Paul Strathern – 90 Dakikada Sartre

Jean Paul Sartre, (yaşamı süresince) tarihteki en popüler filozoftu. Çalışmaları, öğrenciler, entelektüeller, devrimciler ve hatta sıradan okuyucular tarafından, dünya çapında tanındı. Bu emsalsiz popülarite için iki neden vardı ve ikisi de bir filozof olarak, yetenekleri dolayısıyla yapmış olduklarından değildi. Birincisi; 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın yıkıntıları ortasında, bırakılan dinsel boşluğu dolduran varoluşçuluğun (existansializm) bir sözcüsü olmasındandır. Ve İkincisi; daha sonradan otoriteye karşı devrimci bir görüş benimsemesinin, Che Guevera dönemini, tüm dünyadaki öğrencilerin başkaldırısını ve komünist Çin’deki kültürel devrime olan duygusal sempatiyi anımsatmış olmasındandır. Sartre; politika söz konusu olduğunda aşağı yukarı her şey üzerine yazmıştır. Ne yazık ki olaylar hemen hemen her şey hakkında onun yanıldığını kanıtlamıştır. Sartre ilk varoluşçu değildi fakat bunu alenen kabul eden ilk kişiydi. Ayrıca bu düşünce biçimini en iyi yorumlayabilen ve kabul ettirmeye çalışanlardan biriydi. Sartre’ın, felsefi düşünceleri geliştirme ve bu düşünceleri ilişkilendirmedeki yetisi 20. yüzyılda rakipsiz kalmıştır. Fakat bu, analitik bir titizlikten çok imgelemindeki zeka parıltısından dolayıdır. Sonuçta, Sartre pek çok ortadoks düşünürü tarafından küçümsenerek reddedildine o, ne varoluşçuluk akımı “gerçek” felsefe ile ilgili görülmedi. Varoluşçuluk; kişinin temel özgürlüğünü gösteren bir felsefe akımıdır.


Kısaca, bir gece kulübünde şarkıcı olan Juliette Greco’nun dediği gibi: “Kendini nasıl yaparsan öyle olursun”. Varoluşçuluk bunun gibi yüzeysel veya (Sartre’m ellerinde) çağdaş herhangi bir felsefe kadar derin olabilirdi. Bu akım heyecan vericiydi; kendi “eylem felsefesini veya (eleştirmenlere göre) içe dönüşün temel tepkisini içeriyor, solipsizmi de (tekbencilik) andırıyordu. Fakat herkesin kabul ettiği şuydu: Varoluşçuluk Sartre’ın elinde, 2. Dünya Savaşından sonra mahvolan Avrupa burjuvazisine karşı başkaldırı oldu. Burjuvazi (özellikle orta sınıf), varoluşçuluğun desteklemediği her şeyi destekledi: Bir burjuva ve aynı zamanda bir varoluşçu olmak mümkün değildi. Yaşamı ve İlk Çalışmaları Jean-Paul Sartre zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası bir donanma subayıydı. 1906’da, Sartre daha bir yaşındayken yüksek ateşten öldü. Sartre bunu “hayatımın en büyük olayı… yaşasaydı üzerime düşecek ve beni susturacaktı” diye açıklar. Bu oidipus fantazisini inkar ederek, süperego, saldırganlık ve evlat itaatine gerek kalmadan yaşadığını iddia eder. Ne otoriteyle ilgisi vardı ne de diğerleri üzerinde bir güç kurma isteği. Böylelikle aziz gibi yaşanan bu çocukluk, burjuvaziye (ve toplu¬mun bu değerli kesimiyle ilişkili tüm orta sı¬nıf alışkanlıklara ve değerlere) karşı sonsuz bir nefrete, yaşamı boyunca herhangi türden bir otoriteye karşı savaşma ihtiyacına ve kendisiyle yakın ilişki kuran bütün insanlar üzerinde psikolojik etki kurma isteğine sebep oldu. Sartre, kafasındaki karmakarışık düşünceleri parlak bir dehayla araştırdı fakat daha açık noktalar hep gözünden kaçtı. Sartre’ın annesi Anne-Marie, çocuğunu da alarak Paris’in kenar bir mahallesinde yaşayan babasının, Kari Schweitzer’in evine geri döndü.

Büyükbaba Schweitzer, döne¬min tipik bir Fransız soylusuydu. Temiz ve modaya uygun giyinirdi. Panama şapkası denen ince hasırdan bir şapkası vardı. Eşya olarak gördüğü kadınlarla dolu evde sözleri yasa gibiydi ve karısına sürekli kötü davranırdı. Sartre “Les mots” (kelimeler) otobiyografisinde onu “çalım satmak için daima bir sonraki fırsatı bekleyen, beyaz sakallı, yakışıklı bir adam” olarak hatırlıyor. Bazen büyükbabasıyla Tanrı arasında çok fazla benzerlik bulduğunu ve hatta onu Tanrı gibi algıladığını anlatıyor. Bu noktada şunu söyleyebiliriz ki; büyükbaba merkezi toplum düzenin uzantısı olan bir süperego’ya sahipti. Fakat Sartre büyükbabasının bu psikolojik rolde olduğunu kabul etmedi. Genç Jean-Paul’e ve annesine, aynı evin çocukları gibi davranıldı ve Sartre Anne-Marie’yi bir anneden çok, kendisine yakın bir kızkardeş olarak gördü. İhtiyaç duymadığını iddia ettiği bir baba figüründen farklı olarak bu anneabla figürü, onun geri kalan yaşamında kaçınılmaz bir gereklilik halini aldı. , Tüm bu anlatılanlardan Sartre’ın mutlu bir çocukluk geçirdiğini söyleyebiliriz. Çevresindeki kadınların sevgi ve şefkatiyle, genç Jean-Paul’ün egosu, eksik olan değerli parçalarını tamamlayarak çarçabuk gelişti. Verilen kutsal yaşam yeterli değilmiş gibi şimdi de aziz çocuk kendine şöyle diyordu: “Ben bir dahiyim.” Kimse de bunun aksini söylememişti. Hatta büyükbabası onu kolları arasına alır ve “benim küçük hâzinem,” derdi.

(Daha sonraları şöyle diyor: Çocukluğumdan ve ondan kalan her şeyden nefret ettim.) Dahi oldukları sonucuna varan diğer küçük, kibirli afacanlardan farklı olarak Sartre, kendi kendine karar verdiği bu rolün gerekli koşulları olan yaratma gücüne, sabıra ve alışılmadık bir zekaya sahipti. Genç Sartre kısa bir süre sonra alıştırma kitaplarının üzerine uzun kahramanlık ve şövalyelik hikayeleri yazmaya başladı. Sartre hayatını etkileyen bir rahatsızlık geçirdi. Bir sahil kentinde tatil yaparlarken soğuk algınlığına yakalandı.’ O günlerde tıp mesleğinin bir saygınlığı vardı fakat kısıtlı imkanlara sahipti. Genç çocuğun soğuk algınlığı korkunç komplikasyonların ortaya çıkmasına sebep oldu. Sonuç olarak Sartre sağ gözünde kısmi körlüğe neden olan lökoma’ya yakalandı. Tıbbi olmayan kaba bir dille söylemek gerekirse, artık gülünç bir şaşılığı vardı ve etrafa kısık gözlerle bakıyordu. Fakat tekbencilik, bu türden kusurlarla bile baş edebilirdi ve Jean-Paul’un kırsal kesimdeki çocukluğu böylelikle devam etti. Sonra gerçekten korkunç bir şey oldu. Annesi, düşüncesizce davranarak tekrar evlendi. Jean-Paul korkmuştu. Artık Anne-Marie’nin tüm ilgisi onun üzerinde değildi ve yeni Madam Mancy, kocası Joseph ile La Rochelle’ye taşındı. Gözlerine perde inmiş 12 yaşındaki çocuk, annesi ve Joseph Mancy ile La Rochelle’ye yerleşti.

Sartre 50 yaşlarındayken yazdığı otobiyografisinde, 43 yaşındaki üvey babasının derin bir anlatım gücü olduğunu anımsadığını yazıyor. “Annem, üvey babama aşık olduğu için evlenmedi… cana yakın bir insan değildi üvey babam… Siyah bıyığıyla uzun, ince bir adamdı… Pürüzlü bir cilt. Çok büyük bir burun”. Otoriter ve burjuva olan Mösyö Mancy, kötü üvey baba rolü için idealdi. Zengindi ve zenginliğini yansıtan bir konakta yaşıyordu. Kasabada tanınan bir kişiydi. Joseph Mancy yerel Delaunay Belliville tersanelerinin yönetim kurulu başkanıydı. İşini eski modakapitalist tarzda yürütüyordu. İşten sonra her akşam üvey oğlunu ön salona çağırtır ve ona ekstra geometri ve öbür dersleri verirdi. Mösyö Mancy’nin, bu genel tutumla, eğitimde ortadoks yaklaşımı tercih ettiği anlaşılıyor. Sürekli yanlış cevaplar verme bir tokatla sonuçlanabilirdi. Bu süre içerisinde, Paris işi zarif golf pan¬tolonuyla küçük ukalâ, lisede, daha az zarif giyinen arkadaşları tarafından alay fısıltılarıyla karşılandı. Bu durum kendine güven¬mesine ve içine kapanmasına sebep oldu. Sartre kabadayıların sindirebileceği biri değildi. Güçlü egosu, zihnini tam bağımsız bir şekilde geliştirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir