Çıkan listeye bakınca, kendisini, arkadaşı Viktor’un çalışmalarıyla dönemin ünlü müzik topluluğu Passenger arasında tercih yapmak zorunda hissetti. Tercihini arkadaşı, dostu, yoldaşı Viktor’dan yana kullanmadı. O günlerde listeleri altüst eden Passenger ağır bastı. Grubun herkesin dilinde olan parçası Let Her Go’yu dinlemeye başladı. Sevgili Lena acaba şimdi neredeydi ve ne yapıyordu? Genç adam Passenger’ı ve seslendirdikleri parçayı, tabii ki biraz da Lena’sının gözdelerinden biri olduğu için dinliyordu.

Anastas, arkadaşı Viktor’un Sofya’da kurduğu topluluğun değerini de tabii ki biliyordu. Sadece sese dayalı bu müzik grubu, kurulmasının üzerinden bir yıl bile geçmeden, çok iyi sonuçlar almaya başlamıştı. Özellikle 13. yüzyılda yaşamış Bulgar din adamı ve kilise bestecisi John Kukuzelis’in parçalarıyla, Viktor ve arkadaşları Ortodoks kilise müziğinin hakkını, layıkıyla veriyorlardı. “Ona da sıra gelecek, ona da sıra gelecek” dedi kendi kendine genç papaz. Bogomilcilerin Önde Gideni “Pis Bogomilci” diyerek tebessüm etti Viktor’la ilgili düşünmeye başlayınca. Enine boyuna ve ne müthiş bir adamdı Bulgar tohumu. Ne güzel günler geçirmişlerdi birlikte. İnsanın Viktor gibi bir arkadaşının olması büyük bir mutluluk, müthiş bir konfordu. Herkesin bir Viktor’u olmalıydı hayatta! Acaba Viktor da onunla ilgili olarak aynı duygular içinde miydi? “Kim bilir, herhalde” diye söylendi genç adam. Üniversite yıllarında nasıl da itişirlerdi şu “sapkınlık” meselesi üzerine. Bulgar kökenli gencin “Aslında ne çok isterdin sen de Bogomilci olmayı ama milliyetin izin vermiyor” diyerek kendisiyle dalga geçtiği günler, gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti. Genç adam Let Her Go’yu dinlerken, hiç de arkadaşı Viktor’a ihanet ediyormuş gibi hissetmedi kendisini. Sevgili Lena’yı düşünerek bir parça dinlemesini, mutlaka hoşgörüyle karşılardı koca adam. Ayrıca nasıl olsa uzun bir gün olacaktı ve sıra onun çalışmalarını dinlemeye de mutlaka gelecekti.

Doğru düşünüyordu. Tıpkı onun hissettiği gibi uzun bir gün olacaktı. Buna karşılık, o gün ve hatta biraz daha fazla süreyle, Viktor’un yaptığı Ortodoks kilise müziğini dinlemeye zaman ayıramayacaktı. Küçük Sırt Çantası Anastas, sanki küresel ısınma, hava kirliliği, adaletsiz gelir dağılımı ve milyonlarca başka olumsuzluğa inat, özellikle parıldıyormuş gibi duran masmavi denize bir kez daha baktı ve yemyeşil çam ormanlarının insanın içine ferahlık veren kokusunu bir kez daha teneffüs etti. Sonra, Lena’ya ve Viktor’a dair düşüncelerini ve dinlemekte olduğu müziği fonda bırakıp, işine dönmek üzere hamle etti. Laptopunu biraz önüne çekti, Geleneksel Üzüm Yortusu için oluşturduğu dosyayı buldu ve aynı anda mesaj kutusunun kendisini uyarmaya çalıştığını gördü. Taktığı güneş gözlüğü nedeniyle rengi koyuya kaçmış küçük kırmızı gösterge, bir mesajının olduğunu haber veriyordu. Derhal tıkladı. Lena tarafından, telefon kullanılarak gönderilen ve sadece iki kelimeden oluşan tek cümlelik bir mesajdı bu: “Face’ine bak!” Mesaj 09.18’de gönderilmişti. Anastas heyecan içinde pusula biçimli arama motorunu tıkladı, klavyesinin önce “f” sonra “başla” tuşuna bastı. Facebook sayfası karşısındaydı. “Vay, vay, vay!” dedi gayriihtiyari. O yattıktan sonra ve sabah erken kalkıp da şapel irisi kilisede, tanrısına yakınlaşmaya çalıştığı saatlerde neler neler olmuştu! Yazılanları okumaya, resimlere bakmaya başladı. Taksim’de çok büyük olaylar meydana gelmişti.

Özellikle resimleri inceledikçe, ellerinin ve ayaklarının titremeye başladığını hissetti. Daha fazla devam edemeyeceğini anladı. Oturduğu sandalyeden hırsla kalktı, telefonuna sarıldı. Lanet pili yine bitmişti. Telefonunu şarja takarken, bu işi yapmak için hep son dakikayı beklediği için kendini azarladı. Açılış şifresini girdi ve Lena’yı aradı. Üç kez “bip” sesi aldı. Kapatıp yeniden denedi. Yine aynı ses geldi. Son aramalara baktı, Lena tarafından on kez aranmıştı. Aramalarına cevap alamayınca mail atmaya karar vermiş olmalıydı genç kız. Tekrar tekrar, defalarca denedi ve hep aynı sonuçla karşılaştı. Ya düşmüyordu ya da başka bir sorun vardı. Genç adamın gözleri tam da böyle zamanlar, yani zamansız yolculuklar için hazır tuttuğu, küçük sırt çantasına gitti. İçinden bir ses, çalışma masasının yanından “Hadi gidelim!” dercesine kendisine bakan kader ortağını kapıp çıkmasını söyledi.

Ne yazık ki telefonu şarjdaydı. En azından, pilin yarısına kadar dolması için beklemek zorundaydı. Yeniden laptopuna, facebook sayfasına döndü. Hem böylece, durumla ilgili biraz daha bilgilenmiş olacak, düşünme fırsatı yakalayacaktı. Taksim’e Doğru Sabaha karşı polisin saldırısıyla başlayan çatışmalar, ilerleyen saatlerde neredeyse savaşa dönüşmüştü. Göstericilerin facebook üzerinden paylaştıkları fotoğraflar inanılmazdı. Anlaşılan, durum kelimenin tam anlamıyla çığırından çıkmıştı. Olaylar, internet ortamındaki gözdelerinden biri olan İTÜ Sözlük’e acaba nasıl yansımıştı? Anastas hemen siteyi açtı. Gözüne bir yazı çarptı: “Gelişmeleri gece boyunca sosyal medyadan takip etmiş biri olarak izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. Anladığım kadarıyla akşam saatlerine kadar her şey normalmiş. Birçok sanatçı, milletvekili varmış. Şarkılar söylenmiş. Bir festival havasındaymış. Geç saatlerde çöpler toplanmış. Yaşlılar, engelliler, eşcinseller, türbanlılar herkes varmış.

Sabahleyin saat dörde yaklaşırken, Gezi Parkı sakinleri uyuyanları megafonlarla uyandırmışlar. Amaç, herhangi bir saldırı durumunda insanların paniğe kapılmadan kalkmalarını sağlamakmış… Şu anda saat beşe geliyor ve face’ten tam da beklendiği gibi, polisin hareketlendiğine dair mesajlar gelmeye başladı… İzninizle, yazmaya ara verip televizyonu açıyorum. Tabii ki Halk TV’yi açacağım. Ulusal ve Halk dışında hiçbir kanal göstermiyor olanları… Ne yapacağımı şaşırmış durumdayım! Polisler öldüresiye saldırıyorlar… Biber gazı yağmuru başladı… Televizyonda sanki savaş seyrediyorum… Sanki böcek ilaçlıyormuş gibiler… Bir yandan gaz öbür yandan su… Yaralananlar, inleyenler, bağıranlar… Cehennem gibi… Hayır, insanlara yapılan bu işkenceyi daha fazla seyredemeyeceğim! Oraya gitmem lazım! Kapatıp çıkıyorum… Allah yardımcımız olsun…” Anastas öteki mesajları incelemek istemedi. Saatine baktı, 12.30 olmuştu. Telefonunu kontrol etti, şarjı yarıyı geçmişti. Bilgisayarını kapatıp, kablosuyla birlikte can yoldaşı sırt çantasına attı, telefonunu cebine yerleştirdi. Çıkabilirdi. Ahşap binanın, kendisinin de kaldığı misafirhane kısmını hiç kimseye görünmeden terk etti. Avluya çıktı, iç bahçenin kapısını itti, merdivenleri indi, ikinci bahçenin demir kapısını, yukarıda asılı sallantılı zile dokunmayacak kadar kendine çekti ve sokağa çıktı. Burnu ve kulakları, etrafta beslenen küçükbaş ve büyükbaş hayvanların ürettiği koku ve seslerle doldu. Misafirhaneye yerleştiği ilk günden itibaren sevmişti bu özel durumu. İnsan kendisini, doğanın içinde başka nerede hissedebilirdi ki bu kadar! “Yaşadığım en güzel yersin sen. Sevinerek döneceğim geriye” diye söylendi ve demir kapıyı kendisine doğru çekti.

Asfalta ayağını basar basmaz bacaklarına hız verdi. Kadıyoran Caddesi’ni uçarcasına indi. Ne yazık ki vapurun pruvası batıya dönüktü. Bu da Heybeliada’ya doğru yola çıkmış olduğunun işaretiydi. “Lanet olsun!” diye söylendi. Kaçırmıştı işte. Saatine baktı. 12.40’ı gösteriyordu. “Tarife diye bir şey var. Baksana!” diye azarladı kendini. Nefes nefese ulaştığı iskelenin elektronik göstergesine göz attı. Sonraki vapur 13.55’teydi. Ona binerse, Kabataş’a ancak 15.

55’te ulaşabilirdi. Motor ya da deniz otobüsüyle Bostancı’ya geçse ve oradan gitse, acaba yolculuk süresini biraz daha kısaltabilir miydi? İskelenin saatine tekrar baktı. Sonraki vapur için istemediği kadar vakti vardı. Biraz zamanı olduğu, biraz da çantasında bulunan tarifeleri incelemek hoşuna gitmediği için harekete geçti. Önce bir koşu motor, sonra deniz otobüsü iskelelerine gitti ve elektronik göstergeleri okudu. Yaptığı hesaplara göre, en iyisi bir sonraki şehir hatları vapurunu beklemek olacaktı. İskeleye geri döndü, turnikeden geçti. Adalar-Kabataş seferini gerçekleştirecek vapuru beklemeye koyuldu. Beklerken Lena’yı birkaç kez daha aradı. Ulaşamadı. Çok Değerli Kırk Beş Dakika Geçmek bilmeyen kırk beş dakikanın sonlarına doğru, önce dört sonra üç genç koşarak iskeleye geldi. İlk gelenlerle sonradan gelenler arasında birbirlerini tanıyanlar vardı. “Nereye?” diye sordu iskeleye önce ulaşmış olanlardan biri, ikinci grupla gelen arkadaşına. “Taksim’e. Siz?” diye cevapladı onu sonradan gelen.

“Biz de!” dedi genç. Sesinde “Başka nereye olabilir ki?” der gibi bir vurgu vardı. Aynı amaç için koşturuyor olmak iki grubun kaynaşmasını sağladı. Yedi kişi olmuşlardı bile. Anastas, biraz da üzerindeki kapkara, resmi kıyafeti nedeniyle “Ben de Taksim’e gidiyorum” diyemedi ama gruba yakın durdu. Böylece neler konuştuklarını dinleyebilecek, gelişmeler hakkında bilgi alabilecekti. “Yetti be!” dedi yirmili yaşlarının başında olduğu açık seçik belli olan delikanlı. Sonra, az önce söyledikleri sanki istediği vurguyu yapmamış gibi “Yetti artık!” diye tekrar etti. Ötekiler başlarını salladılar. “Yok artık, bu kadarı da olmaz!” dedi bir diğeri. O da engel olamadı kendine ve hırsla devam etti. “Çadırları, içlerinde uyuyanlar varken ateşe vermişler. Az daha canlı canlı yakıyorlarmış insanları!” Hepsi başlarını salladılar. Biri, iPhone’unu gösterip, “Kavga büyüyor beyler! İnsanlar her yerden akın akın Taksim’e gidiyormuş” dedi. “Demek…” diye aradan sıyrıldı bir başkası.

“Dayanışma’nın saat 10.00’da yaptığı açıklama insanları kendine getirdi.” “Nihayet” dedi onun yanında duran delikanlı içini dökercesine. “Bizi de kendimize getiren o açıklama olmadı mı?” diye söylendi bir diğeri. “Vallahi…” diye fısıldadı aradan başını uzatan sıska kız. “Açıklama internete düştüğünde kahvaltı masasına yeni oturmuştuk ve ben telefondan face’e bakıyordum. Çağrıyı okuyunca evdekilere bir şey söylemeden odama gittim, üzerimi değiştirdim, çantamı kapıp çıktım. Şimdi iki dakikada bir mesaj atıp nerede olduğumu soruyorlar. Anladığım kadarıyla bir komşuya geçtim filan zannediyorlar. Vapur iskeleden ayrılana kadar geri aramayacağım. Sonra ararım. Eminim arkamdan onlar da gelirler. Çünkü annem ve babam da çok kızgınlar olup bitenlere.” Herkes söyleyeceğini söyleyince, sanki sözleşmiş gibi, ellerinin uzantısı haline gelmiş cihazlarına hamle edip yeniden kendi dünyalarına geri döndüler. Büyükadalı gençler, birbirlerine telefonlarının ekranlarından dehşet verici saldırı ve savunma fotoğraflarını gösterip bilgi değiştokuşunda bulunurken, güneş kızgınlığını giderek daha fazla hissettirmeye başladı.

Kabataş’tan gelen ve tüm adaları dolaştıktan sonra tekrar Kabataş’a dönecek olan vapur iskeleye yaklaştı. Tuhaf şapkalı, şıpıdık terlikli, naylon torbalı, Taksim, Gezi Parkı filan gibi yerlerin olduğundan bile habersiz günübirlik tatilciler oturdukları yerlerden kalkıp, vapurun merdivenlerine hücum ettiler. Sanki ada bir yere kaçabilir ya da vapur onları indirmeden gidebilirmiş gibi pür telaştılar. İnsan seli boşalıp sıra Kabataş’a gidecek yolcuların vapura alınmasına gelince, ilk harekete geçen kızlı erkekli yedi kişilik gençlik grubu oldu. Onların hemen arkasından, mesleki kıyafetlerinin içinde Anastas da vapura atladı. Sonra, kaptanın kendilerini iskelede bırakmayacağından emin oldukları her hallerinden belli birkaç yaşlı adalı, olabilecek en aheste adımlarla, ahşap iskeleleri kullanarak vapura geçti. Facebook’un f’sinden twitter’ın t’sinden haberi olmayan bir yaşlı adam, yakınındaki akranına gençleri işaret edip, belki yüz yıldır söylenegelen adalılara özgü o bildik tekerlemeyi tekrar etti. “Herkes adaya gelir, bizimkiler İstanbul’a gider.” Öteki, “İşim olmasa hayatta adımımı atmam o kalabalığın içine” diyerek onu destekledi. Aynanın İçinden Anastas, gençlerin vapurun neresinde oturacaklarını anladıktan sonra tuvalete koştu. Üzerindeki siyah kıyafeti çıkardı, sırt çantasındakileri giydi. Siyah deri ayakkabılarını da spor olanlarla değiştirince, az sonra yan yana oturacağı akranlarından hiçbir farkı kalmamıştı. “Acaba gerçekten de öyle mi?” diye aynaya bir göz attı. Ufak tefek birkaç değişikliğe daha ihtiyacı vardı. Uzun kıvırcık siyah saçlarını sırt çantasının ön gözünden çıkardığı bir lastikle atkuyruğu yaptı.

Sakallarının formunu biraz bozdu. Tek eksiği kalmıştı. Çantasının ön gözünden minicik bir takı kutusu çıkardı. İçinden aldığı iki piercing’in ikisini de sağ kaşına açılmış deliklere, düşey olarak taktı. “Yan yana 11” dedi aynadaki aksine gülümseyerek Anastas. Yeni ve asıl sevdiği haline bir göz kırptı. İlk kez karşılaştıklarında “11” demişti sağ kaşı yukarıdan aşağıya doğru iki yerinden incecik dağlanmış yaşlı ve kör adam. “Önemli bir rakamdır. Unutma!” Konuşurken, sanki görüyormuş gibi gözlerinin derinlerine bakmıştı. Sonra biraz daha eskiye döndü Anastas. Eğitimi için kendisini yaşlı ve kör adama gönderen profesörü hatırladı. Onun da sağ kaşında, yukarıdan aşağıya doğru, ama ustura marifetiyle yapılmış iki çizgi vardı. Aynı zamanda tez hocası olan bu profesör, iki yıl süreyle inzivaya çekileceği manastıra doğru onu yolcu ederken, “Kütüphaneci Peder Balthasar kördür ama adam olacak çocuğu gözlerinden tanır. Unutma!” demişti. İki yıl süreyle “Görüyor mu görmüyor mu?” diye düşünerek gözlerine baktığı Peder Balthasar şimdi burada, şehir hatları vapurunun tuvaletinde, bu kez bir aynanın içinden kendisine sesleniyor gibiydi.

“11’in anlamını çözmeye çalış genç adam. Bırak kalabalıklar 10’a kadar saysınlar, sen mutlaka 11’e kadar say. Ötekilerin nasıl yaşadıklarına sakın aldırma, sen Pisagor’un yoluna gir. Vücutlarını ve zihinlerini kötülüklerden arındırmak için özel olarak çaba göstermeyenlerle, tapınağa ayakkabıyla girenlerle, et ve fasulye yiyenlerle bizim işimiz olmaz.” Aynada sağ kaşına taktığı piercing’lere bakarken, yaşlı ve kör rahibin ağzından çıkan “Biz ve Pisagor” laflarının zamanında kendisini ne kadar etkilemiş ve sevindirmiş olduğunu hatırladı Anastas. O sihirli “Biz” sözcüğü ve “11” rakamı değil miydi zaten bütün hayatını yeniden ve başka bir biçimde düzenlemesine yol açan? Öte yandan, Peder Balthasar aynanın içinden yaptığı konuşmayı sürdürüyordu. “11 başarıya ulaşmanın yoludur. Sabır ve plan demektir. Ama aniden bir değişiklik olur, bütün plan unutulur, bir kenara konulur. O zaman bil ki yan yana duran iki tane 1 rakamı toplanmış ve yeni oluşan 2 rakamı etkisini göstermeye başlamıştır. Çünkü 2, sürekli olarak 11’le yer değiştirir. Unutma, 2 aşırı temkinlilik ve kendine güven demektir. 2’yle ilerlenmez. 2 kazanılan başarıyla yetinmenin sembolüdür. Oysa, yine iki tane 1 rakamının yan yana gelmesinden oluşan 11, ateşli ruh, derinden hazırlık ve eğer sonuna kadar gidilebilirse zafer demektir.

Başarının anahtarıdır.” Kör kütüphanecinin bu sözleri, geçen yıllarda Anastas için bir anlamda yaşamanın anahtarı olmuştu. Yine 11, o henüz farkında olmasa da ilerleyen saatler ve günlerde genç adama yol göstermeye devam edecekti. Zaman Makinesinden Çıkar Gibi Yaşlı ve kör kütüphaneciye dair hatıralarını aynanın içinde bıraktı genç adam. Son bir kez daha bakınca, bu kez kendisini gördü. Giyim kuşam ve süslerine soyaçekim uzun boyu da eklenince, gençlik dergilerinin birinden fırlamış gibi görünüyordu. Tuvaletten, bir zaman makinesinin kapısından başka bir zamana atlar gibi çıktı. Anastas çağdaş dünyada yerini alırken, vapur Heybeliada’yı bordaladı. Üst salona çıkan merdivenlerin başında, vapura Heybeli’den binen gençlerle karşılaştı. On kişi civarındaydılar ve cıvıl cıvıl konuşuyorlardı. Aklına aynı vapura, Büyükada’dan kendisiyle birlikte binmiş olanlar geldi. İyi tesadüf etmişti. Etrafındaki kalabalık nedeniyle, onların içinden de kimse kendisini tanımayacaktı. Gönül rahatlığı içinde, Heybelili gençlerle birlikte hareket etmeye başladı. Bu arada konuşmalara kulak da kabarttı.

“Çok şiddetli saldırıyormuş polis!” “Saldırmazlarsa hatırım kalır. Hele bir oraya ulaşalım da o zaman görsünler bakalım!” “Abi adamlar durmadan gaz atıyormuş…” Vapur iskeleden ayrılırken, Büyükada’dan gelenlerle Heybeli’den binenler kaynaşmışlardı bile. Böylece, bir arada oturup telefonlarından edindikleri bilgileri birbiriyle paylaşan gençlerin sayısı, Anastas da sayılacak olursa, on sekizi bulmuştu. Az sonra Burgaz, daha sonra Kınalılı gençler de onlara katıldı. Otuzu geçmişlerdi. Taksim’e gidiyorlardı. Anastas birkaç kez denemiş olmasına ve hiç umudu kalmamasına karşın, Lena’yı bir kez daha aradı. Ulaşamadı. Saatine baktı. 14.30’du. Evden aramayı düşündüyse de hemen vazgeçti. Ne diyecekti kendisi açmazsa anne ya da babasına? Başka bir arkadaşını arayabilip arayamayacağını hatırlamak için telefonundaki rehbere göz attı. Güvenebileceği kimsenin olmadığına karar verdi. Yeniden denedi.

Nafileydi. Acaba neredeydi Lena? Sabahleyin gönderdiği mesajdan sonra başına neler gelmişti? Belli ki daha önce de birkaç kez yaptığı gibi Gezi Parkı’nda gecelemiş, sonra eylemcilerle birlikte hareket etmeye başlamıştı. Telefonu şarjı bittiği için kapanmış olabilir miydi? Belki de şu anda yoğun gaz bombardımanı altındaydı. Anastas birkaç saniye için bile olsa gözlerini kapatıp, “Tanrım sen yardımcısı ol. Başına kötü bir şey gelmesin” diye dua etti. Bomba Gibi Bir Haber Gençler Gezi Direnişi’nde meydana gelen olayları facebook ve twitter’dan saniyesi saniyesine izliyor, aldıkları haberleri birbirleriyle paylaşıyorlardı… İçlerinden biri, “Size bomba gibi bir haber vereceğim: Polis füniküler hattını kapattı!” deyince aralarında bir kaynaşma oldu. Birkaç saniye içinde, başka gençler de kendi telefonlarına gelen bilgilerden hareketle bu haberi doğruladılar. Aklın yolu birdi ve iki genç aynı anda, “Peki nasıl çıkacağız Taksim’e?” diye sordu. Anastas ve soruyu soran iki çocuk hariç, hep bir ağızdan “Yürüyerek!” diye cevapladılar soruyu. İki kişi tarafından aynı anda sorulan sorunun cevabı, bir koro parçası gibi geri dönüvermişti. Bu nedenle de “Yürüyerek!” sözcüğü “yürümek”ten çok daha fazla anlam ifade etmeye başlamıştı. Tek kelimeyle ve hep birden “Yürüyerek!” demek gençlerin hoşuna gitti. Kendilerini ve birbirlerini sevdiler. Vapur Kabataş’a tam da 15.25’te yanaştı.

Karaya ilk ayak basanlar tabii ki gençler oldu. Hiçbir düzen ve disipline ihtiyaç hissetmeyen topluluk alt geçidi kullanarak karşıya geçerken, füniküler seferlerinin iptal edilmiş olduğunu gözleriyle de gördüler. Taksim’e çıkmanın en kolay yolu olan füniküler hattının girişi, İstanbul Valiliği’nin emriyle polisler tarafından kapatılmıştı. Adalı gençler, hattın kapalı olduğundan haberdar olmadığı için Kabataş’a gelen öteki Gezi Parkı destekçileriyle birleşip, dik Kazancı Yokuşu’nun başlangıcı olan Meclis-i Mebusan’a doğru yürümeye koyuldular. Sayıları yeni katılımlarla arttıkça arttı. Vapur iskelesinde otuz, fünikülerin önünde yüz iken, birden üç yüzü geçmiş, enikonu gösterici bir topluluk halini almışlardı. Buna karşılık ne slogan atıyor, ne pankart taşıyorlardı. Tek yaptıkları, cep telefonlarından Taksim’de olup biteni izleyip yanındakilerle paylaşmak ve koşmadan ama tempolu yürümekti. Öndekilerden biri “Sizin de gözünüz yaşarıyor mu?” diye sormaya niyetlenirken, hepsi birden “Gaz, gaz bu!” diye söylenmeye başladı. Daha Mebusan’ın başına ulaşmadan gaza maruz kalmışlardı. Ellerinde su şişesi olanlar kendi yüzlerini yıkadıktan sonra, kalan sularını yanındakilerle paylaştılar. Bir şişe de kendisine uzatılırken, genç adam Lena’yı düşündü. “Ya Taksim’deyse!” diye endişelendi. Arada dünya kadar mesafe varken kendisini etkileyen bu gaz, eğer Gezi Parkı’ndaysa, Lena’yı komaya sokmuş olmalıydı. Genç adam, gazdan daha çok canını yakan bu düşünceyi aklından çıkarmaya uğraştı.

Elindeki şişeden avucuna biraz su döktü ve yüzünü, özellikle de gözlerini temizlemeye çalıştı. Yüzü ve gözleriyle birlikte, aklına Lena ile ilgili az önce gelen düşünceyi de temizliyormuş gibiydi. “Ovuşturma!” dedi su şişesini vermiş olan adam. Uyarısını, “Gazın etkisini azaltmak için aslında süt, sirke, limon gibi şeyler kullanmak gerekiyormuş” diye sürdürdü. Anastas, yanı sıra yürüyen, daha önce bir kez bile görmediği babası yaşındaki direnişçiye teşekkür etti. Temizlemeye çalıştığının gazın etkisi değil, Lena’ya dair endişe dolu düşünceler olduğunu söyleyemedi. Onun yerine, “İlk fırsatta birkaç limon alıp çantama atacağım” dedi. Yaklaştıkça yoğunluğu artan gaza rağmen, topluluk sağdan soldan katılmalarla büyüyerek Kazancı Yokuşu’nun alt ucuna ulaştı. Şimdi sıra önlerindeki dik yokuşu çıkmaktaydı. Adalar’dan gelen gençler birbirlerinden ayrılmamaya özen göstererek grubun ortalarında ilerliyor, Anastas da onlara yakın durmaya çalışıyordu. Ve ilk sesler önce uğultu olarak sonra net bir biçimde duyulmaya başladı. “Her yer Taksim her yer direniş!” Sloganları duyan grup temposunu daha da artırdı. Herkes bir an önce seslerin geldiği yere ulaşmayı hedefliyordu. Anastas dik yokuştaki grubun önce önüne sonra arkasına baktı. Sayıları arttıkça artmış, Kabataş’takinin neredeyse on katına ulaşmıştı.

Kaç kişi olduklarını tahmin etmeye çalıştı, beceremedi. Onlar yaklaştıkça, sesler arttı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir