Roald Dahl – Amcam Oswald

Oswald Amcamı bir kez daha anmak istiyorum. Amcam, yani müteveffa bilgiç, çelebi; örümcek, akrep ve baston kolleksiyoncusu; opera aşığı, Çin porselenleri uzmanı, çapkın ve hiç kuşkusuz tüm zamanların en büyük baştan çıkarma uzmanı Oswald Hendryks Cornelius’tan söz ediyorum. Böyle bir şöhretin rakipleri, Oswald Amcamın siciliyle karşılaştıklarında ne yazık ki çok gülünç durumlara düşebilirler. Özellikle de zavallı ihtiyar Casanova. Bu yarışmada, cinsel organıyla çok ciddi sorunları olan bir adam gibi kalıyor. Oswald’ın güncelerinin küçük bir bölümünü bastırmak üzere ortaya çıkarttığım 1964 yılından bu yana onbeş yıl geçti. O dönemde özellikle kimseyi gücendirmeyecek birşey seçebilmek için çok uğraştım ve o ünlü hikayeyi, -hatırlarsanız- amcam ve cüzzamlı kadının Sina Çölündeki cinsel ilişkisini anlatan o zararsız ve önemsiz öyküyü yayınlatmıştım. Buraya kadar her şey yolunda gitti. Ama ikinci bir bölümü seçmeyi göze almak için tam on yıl bekledim. Ve bir kez daha, en azından Oswald Amcanın standartlarına göre, rahibin kasaba kilisesinin Pazar Okulu’nda okuyabileceği türden bir öykü seçmeye özen gösterdim. Bu öykü, bir erkek tarafından koklandığında, önüne çıkan ilk kadına derhal tecavüz etme isteği uyandıran bir parfümün bulunmasıyla ilgiliydi. Bu değersiz konunun yayınlanmasından ötürü, önemli bir dava açılmadı. Ama farklı tipte tepkiler oldukça fazlaydı. Posta kutum, Oswald’ın sihirli parfümünün bir damlası için yalvaran yüzlerce kadın okuyucunun mektuplarıyla tıkanmıştı. Aynı zamanda sayısı belirsiz erkek de aynı istekle yazdılar; sevimsiz bir Afrikalı· diktatör, solcu bir İngiliz Bakan ve Papalık’tan bir kardinal.


Bir Suudi Arabistan prensi, İsviç7 re’de oldukça yüksek bir para önerdi, Amerikan Haberalma Örgütü’nden siyah elbiseli bir adam, bir akşamüzeri içi yüz dolarlık banknotlarla dolu bir çantayla geldi. Oswald’ın parfümü, dünyadaki bütün Rus devlet adamları ve diplomatlarını bir uzlaşma noktasına getirmekte kullanılabilirmiş ve dostları bu formülü satın almak istiyormuş. Ne yazık ki, elimde bu sihirli sıvının bir damlası bile yoktu ve konu böylece kapandı. Bugün, parfüm öyküsünün yayımlanmasından beş yıl sonra, insanlara amcamın hayatına yeniden ufak bir göz atma izni vermeye karar ve�dim. Bu bölümü, amcamın kırküç yaşında ve yaşamının en iyi yıllarında olduğu 1938’de yazılan XX. ciltten seçtim. Bu bölümde, bir sürü önemli addan söz edilmişti ve tabii ki Oswald’ın yazdıklarının aileleri ya da arkadaşlarını rahatsız etme olasılığı oldukça büyük. Bu konuyla ilgisi olanların bana hoşgörülü davranmalarını ve kötü bir amacım olmadığına inanmalarını diliyorum. Çünkü bu belgeler oldukça bilimsel ve tarihi bir önem taşıyor. Günışığına çıkmaması bir trajedi olabilirdi. İşte Oswald Hendryks Cornelius’un, güncelerinin XX. Cildinde yazdıkları: Londra, Haziran 1938 Staines’ deki Lagonda fabrikalarını, tatmin edici bir inceleme gezisinden az önce döndüm. W.O.Bentley beni öğle yemeğine davet etti (Somon balığı ve bir şişe Montrachet) ve yeni V12’min ekstralarını tartıştık.

Bana Mozart’ın So11 gia mille e Tre’sini kusursuz tonda çalacak bir korno takımı söz verdi. Bazılarınız bunun çocuksu bir fantezi olduğunu düşünebilirsiniz, ama bu alet her düğmeye basışımda bana, güzel ihtiyar Don Giovanni’nin 1003 etli butlu İspanyol kızını baştan çıkarışını anımsatacak. Bentley’e, koltukların yavru timsah derisiyle döşenmesini ve panel tahtalarının porsuk ağacıyla kaplanmasını söyledim. Neden mi porsuk ağacı? İngiliz porsuk ağacının rengini ve damarlarını bütün öbür ağaçlara 8 tercih ettiğim için. Ama şu W. O. Bentley ne müthiş bir adam. Oniı kendi safına alması Lagonda için ne büyük bir zafer. Dünyanın en mükemmel arabasını çizen ve Ôna adını veren bu adamın kendi şirketinden uzaklaşmaya zorlanması ve rakiplerinin kollarına itilmesi çok üzücü. Demek oluyor ki, artık yeni Lagonda’lar benzersiz olacak ve ben de başkıi. bir marka arabaya binemeyeceğim. Ama bu iş hiç de ucuz olmayacak. Bir otomobile ödenebileceğini düşündüğüm fiyatın binlerce pound fazlasını Qdemek zorunda kalacağım. Ama parayı düşünen kim? Ben’ değilim; çünkü her zaman çok param oldu. İlk yüzbin poundumu onyedi yaşımdayken kazandım, sonraları da çok daha fazlasına sahip oldum.

Bunu söylerken, güncelerimde nasıl zengin olduğumu hiç açıklamadığımın farkına vardım. Belki de bunu yapmanın zamanı geldi. Sanırım geldi. Bu yüzden, bu günceler, baştan çıkartma ve cinsel ilişki zevklerinin bir tarihçesi olarak düzenlenmiş olsa bile, biraz da para kazanma sanatı ve ondan alınan zevklere değinilmedikçe eksik kalacaktı. · O halde tamam, dedim kendi kendime. Bir an önce size nasıl para kazanmaya başladığımı anlatacağım. Fakat bu bölümü atlayıp daha çekici konulara geçme eğiliminde olan bazılarınıza, bu sayfalardan da bol bol yararlanabileceklerini söylemeliyim. Zaten başka türlü olamazdı. Büyük servetler, miras yoluyla kalmamışsa, çoğunlukla dört yoldan elde edilirler: hileyle, yetenekle, içgüdüsel kararlarla ya da şansla. Benimki bu dördünün de karışımıydı. İyi dinleyin, ne dediğimi anlayacaksınız. 1912 yılında, daha onyedi yaşımdayken, Cambridge’teki Trinity Kollejinde fen bilimleri bursu kazandım. Oldukça erken gelişmiş bir gençtim ve sınava zamanından bir yıl önce girdim. Ama Qnseldz yaşıma gelmeden Cambridge beni kabul etmiyordu. Bunun sonucu da hiçbir şey yapmadan geçirebileceğim oniki ayımın olmasıydı.

Babam, bu süreyi, Fran9 sa’ya gidip yabancı dil öğrenerek geçirmem gerektiğine karar verdi. Kendi adıma ben, bu müthiş ülkede bir yabancı dilden daha fazlasını öğrenebilmeyi umuyordum. Daha şimdiden Londra sosyetesinin genç kızlarıyla zamparalık ve sefahat zevklerimi geliştirmeye başlamıştım. Ve yine daha şimdiden bu genç İngiliz kızlarından biraz sıkılmıştım bile. Oldukça ruhsuz bir kuşak olduklarına karar vermiştim; yabancı tarlalardan birkaç demet çiçek devşirmek için sabırsızlanmaktaydım. Özellikle Fransız tarlalarından. Paris’li dişilerin aşk yapma eylemleri hakkında, Londralı kuzinlerinin akıllarından bile geçiremeyecekleri birkaç şey bildiklerine dair güvenilir bilgiler edinmiştim. Söylenti oydu ki, çiftleşme sanatı İngiltere’ de daha emekleme aşamasındaydı. Fransa’ya gitmeden bir gece önce, Cheyne Walk’daki aile evimizde küçük bir parti verdim. Evin bana kalması için annemle babam saat yedide akşam yemeğine dışarı çıktılar. Her iki cinsten, bir düzine kadar arkadaşımı davet ettim. Saat dokuza doğru haşlanmış kuzu eti ve meyveli çörek eşliğinde şarap içip söyleşerek hoşça vakit geçirmeye başlamıştık. Ön kapının zili çaldı. Açmaya gittim, kapıda kocaman bıyıklı, koyu kırmızı tenli, domuz derisi bir valiz taşıyan orta yaşlı bir adam durmaktaydı. Kendini Binbaşı Grout olarak tanıtarak babamı sordu.

Dışarıda yemekte olduğunu söyledim. “Allah Allah,” dedi Binbaşı Grout. “Beni evinizde kalmaya davet etmişti. Ben eski bir arkadaşıyım.” “Babam unutmuş olmalı,” dedim. “Çok özür dilerim. İçeri buyurun.” Yan odada parti sürüp giderken, Binbaşıyı çalışma odasında Punch dergisiyle yalnız başına bırakamazdım, bu yüzden bize katılmak isteyip istemediğini sordum. İstiyordu. Çok sevinecekti. Ve böylece içeri girdi, bıyığıyla birlikte. Herkesten en az üç kat yaşlı olmasına rağmen, aramıza rahatça yerleşiveren, neşeli, canlı bir adamdı. İştahla kuzudan atıştırdı ve ilk onbeş dakika içinde bütün bir şişe kırmızı şarabı yuvarladı. 10 “Çok lezzetliydi,” dedi. “Daha şarap var mı?” Bir şişe daha açtım; onu da boşaltmaya koyulmasını hepimiz hayranlıkla izledik.

Yanakları, kırmızıdan koyu bir mora dönüştü, burnu ise tutuşmuş gibiydi. Üçüncü şişenin yarısında çenesi açılmaya başladı. İngiliz-Mısır Sudan’ında çalıştığını, izinli olarak geldiğini söyledi. Sudan sulama hizmetlerinde çalışıyordu, işi oldukça heyecanlı ve güçtü. Ama çok ilgi çekiciydi. Eğlenceli. Bilirsiniz. İnsan sopayı elinde tuttuğu sürece Ortadoğulular pek bir sorun çıkarmıyorlardı. Çevresine toplanmış, uzak ülkelerin bu mor yüzlü adamını pek de fazla ilgilenmeden dinliyorduk. “Harika bir ülke bu Sudan,” dedi. “Çok büyük. Çok uzak. Gizemlerle ve gizlerle dolu. Size Sudan’ın en büyük gizlerinden birini anlatmamı ister miydiniz?” “Hem de nasıl,” dedik. “Evet, lütfen.

” “En büyük gizlerinden biri,” dedi bir bardak şarabı daha yuvarlayarak, “yalnızca yerlilerin ve benim gibi uzun süredir orada kalmış birkaç yabancının bildiği Sudan Kabarcık Böceği adı verilen küçük bir yaratıktır. Ya da doğru adını söylemek gerekirse, cantlıaris vesicatoria sudanii.” “Yani bokböceği mi?” “Tabii ki hayır,” dedi. “Sudan Kabarcık Böceği, kanatlı bir böcektir. İki santime yakın boyda, uçan bir böcektir. Yeşil altın rengi parlak kabuğuyla görünümü çok güzeldir.” “Gizemli olan yanı ne?” diye sorduk. “Bu küçük böcekler,” dedi Binbaşı, “yalnızca Sudan’ın belirli bir bölgesinde bulunurlar. Bu Hartum’un kuzeyinde 20 kilometre karelik bir bölgedir ve Haşab adı verilen ağaçlar bu bölgede yetişir. Bu böcekler Haşab ağacının yapraklarıyla beslenirler. Hayatlarını bu böcekleri aramakla geçiren insanlar vardır. Böcek avcıları denir onlara. Bunlar, bu küçük vahşi yaratıkların bulundukları yerleri ve alışkanlıklarını iyi bilen keskin gözlü yerlilerdir; onları yakaladıktan sonra öldürüp güneşte kurutur, sonra da ince bir toz haline gelene dek ezerler. Bu toz yerliler arasında çok değerlidir; genellik11 le ustaca yapılmış küçük Böcek Kutularında saklanır. Kabile reislerinin Böcek Kutuları gümüştendir.

” · “Peki,” dedik; “bu tozla ne yaparlar?” “Onunla ne yapıldıği değil,” dedi Binbaşı, “onun size ne yaptığıdır önemli olan. Bu tozun küçücük bir zerresi, dünyadaki en güçlü cinsel uyarıcıdır.” “İspanyol Sineği!” diye bağırdı birisi. “İspanyol Sineği bu!” “Eh, pek değil,” dedi Binbaşı. “Ama doğru yoldasın. Bilinen İspanyol Sineği, İspanya’da ve Güney İtalya’da bulunı,ır. Benim söz ettiğim Sudan Sineği ise aynı aileden olmakla birlikte, tümüyle farklı bir tür. Bilinen İspanyol Sineğinden aşağı yukarı on kat daha güçlü. Bu küçük Sudan’lı dostumuzun yarattığı etki öylesine müthiş ki, ufak dozlarda kullanılması bile çok tehlikeli.” “Peki, onu.kullanıyorlar mı?” “Ooo, evet. Hartum ve kuzeyindeki tüm yerliler bu böceği kullanırlar. Beyazlar, onu tanıyanlar, çok tehlikeli olduğunu bildiklerinden uzak durmayı yeğlerler.” “Siz kullandınız mı?” diye sordu birisi. Binbaşı soruyu sorana baktı ve kocaman bıyığının altından hafifçe gülümsedi.

“Bu konuya biraz sonra geliriz, olmaz mı?” dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir