Reşat Nuri Güntekin – Yesil Gece

Maarif Nezareti Tedrisat-ı iptidaiye Birinci Şube Müdürü Basri Bey koskoca bir idadi müdürünün bu cehaletini aklına sığdıramadı. Kara sakalının seyrek kılları arasından ablak yanaklarının kızardığı görülüyordu. Başını ve omuzlarını kaldırıp iki elinin parmaklarını piyano çalacak gibi bir vaziyette yazıhanenin kenarına koyarak bağıra bağıra söylenmeye başladı: – Ne buyurdunuz, ne buyurdunuz? Sakın yanlış işitmiş olmıyayım! Müsellem olan irfanınıza rağmen bu kadar basit bir meselede bu derece azîm zühule kapılmanıza doğrusu hayret ettim. Tarifiniz birkaç cihetten muhtac-ı tenkiddir. Evvela, şunu biliniz ki, uskumru dolması asla ve kat’a balıktan yapılmaz. Saniyense uskumrunun içi bıçakla oyulmaz… Kabak mi yahu, bu balık? Bu balık teşbihini kendi de beğenmişti. Vücudu gevşedi ve başını arkaya bırakarak gevrek kahkahalarla uzun uzun güldü; sonra önündeki kâğıt yığınının arasından yassı bir cetvel tahtası bulup çıkararak devam etti: – Bak, şimdi bir de bendeniz tarif edeyim. Hatırınızda kalmazsa karnenize not buyurun. Şu cetveli uskumru farz buyurun. Balığı şöyle elinize alırsınız. Evvela başından, sonra ta kuyruğundan kırarsınız… Saniyen şu vaziyette iki avucunuzun arasına yatırırsınız… Başlarsınız oğuşturmaya… Ancak, pek fazla sıkarsanız balığın karnı deşilir. Bu minval üze- re uskumruyu bir hayli yumuşattıktan sonra… Basri Bey birdenbire sözünü kesti, camekânlı bir bölme ile kalem odasından aynJan ve ancak makam yazıhanesiyle, bir evrak dolabı ve ziyaretçiler için iki iskemle alabilen minimini odasının aralık kapısına gözlerini dikti. Koridorun karanlığında iki gözlük camının parladığım görmüştü. – Kim var orada? diye bağırdı. Titrek bir el, kapının kenarına iki defa tereddütle vurdu ve içeriye eski redingotlu, sarı meşin potinli, mavi atlas gömlekli yirmi beş, otuz yaşlarında zayıf bir adam girdi.


Hafif çiçekbozuğu bir yüzü, ince, kara bir sakalı vardı. Kapanmış bir sıraca yarası boynunu hafifçe sağa çarpıtmıştı. Redingotunun gevşemiş düğmesini ilikleyip fesini düzelttikten sonra yerden temenna etti; kapının yanında durdu. Şube Müdürü, maarifle pek az alâkası olan bir meseleden bahsederken yakalandığına kızmıştı. Aynı sert sesle sordu; – Kimsin, ne istiyorsun? Sakallı genç, bir kere daha temenna ettikten sonra alçak sesle: – Kullan, Darülmuallimin bu sene mezunlarındanım, dedi. Dün çekilen kur’ada talihin bir acayip cilvesine uğradım. Hiç istemediğim bir yere düştüm. Lütuf ve kereminize ilticaya geldim. Basri Bey, birdenbire çıldırmış gibi masaya bir kuvvetli yumruk indirdi ve avaz avaz bağırmaya başladı: – Allahım, bu Darülmualliminlileri beni kudurtsunlar diye mi halkettin? Bu, kaçıncı bu?. Dünden beri hiç değilse otuz kişi geldi. Söyleye söyleye dilimde tüy bitti. İstanbul yok. Ya tayin edildiğiniz yere gideceksiniz, ya istifa. Anlaşıldı mı? Ellerini ve gözlerini sıvalan çatlamış kirli tavana kaldırarak devam etti: – Ulular ulusu Yarabbim… Şunların üç, beşini eksik yaraîaydın da kalan malzeme ile kafalarına biraz iz’an, yüreklerine biraz insaf sokaydın. Tövbe tövbe Yarabbim.

Bu adamlar, insanı küfürbaz edip günaha sokuyorlar. Yeni gelene yer vermek için iskemlesini biraz yana çekmiş olan idadi müdürü gülmeye başlamıştı. Basri Bey, bu defa ona hitap etti: – Nûr-i dîdem kardeşim. Sana anlatayım da sen hak ver. Devlet, bu adamları yıllarca yedirip içiriyor, giydirip kuşatıyor. Cenab-ı Hakkın Hazret-i Âdem Aleyhisselâmı topraktan halkedebilmesi gibi hiç yoktan âdem suretine sokup ortaya çıkarıyor. Ve her birini liyakatlerinin on kat fevkinde müstevfa maaşlarla evlâd-ı memleketi tenvire memur ediyor. Gel gelelim daha kendileri gaflet uykuları içinde. Kendi âdem olmayan gayri nasıl âdem eder? Yahu, bu söz, manzum düştü. Öyle ya “Kendi âdem olmayan gayri nasıl âdem der.” “Failâtün, failâtün, failâtün, fâilün”… Güzel değil mi? Biraz evvelki balık ve kabak teşbihi gibi kendiliğinden gelen bu mısra da Basri Beyi memnun etmiş ve ölkesini bir dereceye kadar yatıştırmıştı. Mısraı önündeki sigara kutusunun altına kaydederek devam etti: – Ne söylüyordum efendim? Ha, evet… Bunlara liyakatleri fevkinde vazife verilir. Fakat heyhat ki, efendim nerede, ben nerede? Hiç birisi tayin edildiği yerden memnun olmaz. “İstanbul da İstanbul” diye asılır… Hani bir sekiz, on elli ahtapotlar vardır… Bir elini kesersin ötekileriyle yapışırlar. Bu adamlar da keenne o ahtapotlar… İstanbul’dan çıkarabilirsen aşkolsun… Nezaret-i Celile bunlardan biraz oldu ve kur’a usulünü ihdas etti.

Dün kur’alar çekildi. Bu sene mezunlarının beşi İstanbul’a, otuz ikisi de vilâyetlere tefrik olundu. Efendim, dünden beri bir hücumdur başladı. Hiçbiri kendine düşen yerden memnun değil. Hepsi lütuf ve atıfetinize sığınırlar. Hatta gadirden ve haksızlıktan şikayete cüret edenler oldu. Düşününüz birader… Kur a usulüyle yapılan işte gadir nasıl mevzuubahis olur. Güya Nezaret-i Celile iltimasların parmaklarına birer çift göz takıvermiş de oniar da torbadaki kâğıtları okuyup okuyup öyle seçmişler… Zehiy gaflet!. Kapı ile yazıhanenin arasındaki daracık yerde sıkıntı- dan redingotunun düğmeleri ve etekleriyle oynayan sakallı adam, Şube Müdürünün bu gözlü parmaklar teşbihi üzerine attığı yeni bir kahkahadan ve onu takibeden uzunca bir öksürükten istifade etmek istedi ve yeni bir bağırıp çağırma faslının başlamasına meydan vermemek için acele acele: – Maruzat-ı hakiranemi lütfen dinlerseniz… diye dert anlatmaya çalıştı. Fakat Basri Bey, yine bir el hareketiyle onun sözünü kesti. Yalnız, bu defa ses ve hitap tarzı tamamıyla değişmiş, fakir kıyafetli Darülmualliminliye karşı müşfik, hayırhah bir baba tavrı almıştı: – Oğlum, evlâdım, nûr-i aynım, biz, keenne sizin pederleriniz makamındayız. Şu İstanbul sevdasından vazgeçin. Hemen harcırahınızı alıp makam-ı memuriyetinize gidin. Size isabet eden yer aranmakla bulunmaz bir yerdir. Ab-ü havası, menazır-ı tabiiyesi fevkalâdedir.

Ahalisi melek gibi insanlardır. Fevkalâde imtizaç edemeyecek olursanız bana yazarsınız. Hemen bir yolunu bulup sizi terfian İstanbul’a aldırırım. İstanbul, kaçmıyor ya… Saye-i Peygamberde daima sancağımız altındadır. Gideceğin yer de mübarek, ucuz bir yerdir. Beş, on para sahibi olur, kılığını, kıyafetini düzeltirsin. Sakallı genç, dayanamadı: – Kim olduğumu, nereye tayin edildiğimi biliyor musunuz ki gideceğim yerin iyi olduğunu temin buyuruyorsunuz? diye sordu. Basri Bey, birdenbire şaşaladı: – Nereye mi tayin edildiniz? Şu şeye tayin edilmediniz mi canım? diye kekelemeye başladı. Fakat içinden çıkamayacağını anladı, yüzüne hemen hemen sevimli bir eda veren saf bir kahkaha kopardı. Karşısında oturan misafirine: – Hayat-ı memuriyette sakalımızı ağartmaya başladık. Hâlâ şu duruğ-i maslahatâmize kendimizi alıştırmadık, dedi. Yalan söylemeden insanları idare etmek kabil olmuyor birader. Hani gelinlik kızları nasıl süslerler. Biz de münhal memuriyetleri öyle süsleyip püslemeye alıştık. Ne yaparsın nûr-i aynım, kimse beğenip almıyor.

Dünden beri Darüimualliminlilere tayin edildikleri yerleri sena etmeye makine gibi alıştık da… Pişkin kahkahalarına rağmen Basri Beyin utandığı, seyrek sakallarının altından yanaklarının elma gibi kızardığı görünüyordu. Sakallı genç, cesaretlenmişti. Gülümseyerek: – Beyefendi hazretleri, dedi, sözleriniz zan ve tahmin buyurduğunuzdan çok daha isabetlidir. Taşradaki memuriyetlerin en kötüsü fikr-i âcizanemce Istanbul’dakilerin en iyisinden daha iyidir. Basri Bey, hayretle baktı: – Şu halde niçin itiraz ediyorsunuz? – Bendeniz itiraz etmedim ki… Henüz ağzımı açmama müsaade buyurmadınız. – Canım, kur’ada talihin bir acayip cilvesine uğradım, diyen sen değil miydin Allahaşkına? Sakallı genç, artık güldüğünü saklamaya lüzum görmüyor, gözlüğünün arkasında silik ve mütevazi şahsından umulmayacak kadar parlak ve zeki gözlerle bakıyordu: – Bendeniz, taşraya değil, İstanbul mekteplerinden birine tayin edildim. Şikâyetimin sebebi bu… Basri Bey, hayretinden elindeki cetveli yere attı: – Fesuphanallah… Bir yaşıma daha girdim. İnsan kılığında bunca yıldır bu makamı işgal ediyorum… “Beni İstanbul’a tayin ettiler” diye şikayete geleni ilk defa görüyorum. Demek sen, sen kendi arzunla taşrada memuriyet almak istiyordun da talihine İstanbul çıktı. İşte istihza-yı sükûn diye buna derler. – İstirhamım çok basit… Neresi olursa olsun razıyım. Elverir ki İstanbul hudutları dışında olsun. – Arkadaş, ben, bu işi çok merak ettim. Gel bana şunun hikmetini izah et. Sakallı genç, boynunu büktü, pencereden uzaklara bakarak söylenmeye başladı: – Biz kim, İstanbul kim? Taşraya gidersek belki adam sırasına gireriz.

Hele bazı köyler vardır… Ben Anadolu’yu iyi bilirim. Ahalinin kılık kıyafeti öyledir ki fakiri görseler: “Yeni güvey midir? Miras mı yemiştir; yoksa bir yerden mi çalmıştır?” diye şaşırırlar. Basri Bey: – Yahu, Molla, sen, cevherli bir delikanlıya benziyorsun. Ne halâvetli bir natıkan var. Senin arkadaşlarınla da müşerref oldum. Mübarek çocuklar içinde fail ve me f ulü yerine münsecim lakırdı söyleyenine rastgelmedim. – Yok efendimiz yok. Aralarında değerli gençler vardır. Bendeniz fi tarihinde biraz vaizlik ettim de… – Ne diyorsun?. – Fakir, Darülmualiimine girmeden evvel medrese tahsili gördüm. Ramazan aylarında cerre çıkardım. Basri Bey, memnuniyetle: – Yaü ! dedi, tevekkeli değil… Görüştüğümüze memnun oldum. Gel arkadaş, otur bakalım şöyle. Bir enfiye çeker miyiz? “Ehl-i dil birbirini bibnemek insaf değil.” Sakallı genç.

gösterilen yeri ve uzatılan kutuyu nezaketle reddetti: – Müsaade buyurun beyefendi. Zâtıaliniz mürüvveten istirhamımı kabul buyurursanız. – Peki, Molla, peki, senin elinde istanbul gibi yer olduktan sonra elini öpenle becayiş ettirir, hatta, istersen üç, beş lira peştemaliye de alabilirsin… – Arkadaşlarımdan biri “Sarıova” sancağına tayin edilmiş. Gitmek istemiyor. Bana becayiş teklif etti. – Pek münasip hocam, pek münasip. Aramakla bulunmaz bir yer… Sanova çok mübarek bir kazadır. Ulema ve fu~ zalâ yatağıdır. – Bizim arkadaş da orasının buyurduğunuz gibi olduğunu söylüyordu. Takriben on iki haneye bir cami, mescit veya medrese isabet edermiş. Belediye, geceleri sokak feneri yaktırmazmış. Sokaklar evliya kandilinden şenlik gecesi gibiymiş. Basri Bey, belli belirsiz içini çekerek: Kalmış mı öyle yer şimdi? dedi. Herhalde öyle züppelerin barınacağı bir kasaba değil. – Arkadaşım da öyle söylüyor.

Mekteplere gelen minimini iptidai talebelerine sarık sardırırlarmış… “Ben orada nasıl yaşarım?” diyor. – Çocukların sarığından ona neymiş? Bak yediği naneye çapkının? Fakat herhalde sen, orada rahat edersin. Hatta senin yerinde olsam sarık sararım Molla. Yarın arkadaşınla beraber gel. İşini bitireyim. Çabucak emrini çıkartayım. – Allah ömürler versin. – Senin ismin ne Molla? – Ali Şahin. — Pekâlâ hocam… Uğurlar olsun. Şahin Efendi, yerden bir selâm vererek odadan çıktı. Merdivenleri inerken memnuniyetinden gülümsüyordu. Kapıda muallimlerden biriyle karşılaştı: – Muallim – Nasıl oldu Şahin Efendi? diye sordu. Eski medreseli, gülümseyerek cevap verdi: – Duanız berekâtiyle istediğimden âlâ bir yere gidiyorum. İzmir’deki Sanova’ya. Sokakları kırmızı evliya kandilleriyle, çocuklarının başı yeşil sarıklarla donanmış bir softa yatağı… Hasan Cemal’i tayin etmişlerdi.

Kabul etmedi. Maamafih, çok isabet oldu. Hasan Cemal, ateşli bir inkılâpçıdır. Fakat softalarla uğraşacak yaradılışta bir genç değildir. Softa ile ancak softa uğraşabilir. Talih, yardım ederse yakında Sarıova belediyesini bazı fuzulî masraflara sokacağım. – Ne gibi? Şahin Efendi, büyük bil sır söyler gibi ağzını muallimin kulağına yaklaştırdı: – Sokaklarda türbe kandillerini söndürteceğim. Belediye, onların yerine fener yaktırmak mecburiyetinde kalacak. Maamafih, buna mukabil ahali de mühim bir masraftan kurtulacak. – !!!??? – Sekiz, on yaşında sümüklülere satın aldıkları sarık masrafından.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir