William Nicholson – Imparatorlugun Koleleri

Güneşli günlerde ada ana karadan görünürdü. Ağaçlarla kaplı dağ güneyde göğe doğru yükseliyordu. Balıkçı tekneleri bazen kayalık kıyılarının yakınından geçer; balıkçılar tepedeki harabelere bakar ama durmazlardı. Adada onlara göre bir şey yoktu. Kıraç topraklarında bir parça tozlu çimenden ve çatısız bir binanın etrafını çevreleyen zeytin ağaçlarından başka bir şey yetişmezdi. Üstelik adada fırtına çağırabilen büyücüler, konuşan hayvanlar, uçan adamlar olduğuna dair söylentiler de vardı. Bu tür şeylerden uzak durmak en iyisiydi. Adanın adı Siren’di. Uzun zaman önce bir grup yolcu buraya yerleşmiş ve dağın tepesindeki yüksek taş duvarları inşa etmiş; gölgesinden yararlanmak için de zeytin ağaçlarını dikmişlerdi. Binanın zemini çimen ve taştandı. Çatısı yoktu. Uzun pencerelerinde cam; geniş girişlerinde kapı yoktu. Ama burası bir harabe değildi: burayı inşa edenler böyle olmasını istemişlerdi. Çürüyecek tahtalar, kayıp düşecek karolar yoktu. Kırılacak camlar ve kapanacak kapılar da yoktu.


Yalnızca dik, güneşe, rüzgâra ve yağmura açık, aydınlık bir mekân; ev olmayan bir ev; buluşup şarkı söylenecek ve sonra ayrılınacak bir yerdi. Uzun yıllar sonra Siren’de yeniden ayak sesleri duyuluyordu. Bir kadın kıyıdan tepeye doğru uzanan yolda ilerliyordu. Kıyıda bağlı bir tekne yoktu ama o yine de oradaydı. Üzerinde sade, soluk yünlü bir giysi vardı ve ayakları çıplaktı. Kır saçları kısacıktı. Güneşten yanmış yüzünde çizgiler, kırışıklıklar görülüyordu. Kaç yaşındaydı? Tahmin etmek imkânsızdı. Yüzü bir büyükanneninki gibiydi ama parlak gözleri ve çevik bedeni genç bir kadını andırıyordu. Tepeye tırmanırken soluklanmak için neredeyse hiç durmamıştı. Tepenin düzleştiği yerde bir kaynak vardı. Burada durup su içti. Sonra, eğri gövdeli zeytin ağaçlarının arasından geçip bir eliyle sert kabuklarını okşayarak yoluna devam etti. Kapısız geçitten geçerek çatısız binadan içeri girdi ve orada durup etrafına bakarak eski günleri hatırladı. Bir zamanlar burasının nasıl insanlarla dolu olduğunu, birlikte nasıl şarkı söylediklerini ve şarkının içini nasıl coşkuyla doldurduğunu ve o anın hiç bitmemesini istediğini hatırladı.

Ama şarkı söylemenin bir zamanı olduğu gibi beklemenin de bir zamanı vardı. Şimdi her şey yeniden başlıyordu. Yavaşça salonun ortasına doğru yürüdü ve iki yandaki yüksek pencerelerden okyanusa baktı. İnsanlara alışık olmayan bir kertenkele, taşların arasında gözden kayboldu. Güneşin önünden bir bulut geçti ve gölgesi üzerine düştü. O ilkti. Yakında ötekiler de ona katılacaktı. Zulüm çağı başlıyordu. 1 Aramanth’da Gün Batımı Marius Semeon Ortiz alçak tepeye dörtnala tırmandı ve nefes nefese kalan atını durdurdu. Aşağıda geniş bir kıyı ve okyanus uzanıyordu. Az ileride, bir saatlik bir yürüyüş mesafesinde hedefi, ödülü, şan ve şerefin kapılarını ona açacak olan Aramanth Şehri vardı. Ortiz eyerinin üzerinde ayağa kalktı ve kıpırdamadan durup hızla nefes alıp vererek keskin gözlerini uzaktaki kente dikti. Öncü birliklerinin de bildirdiği gibi duvarlar çoktan yıkılmıştı. Şehir savunmasız görünüyordu. Akşamın soluk ışığı altında Aramanth yolunmayı bekleyen bir kaz gibi şişman ve çaresiz duruyordu.

Birlik komutanları yanına geldiler ve onlar da uzun yolculuklarının sonuna geldiklerini görerek gülümsediler. Yiyecek arabaları neredeyse boşalmıştı ve adamları son üç gündür kısıtlı miktarlarda dağıtılan azıkla yol alıyordu. Şimdi Aramanth onları doyuracaktı. Arabalar eve dönerken ağırlıktan tekerleklerine değecekti. Ortiz arkasına dönerek düzenli bir şekilde yaklaşan akıncıları sessiz, onaylayan bakışlarla izledi. Üç yüz yirmisi atlı süvari olmak üzere bine yakın asker, tepeye doğru ilerliyordu. Arkalarında çadırları, kafesleri, adamların tayınlarını ve atların yemlerini taşıyan atlı arabalar geliyordu. Altmış kadar araba ve atlar uzun süre dinlenmeden ağır yük taşıyamayacaklarından arabaları çekmek için bunun iki katı kadar at vardı. Ortiz genç olmasına rağmen hiçbir şeyi şansa bırakmayan bir komutandı. Hiçbir topallayan at bu uzun yürüyüşte adamlarını yavaşlatamazdı. Bir elini havaya kaldırdı. Sessiz işaret mangadan mangaya iletildi ve adamlar ve atlar birden durdular. Bugün yürüyüşlerinin on dokuzuncu günüydü. Yorgun, evden uzakta ve başaracaklarından şüpheliydiler. Onları ayakta tutan tek şey komutanlarının iradesi; İmparatorluğun tarihindeki bu en uzun akından büyük bir başarıyla döneceklerinden emin oluşuydu.

Yıllardır yolcular düzlüklerdeki zengin ve barış içinde yaşayan kentle ilgili hikâyeler anlatıyorlardı. Ortiz haberleri doğrulamak için öncüler göndermişti. Aramanth zengin ve savunmasızdı. “Ne kadar zengin?” diye sormuştu. Öncüler tahminde bulunmuşlardı. “En az on bin.” On bin! Hiçbir komutan İmparatorluğa bırakın bu kadar çoğunu bunun yarısını bile getirmemişti. Yalnızca yirmi bir yaşındaydı ve avuçlarının içinde öyle büyük bir zafer, öyle büyük bir onur tutacaktı ki ödüllerin en büyüğünün onun olacağına hiç kuşku yoktu. Çok yakında İmparator varisini, evlatlık oğlunu seçecekti; ve Marius Semeon Ortiz diz çöküp, “İmparator! Baba!” diyecek olanın kendisi olacağını hayal ediyordu. Ama önce Aramanth’ın zenginliği toplanıp eve götürülmeliydi. Güneşin battığı ve yavaş yavaş ışıkların yanmaya başladığı uzaktaki kente son bir kez bakmak için arkasını döndü. Bırakalım bir gece daha huzur içinde uyusunlar diye düşündü. Sabahın ilk ışıklarıyla emri vereceğim ve adamlarım görevlerini yapacaklar. Aramanth yanacak ve on bin erkek, kadın ve çocuk İmparatorluğun köleleri olacak. * * * Kestrel Hath, ailesinin diğer üyeleriyle birlikte arka sıralarda kalabalık misafirlerin arasında ayakta duruyordu.

Yanında bir serçe kadar hareketli, yerinde duramayan yedi yaşındaki küçük kız kardeşi Pinto vardı. Düğün arenanın ortasında, eski rüzgâr çalgısının önünde sürüyordu. Yapının alt kısmı tören için mumlarla süslenmişti. Hafif bir meltem mumları söndürüp duruyor; yerli yerinde olmayan her şeyden nefret eden gelinin annesi Bayan Greeth eğilerek mumları yeniden yakmaya gidiyordu. Rüzgâr çalgısı her zaman olduğu gibi rüzgârla birlikte tatlı tatlı mırıldanıyordu. Düğünler pek ilgisini çekmediğinden Kestrel, rüzgâr çalgısının sesini dinlemeyi tercih ediyordu ve bu her zaman olduğu gibi onu rahatlatıyordu. On beş yaşındaki gelin Pia Greeth, Kestrel’le aynı yaştaydı. Pia mum ışığında çok güzel görünüyordu. Tören, evleneceği çocuk olan Tanner Amos’u büyülemiş görünüyordu. Kestrel, Pia’nın neden onunla evlendiğini düşündü. Onu sonsuza kadar seveceğini nereden bilebilirdi? Öyle kararsız, ürkek ve genç görünüyordu ki. Ama o da on beş yaşındaydı, genç insanların evlenme yaşı ve bu tören evlilik sezonunun başlangıcıydı. Kestrel kaşlarını çatarak kafasını salladı ve bakışlarını rüzgâr çalgısının yanında duran genç çiftten uzaklaştırdı. Pia’nın abisi Farlo’yla göz göze geldi ve Farlo’nun onu izlemekte olduğunu fark etti. Bu onu rahatsız etmişti.

Son birkaç haftadır etrafında geziniyor; sanki onunla konuşmak istiyor ama ilk önce onun konuşmasını bekliyormuş gibi umutsuz, arzu dolu gözlerle bakıyordu. Onunla neden konuşması gerekiyordu? Ona söyleyecek bir şeyi yoktu. Neden herkes birdenbire eşleşmek zorundaydı? Farlo’dan hoşlanıyordu ta ki yuvalarından fırlayacakmış gibi duran gözlerle ona bakmaya başlayana kadar… Bunun üzerine gözlerini uzaklarda bir yerlere dikmiş olan ikiz kardeşi Bowman’a çevirdi. Aklından geçenleri okumaya çalıştığında onun da dikkatinin törende olmadığını fark etti. Bir şeyler hissediyordu: onu tedirgin eden bir şeyler. Sorun nedir Bo? Bilmiyorum. Genç çift evlilik yemini ediyordu. “Seninle olan yürüyüşüm bugün başlıyor.” Çocuk utangaç, kararsız bir sesle konuşmuştu. Bu yemin eski zamanlardan, Manth halkının kıraç topraklarda hiç durmadan yol aldığı göçebelik zamanlarından kalmaydı. Davetlilerin birçoğu farkında olmadan dudaklarını oynatarak bu bildik kelimeleri tekrarladılar. “Gittiğin yere gideceğim. Kaldığın yerde kalacağım.” Bowman sessizce uzaklaştı. Kestrel Pinto’nun onunla gitmek için can atan gözlerle onu izlediğini gördü.

Pinto’nun annesinin kulağına bir şeyler fısıldadığını; en küçük çocuğunun uzun süre kıpırdamadan sessiz duramadığını bilen annesinin kafasını salladığını gördü. Ardından Pinto da sessizce uzaklaştı. “Sen uyuduğunda uyuyacak; uyandığında uyanacağım.” Kestrel, Bowman’ı izlemedi. Son günlerde sık sık yalnız kalmak istiyordu. Nedenini anlayamıyordu ve bu onu üzüyordu, ama onu, istediği şeyi yaptığı için şikâyet edemeyecek kadar çok seviyordu. Yeminin sonunu dinledi. “Günlerimi sesinin; gecelerimi ellerinin yakınında geçireceğim ve aramıza kimse giremeyecek.” Ardından çocuk elini uzattı ve kız çocuğun elini tuttu. Kestrel annesinin, babasının elini tutup sıktığını gördü ve onun kendi evlilik törenlerini hatırladığını anladı. Kestrel’in üzerine daha önce hiç hissetmediği bir hüzün çöktü. Ağlamamak için tırnaklarını avucuna geçirerek acıtıncaya kadar sıktı. Neden üzülüyorum ki? diye sordu kendi kendine. Annem ve babam birbirlerini sevdikleri için mi? Evlenmek istemediğim için mi? Ama nedeni bu değildi. Başka bir şeydi.

Davetliler genç çifti tebrik etmek için etraflarına toplanmaya başlamıştı. Bayan Greeth mumları söndürüp tekrar kullanmak üzere bir kutuya dolduruyordu. Kestrel’in anne ve babası, tören beklediklerinden daha uzun sürdüğünden o geceki kent toplantısına yetişmek için aceleyle arenanın dokuz basamağından yukarı tırmanmaya başlamışlardı. Bowman ve Pinto ortalıkta yoktu. Kestrel o an içindeki hüznün nedenini anladı. Yalnızlık değildi. İkiz kardeşi yaşadığı sürece yalnız olması mümkün değildi. Bu daha korkunç bir şeydi: bir şeyleri kaybedeceğine dair bir önseziydi. Bir gün onu kaybedecekti, işte o zaman nasıl yaşamaya devam edebileceğini bilmiyordu. Birlikte gideceğiz. Geçmişten yankılanan bu sözler, kaçınılmaz bir şekilde zamanı geldiğinde birlikte ölecekleri anlamına geliyordu. Ama bu yeni his ona başka türlü olacağını söylüyordu. Birinin öleceğini ve diğerinin yaşamaya devam edeceğini söylüyordu. İlk ölen ben olayım. Bunu düşünür düşünmez kendisinden utandı.

Önce ölen şanslı olacaktı. Sevgili kardeşinin o öldükten sonra geride kalıp acı çekmesini nasıl isteyebilirdi? Ondan çok daha güçlüydü. Bu acıyı çekmesi gereken oydu. İçinde ağlama isteği uyandıran his buydu: yalnızlık değildi, en azından şimdilik… Ama yalnız kalacağı günün geleceğinden emin oluşuydu. Mumpo Inch bir zamanlar kentin duvarlarının bir parçası olan taş yığınının üzerinde oturmuş karanlık okyanusu seyrediyordu. Biraz daha uzun süre baksaydı aysız gökyüzünün altında oluşan dev dalgaları görebilirdi. Hüzünlü bir şekilde uzun uzun iç geçirdi. Bir gün daha geçmiş ve özenle hazırlayıp ezberlediği sözleri hâlâ söylememişti. On beşinci yaş günü geçeli tam on bir hafta iki gün; Kestrel Hath’inki geçeli ise dört hafta dört gün olmuştu. Mumpo beş uzun yıldır Kestrel’e deli gibi âşıktı. Onun bir başkasıyla evlenmesine dayanamazdı. Yine de evlenme teklif ettiğinde ona hayır diyeceğini biliyordu. Bundan emindi. Daha çok gençtiler. Kendisi de böyle hissediyordu.

İkisi de evlenmeye hazır değildi. Ama ya bir başkası ondan önce evlenme teklif ederse ve ya o evet derse? Arkasında sesler duydu ve dönüp baktığında taşların üzerinde sekerek ona doğru gelen Pinto’yu gördü. Pinto yaşına göre küçüktü; ince, kıvrak ve çok akıllıydı. Henüz çok küçük olduğundan Mumpo onunlayken kendisini rahat hissediyordu. Başkaları gibi onu eleştirmiyor ya da söylediği şeylere gülmüyordu. Yalnızca bebeklik ismini kullanarak ona Pinpin demesine kızıyordu. Her zaman ağlayacakmış gibi görünen ama hiçbir zaman ağlamayan parlak, incinmiş gözlerle ona bakıp, öfkeyle artık bir bebek olmadığını söylüyordu. “Burada olacağını biliyordum.” Arkasında diz çöküp kollarını boynuna doladı. “Buraya yalnız kalabilmek için geliyorum,” dedi Mumpo. “Benimle birlikteyken de yalnız olabilirsin.” Bu doğruydu: Pinto onu rahatsız etmiyordu. Kolunu arkaya uzatıp sıska bacağına bir çimdik attı. “Kess’i ne yaptın?” “Onu öldürdüm,” dedi Pinto neşeyle kıpırdanarak. “Durmadan bana onu sormandan o kadar çok sıkıldım ki dayanamayıp onu öldürdüm.

” “Cesedini nerede bıraktın?” “Greeth’lerin düğününde.” Mumpo arkasındaki kızı yere bırakarak ayağa kalktı. Babası gibi uzun boylu ve yapılıydı fakat babasının gençliğinden farklı olarak otoriter bir görünümü yoktu. Kimseyi bir şey yapmaya zorlayamayacak kadar yumuşak huyluydu; bazılarına göre yeterince akıllı değildi. Pinto onun dünyadaki en tatlı insan olduğunu düşünüyordu. “Kess’e sormam gereken bir şey var,” dedi kızı bilgilendirmekten çok kendini inandırmak istercesine. “Senin yerinde olsam sormazdım,” dedi Pinto. “Hayır diyecektir.” Mumpo kıpkırmızı kesildi. “Neden söz ettiğimi bilmiyorsun bile.” “Evet biliyorum. Seninle evlenmesini istiyorsun. Ama evlenmeyecek. Ona sordum ve o da hayır dedi.” “Bunu yaptığına inanmıyorum!” Pinto aslında ablasına bu büyük ve ürkütücü soruyu sormamıştı.

Pek çok kereler sormak istese de cesaret edememişti. Ama sorsa da cevabının hayır olacağından emindi. “Sen her şeye burnunu sokan kötü bir sıçansın. Bir daha seninle hiç konuşmayacağım.” Öfkeliydi ve utanmıştı. Pinto söylediklerinden pişman oldu. “Ona sormadım Mumpo. Bunu uydurdum.” “Yemin eder misin?” “Yemin ederim. Ama hayır diyeceğini biliyorum.” “Nereden biliyorsun?” Pinto, biliyorum çünkü sen bana aitsin, demek istedi. Bunun yerine, “Kimseyle evlenmek istemiyor,” diye cevapladı. “Ama evlenecek,” dedi Mumpo üzgün bir sesle. “Eninde sonunda herkes evleniyor.” Hava iyice kararmıştı, bu yüzden inişli çıkışlı molozların üzerinden yürüyerek eve dönerken el ele tutuştular.

Pinto, onun güçlü eliyle elini nasıl da hafif ama kendinden emin bir şekilde tuttuğunu düşündü. Elini daha sıkı tutması ve kaslı kollarıyla düşmemesi için ona sarılması için iki kez düşer gibi yaptı. Aslında bir keçi kadar çevikti ve yıldızların ışığında ya da karanlıkta yolunu bulmakta hiçbir güçlük çekmezdi; ama gizlice evli olduklarını hayal ediyor ve kafasında evlilik yemininin sözlerini tekrarlıyordu, “Günlerimi sesinin, gecelerimi ellerinin yakınında geçireceğim.” Artık yalnızca azılı çocuk çetelerinin gizli oyunlar oynamak için kullandığı eski Gri Bölge’deki terk edilmiş binaların yanından geçerek Kahverengi Bölge’nin aydınlık sokaklarına geldiler. Renkler değişmiş olsa da eski isimler hâlâ kullanılıyordu. Değişikliklerden sonra Aramanth halkı bir boyama modasına kapılmış ve kentin her yanında, kapılar, pencereler, duvarlar hatta çatılar gökkuşağı renklerine boyanmıştı. Aceleyle boyanan renkler, beş yılda güneş, rüzgâr ve yağmurun etkisiyle solmuş ve kentin eski renkleri alttan görünmeye başlamıştı. Kent meydanının insanlarla dolu ve gürültülü olduğunu gördüler. Toplantı usulle ilgili bir tartışma nedeniyle başladığı gibi bitmişti. Toplantı Binası’ndan çıkanlar hararetle tartışarak evlerine dönüyordu. Mumpo toplantılara hiç katılmıyordu. Ona öyle geliyordu ki, bu toplantılarda herkes aynı anda konuşuyor ve kimse kimseyi dinlemiyordu, böylece herkes kafasında oraya geldiği düşünceyle ayrılıyordu. Arayan gözleri kısa sürede hepsi de ateşli bir şekilde konuşarak görüşlerini savunan bir gençler grubunun ortasındaki Kestrel’i gördü. Mumpo grubun yanına gelerek durdu. Pinto’nun tüm çekiştirmelerine rağmen onlara katılmamakta ısrar ediyordu.

“Her zamanki gibi boş yere nefeslerini tüketiyorlar,” dedi Pinto. Mumpo dinlemiyordu. O Kestrel’i izliyordu. Gençler arasındaki modaya uygun olarak saçlarını kısacık ve diken diken kestirmişti ve bir önceki kuşak tarafından benimsenen çok renkliliğe karşı soluk siyah giysiler giymişti. Kemikli bir yüzü ve geniş bir ağzı vardı. Görünümü genel güzellik anlayışına uymuyordu ama insanı cezbeden farklı bir havası vardı. Mumpo’ya göre o çok güzeldi. Güzelden de öte: öyle hayat doluydu ki bazen onun yaşamın kendisi ya da bir hayat kaynağı olduğunu düşünüyordu. Pırıl pırıl siyah gözleriyle ona baktığında yaşama gücüyle sarsılıyor ve etrafındaki her şey ona daha parlak ve keskin görünüyordu. “Neden toplantıda değildin Mumpo?” İrkilerek onun kendisiyle konuştuğunu fark etti. “Bu tür şeyler bana göre değil.” “Nedenmiş o? Sen de burada yaşamıyor musun?” “Evet,” dedi. “Öyleyse evin olan bu kentte olup bitenler senin umurunda değil mi?” Mumpo her zamanki gibi aklına gelen ilk şeyi söyledi. “Burası bana evimmiş gibi gelmiyor.” Kestrel uzun süre ona bakarak bir şey söylemedi.

Ardından diğerlerine döndü ve iyi geceler dileyerek birdenbire oradan ayrıldı. Mumpo ve Pinto ağır adımlarla onu izledi. Mumpo’nun babasıyla birlikte yaşadığı yer kentin merkezinde, Hath Ailesi’nin evinin yakınlarındaydı. “Her zaman yanlış şeyler söylüyorum,” dedi Pinto’ya üzgün bir sesle. “Ve hiçbir zaman nedenini bilmiyorum.” Bowman toplantıya katılmamıştı. Düğünde hissettiği tehlikenin kaynağını arayarak kentin sokaklarında dolaşmıştı. Bir koku gibi tarif edilmesi zor bir histi. Tam bulduğunu düşündüğü anda onu tekrar kaybediyordu. Kafasını rüzgârdan yana çevirerek havayı kokladı. Bunun bir faydası olabileceğini düşünmüştü. Ama bu bir koku ya da bir ses değildi: bu yalnızca bir histi. Bowman millerce öteden bir korkunun varlığını duyabilir; insanlar gülümsemeye başlamadan sevinci hissedebilirdi. Ama hisleri takip etmek zordu. Dış dünyadan olduğu kadar kendi içinden de gelebiliyorlardı.

Şimdi yine yok olmuştu. Belki de her şey kafasının içindeydi. Belki yalnızca karnı açtı. Eve gitmeye karar verdi. Ailenin diğer bireyleri döndüklerinde onu küçük balkonlarında gökyüzüne bakarken buldular. Ocak sönmek üzereydi. Hanno Hath eğilip yeniden canlandırmak için ateşi karıştırdı. “Ateşi söndürmüşsün Bo.” “Öyle mi?” Şaşırmış görünüyordu bu yüzden Hanno Hath daha fazla bir şey söylemedi. İnsanlar Bowman’ın hayalci olduğunu; daha kırıcı olmak isteyenlerse onun ayakta uyuduğunu söylüyorlardı; ama babası onu anlıyordu. Bowman da herkes kadar uyanıktı; belki de çok daha fazla. Ama o dikkatini başka şeylere yoğunlaştırıyordu. “Her zamanki gibi zaman kaybıydı,” dedi odaya giren Kestrel. “Dinlemeye değer bir şeyler söyleyen tek insan Mumpo’ydu, o da hepsinden daha aptal.” “O aptal değil!” diye karşı çıktı arkasından odaya giren Pinto.

“Evet tabii, herkes Mumpo’ya âşık olduğunu biliyor.” Pinto yumruklarını sıkıp, gözlerinden yaşlar boşanarak Kestrel’in üzerine atladı. Kestrel burnuna bir yumruk atarak karşılık verdi. Pinto hıçkıra hıçkıra ağlayarak yere düştü. “Kestrel!” dedi babası sert bir sesle. “O başlattı!” Ira Hath, Pinto’yu yerden kaldırarak onu yatıştırmaya çalıştı. Pinto burnunun kanadığını fark ettiğinde içten içe sevinerek ağlamayı kesti. “Kan!” dedi. “Kess burnumu kanattı!” “Önemli bir şey yok canım,” dedi annesi. “Ama o burnumu kanattı!” dedi Pinto zaferle. Kan akıtan her zaman haksız konuma düşerdi. “Onu azarlamalısın!” “Burnunu kendin kanattın,” dedi Kestrel. “Burnunla elime vurdun.” “Seni yalancı cadı!” dedi Pinto. “Pekâlâ, bu kadarı yeter.

” Hanno Hath’in yumuşak sesi her zamanki gibi herkesi yatıştırmıştı. “Demek Mumpo ilginç bir şey söyledi, öyle mi Kess?” “Söyleyecektim ama Pinpin. “Bana Pinpin deme!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir