Pascal Quignard – Cinsellik ve Korku

Ana rahmine düşmemizin kafamızın içinde uyandırdığı huzursuzluğu yaşam boyu taşırız. Dünyaya gelmemize neden olan hareketleri bize anımsatan bir imge karşısında duyduğumuz sarsıntıyı başka hiçbir imge karşısında duymayız. İnsanlar, üretim organları giderek biçim değiştiren ve net olarak farklı biçim aldığında da birbiriyle çiftleşen erkek ve dişi, memeli iki yaratığın rol aldığı sahne sonucu meydana gelir; bu böylece sürüp gitmektedir. Sertleşen, sonra boşalan erkek üreme organında, üretici tohumun içine hemen boşalan şey yaşamın ta kendisidir; buysa, insanlığı tanımlayan çizginin çok altında kalan bir olgudur. Bir başka hayvanın bedenine bir hayvan gibi sahip olmaya iten hayvansı tutkuyu önce aileye özgü, sonra da tarihsel soyağacımızdan ayırt edemeyişimiz bizi huzursuz kılar. Ve bu huzursuzluk, ölümün gerçekleştirdiği ayıklama ile ‘bireyleşme’ şanslarını ancak rastlantısal cinsel üreme sonucu elde edebilen bireylerin, soyağacına göre art arda gelişlerini birbirinden ayıramayışımız yüzünden bir kat daha artar. Öte yandan, rastlantısal eşeyli üreme, ölüm yoluyla öngörülemez ayıklanma ve bireysel periyodik bilinç (düş görme edimi bunu yeniden kurup akıcı kılar, dil edimi bunu yeniden düzenleyip karanlığa boğar) aynı anda bakılan tek bir olgudur. Oysa biz bu ‘aynı anda bakılan olgu’yu hiçbir biçimde göremeyiz. Tanık olmadığımız bir sahne sonucu meydana geldik biz. İnsan, bir imgesi her zaman eksik kalan bir yaratıktır. İnsan, ister gözlerini yumup gece düş kursun, ister gözlerini açıp gün ışığında gerçek şeyleri dikkatle gözlemlesin, ister bakışları yönünü şaşırıp yolunu yitirsin, ister gözlerini elinde 9 tuttuğu kitaba yöneltsin, ister karanlıkta oturup bir filmin akışını dikkatle izlesin ya da kendini bir tabloyu izlemeye versin, gördüğü her şeyin ardında bir başka imge arayan, bu imgeyi bulmak için çırpınıp duran bir bakıştır. Eski Roma fresklerinde canlandırılan soylular (patriciuslar), olduğu yere demir atmış gibidir. Hareketsiz durur, bakışı yataydır, şaşkınlık dolu bir bekleyiş içindedir, ne olduğunu bilemediğimiz bir anlatının en dramatik yerinde donup kalmış gibidir. Zor bir Latince sözcük üzerinde kafa patlatmak istiyorum: fascinatio (büyülenme). Yunanca phallos sözcüğünü Latince fascinus sözcüğü ile karşılar.


Bu konuyu işleyen ezgilere ‘fescennins’ adı verilir. Fascinus, bakışı yakalayıp dondurur; öyle ki bakış, kendini baktığı şeyden koparıp alamaz. Bu olgunun esinlediği ezgiler, romanın ya da yerginin (satura) Romalılarca icat edilişinin kaynağında yer alır. Büyülenme, dilin ölü açısının algılanmasıdır. İşte bu yüzden söz konusu bakış, her zaman kaçıcı bir bakıştır. Anlaşılması olanaksız bir şeyi anlamaya çalışıyorum: Yunan cinselliğinin imparatorluk Roması’na taşınması. Bu değişim hakkında bugüne kadar, bilmediğim bir nedenle ama kavrayabildiğim bir korku yüzünden kimse düşünmedi. Roma dünyasını imparatorluk biçiminde yeniden düzenleyen Augustus’un elli altı yıllık hükümdarlığı boyunca, Yunanların neşe dolu, açık ve net cinselliği, ürkütücü bir melankoliye dönüştü. Bu başkalaşımın ortaya çıkması için otuz yıllık bir süre (İÖ 18 yılından İS 14 yılına kadar) yeterli oldu, o zamandan bu zamana da bizi sarıp sarmalamayı, egemenliği altında tutmayı sürdürüyor. Octavius Augustus’un princeps’liğinin ortaya koyduğu, İmparatorluğun da dört yüzyıl boyunca Romalı devlet memurlarınca yeniden formülleştirilen biçimiyle aşırı bağlılık içinde yaygınlaştırdığı cinselliği bir bakıma yeniden ele alan Hıristiyanlık dini bu başkalaşımın sonuçlarından biri oldu yalnızca. İki depremden söz ediyorum burada. Eros, insan-öncesi, bütünüyle hayvansı, insanın edindiği dil ile istemli ruhsal yaşamın farklı iki biçimini barındıran iç daralması ve gülmenin oluşturduğu kıtayı sıkıştıran arkaik bir levhadır. İç daralması ve gülme, bu volkandan ağır ağır dökülen yoğun küllerdir. Bunlar hiçbir zaman ne yakıcı ateş, ne de yerin dibinden eriyik halinde yükselen ağdalı kayaç olmuşlardır. Toplumlar ve diller, kendilerini tehdit eden bu taşmaya 10 karşı her zaman savunma durumunda olmuşlardır.

Soyağacıyla ilgili anlatılar insanda, istemdışı kas kasılması özelliği taşır; bunlar, çevrimsel olarak uyumak zorunda olan sıcakkanlı hayvanlara özgü düşlerdir; toplumlar için yaratılmış mitlerdir; bireyler için kaleme alınmış aile romanlarıdır. Hiçbirimizin -ayın on kez doğup battığı o karanlık, bilinmez süre sonunda dünyaya gelen bizlerin- görmemiş olduğu, göremeyeceği birleşmeye bir anlam vermek amacıyla Babalar, yani öyküler yaratırız. Uygarlıkların kıyıları birbirine değip birbiriyle örtüştüğünde, sarsıntılar doğurur. Bu depremlerden biri, Batı’da, Yunan uygarlığının kıyısı Roma uygarlığının kıyısına ve bu uygarlığın oluşturduğu kurallar dizgesine değdiğinde, yani cinsel iç daralması fascinatio’ya, cinsel gülüş de ludibrium’un sarakasına dönüştüğünde meydana geldi. 24 Ağustos 79’da da yerin dibinden gelen gerçek bir deprem, o sırada olup bitmekte olan şeylerin üzerini ânında örterek ardında o korkunç olaya tanıklık eden dört kent bıraktı. En azından, Pompei, Oplontis, Herculanuem ve Stabiae kentlerinin kalıntılarını günümüze ulaştıran ne tanrı, ne Titus, ne de insanlardır. Bu, adı geçen kentlerin sakinlerini bir anda ölüme götüren, böylelikle de o ‘büyüleyici’ figürleri dört yüzyıl boyunca önce süngertaşı, daha sonra mantar meşesi katmanlarının altında koruduğu için minnet duymamız gereken kavurucu lavlar sayesinde gerçekleşmiştir. Atrani, Haziran 1993 11 1 Parrhasios ile Tiberius Augustus’un yerine 14 yılının Eylül ayında Tiberius geçti. Tiberius, ardında iki bilmece, iki de san bırakarak tarih sahnesindeki yerini aldı. Söz konusu iki bilmece, cunnilingus (oral seks) ile inzivaya çekilme, iki san da gündüz körlüğü ile pornografidir. İmparator Tiberius, Ephesoslu Yunan ressamı Parrhasios’un desenlerini ve tablolarını biriktirmişti. Eskiler, Parrhasios’un pornographia’yı Atina’da, İÖ 410 yılında bulguladığını aktarır. Pornographia, sözcüğü sözcüğüne ‘fahişe-resmi’ demektir. Parrhasios, fahişe Theodote’yi sevdi ve onun çıplak resimlerini yaptı. Sokrates, ressamın tensel zevklere düşkün (abrodiaitos) olduğunu ileri sürüyordu.

Tarihçi Suetonius, İmparator Tiberius’un yatak odasına Parrhasios’un yaptığı, Meleagro’ya ‘utandırıcı bir dostlukla’ bağlı olan A talante’yi konu alan (Meleagro Atalanta ore morigeratur) bir tablosunu astırttığını yazar. Fransa Kralı 13. Louis de birden, yatak odasında o zamana kadar asılı duran tüm öteki tabloları kaldırtarak, yerine Georges de la Tour’un bir Ermiş Sebastian tablosunu astırtmıştı. Suetonius, sözünü şöyle sürdürüyor: “Tiberius ‘Kapri’de inzivaya çekildiği evinde, gizli isteklerini (arcanarum libidinum) yerine getirmek için sedirler yerleştirilmiş bir oda düzenletmeyi düşündü. Burada genç kızlarla karşı cinse aşırı düşkün genç erkekleri bir araya getirip bunları alışılmadık biçimlerde seviştiriyordu. Spintrias adını verdiği ve üçlü 13 zincirleme olarak kendisinin tasarladığı bu birleşmelerde çiftler birbiriyle sevişirken oluşturdukları görüntü ile onun zayıflamış arzularını (deficientis libídines) kamçılamış oluyorlardı. Bazı odaları, en çok şehvet uyandıran tablolara ve heykellere (tabellis ac sigillis lascivissimarum picturarum et figüranım) öykünen resimlerle ve heykelciklerle süslediği gibi, oyuna katılan her figüranın onun istediği pozisyonları (schemae) kolaylıkla anlayıp şaşırmadan uygulayabilmesi için bu odalara Elephantis’in kitaplarını da koydurttu. Yüzdüğü sırada, bacaklarının arasında oynaşıp dilleriyle ve ısırarak (lingua morsuque) kendisini tahrik etmeye alıştırdığı çok küçük yaştaki çocuklara ‘minik balıklar’ (pisçiculos) adını takmıştı. Henüz sütten kesilmemiş çocuklara, meme gibi emmeleri için bedeninin çeşitli uzuvlarını veriyordu. En çok yeğlediği buydu. Venüs ormanlarına ya da koruluklarına yaptırttığı mağaralarda ve oyuklarda, karşı cinsten gençler kendilerini birbirlerine Orman Tanrısı ve Orman Perisi (Paniscorum et Nympharum) giysileri içinde sunuyorlardı.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir