Paul Strathern – 90 Dakikada Schopenhauer

Modern felsefe çağı Descartes ile başlamıştır. Descartes her şeye kuşku ile yaklaşmış ve bilgi birikimimizi tek bir kesin bilgi ile sınırlandırmıştır: “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım). Ne yazık ki ardından da hiçbir şey olmamışçasına bilgi birikimimizi yeniden aynı şekilde inşaa etmeye çalıştı. Onun ardından İngiliz empiristler – Locke, Berkeley ve Hume – benzer bir yıkıcı süreç başlatarak kendi dönemlerindeki dogmaları ‘Bilgi sadece deneyim yoluyla oluşur’ iddiasıyla çürütmeye çalıştılar. Hume bu düşünce akışını sonuçlandırdığında in­ sanlığın harika bilgi yapısından geriye sadece bir enkaz kaldı. Hume yaşadıklarımızın, felsefi bakımdan zorunlu vargılara izin vermeyen kaotik sezgilerden başka bir şey olmadığına dair güçlü argümanlar geliştirdi. Bir filozof felsefeyi temellerinden yoksun bırakmıştı işte bu abeslik Kant’ı kendi deyişiyle o meşhur “dogm atik uykusundan” uyandırdı. Kant empirizme karşı onun etkisi altında kalmadan mücadele etti ve felsefi sistemlerin en büyüğünü yarattı. Kant’ın sistemiyle karşılaştırıldığında Hegel’in garip sistemi yüce olandan gülünç olana doğru atılmış bir adımdı. Çağdaşı Schopenhauer bu sistemi yakışık alır bir küçümsemeyle karşılamıştır. Schopenhauer bilgi kuram ı açısından K ant’çıydı. Bu onun felsefesinin bir yanıdır. Fakat Kant aynı zamanda güzellik ve yücelik dolu bir ahlak sistemi de yarattı. Ona göre dünya ahlaki bir temel üzerine kuruluydu. Söylenenlere göre son sözleri “iyidir” oldu.


Dünyanın anlamını irdeleyen ve son büyük eseri olan kitabını şu tümcelerle tam am ­ ladı: “Üzerinde düşündükçe iki şey ruhumu daima yeni ve giderek artan bir hayranlık ve saygı ile dolduruyor: Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.” İlerleyen bölümlerde de göreceğimiz gibi, Schopenhauer bu konuda tamamen farklı görüşteydi. Schopenhauer (1788-1860) Schopenhauer ile tekrar gezegenimize dönüyoruz, hemde her iki ayağımızın üzerine basarak. Schopenhauer insan olarak türünün çekilmez örneklerinden biriydi, ancak yazıları olağanüstü güzelliktedir. Platon’dan bu yana gelmiş geçmiş en iyi üsluba sahip kişidir, düşüncelerini çok ateşli ve canlı bir şekilde yazıya dökmüştür. Sokrates’ten bu yana hiçbir felsefe, yaratıcısının kişiliğinden bu kadar izler taşımadı. Ancak unutulmaması gereken bir şey var: Kağıt üstünde akıllıca duran, olgulara derin bir bakış getiren ve tüm saçmalıklara son veren düşünceler gerçek yaşamda sa- vunulduklannda çoğunlukla alaycı, bencil ve saldırgan oldukları izlenimini veririler. Komedyenlerin pek azı aynı zamanda “harika insan” olarak şöhret yapmıştır ve komik felsefeci az bulunuyor diye onları bu kuralın dışında tutamayız. (Sokrates, karısı Xanthippe’nin kendisi hakkında yaptığı yorumlar günümüze aktarılm adığı için çok şanslı.) Ancak Schopenhauer’i ilginç kılan başka bir şeydi. “Karamsarlığın Filozofu” olarak tanımlanıyor olması tesadüf değildir. Birçok büyük filozofta, en iyi davranışlarını sergiledikleri ve bizden de aynı şekilde davranmamızı bekledikleri duygusuna kapılırız. Onlarda her şey çok ciddi ve ahlaklıdır (Hume bile felsefeyi demonte ettiği halde çok ciddiye alır). Schopenhauer ise dünyayı ve içindeki yaşantımızı kötü bir şaka olarak algıladığını saklamaz. Bu açıdan bakıldığında dünyanın durumunu ona iyimserlik veya teleolojik açıdan yaklaşanlara göre çok daha gerçekçi bir biçimde betimlemiştir kuşlmsuz.

Schopenhauer’in karamsarlığı yüzyıllarca süren hristiyanlığın ve rasyonalizmin pedagojik bilgiçliğinden sonra çok ferahlatıcıydı. Ancak Schopenhauer’in karamsarlığı onun “Kaderimiz dünyanın umurunda değil” iddiası ile sınırlıdır; dünyanın bizleri kasıtlı olarak hayalkırıklığına uğrattığını söylemedi. Stoacılar, bu korkunç dünyanın tüm kötülüklerine karşı insanın kendisini sarsılmaz bir iç huzurla bağışık hale getirmesi gerektiğini öğütlediklerinden beri böyle şeyler sesli bir bi­ çimde dile getirilmemişti. Schopenhauer aynı yaraya parmak bastı, ancak çok daha dünyevi ve mücadeleci kalarak. Ayrıca bedenini ve bedensel hazları köklü bir şekilde inkâr edemeyecek kadar da bencildi (Buna rağmen o, kendisini örnek bir çileci olarak gördü). Schopenhauer’in popülerliği bu çelişkisinden de kaynaklanıyor. Bu çelişki tüm hayatı boyunca çözemediği bir iç çatışmayı yansıtıyor. Arthur Schopenhauer 22 Şubat 1788 yılında günümüzde adı Gdansk olan Danzig’te doğdu. Körfezin diğer tarafında kendisine örnek aldığı Kant yaşıyordu. Schopenhauer’in babası tüccardı ve köklü bir patrisyen ailesinden geliyordu. Annesi sanatsal çabalarını kocasının ölümüne dek bastırm ak zorunda kalan hayat dolu bir kadındı. Schopenhauerler kendilerini dünya vatandaşı kabul ediyorlardı ve bu nedenle oğulları için hem Almanca’da, hem Fransızca’da hem de İngilizce’de aynı şekilde yazılan Arthur ismini seçtiler. Yabancıları sevdiklerini pek söyleyemeyeceğimiz PrusyalIlar 1793 yılında Danzig’i işgal ettiklerinde, baba Schopenhauer kenti terk ederek işi ve ailesiyle beraber serbest ticaret kenti Hamburg’a ta ­ şındı. Schopenhauerler burada kentin eski ve güzel tüccar evlerinden birinde, Neuer Wandrahm 92 adresinde, yüksek kulesi Hamburg’un sembollerinden biri olan Katharinen kilisesinin karşısında yaşadılar. Yeni evleri, içinde konuk yemek masası da bulunan kartonpiyerli bir balo salonunu barındıracak denli heybetliydi.

Evin arka cephesinde büyük ambarlar bulunuyordu. Bunlar kanala dek uzanırdı ve yük sandalları burada boşaltılırdı. Kentin varlıklı insanlarının yaşadığı bunun gibi birçok ev vardı. Bu evler onlara ağırbaşlı, oturaklı ve saygın tarzlarını uygulama imkânı sunuyordu. Kısacası, Schopenhauerlerin evi rahat bir yuva olmaktan uzaktı ve küçük Arthur az sevgi gören (ve sonunda buna da hiç gereksinimi kalmayan) çok bilmiş, ukala bir çocuk olup çıkmıştı. On yaşma geldiğinde A rthur ailesi tarafından iki yıllığına Fransa’ya gönderildi. Burada, Le Harve kentinde yaşayan, babasının bir iş arkadaşının evinde kaldı. Eviıi oğlu Anthime ile arkadaşlık kurdu ve onu manevi kardeşi olarak algıladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir