Roald Dahl – Kancık

Kapının zili çaldığında Anna mutfakta ailenin akşam yemeği için Boston marulu yıkıyordu. Zil tam lavabonun üstündeki duvarda olduğundan yakınındaysa her seferinde onu zıplatmayı başarırdı. Bu nedenle ne kocası ne de çocuklar zil çalarlardı. Bu kez çok hızlı çalmıştı, Anna da çok hızlı zıpladı. Kapıyı açtı, dışarıda iki polis duruyordu. Soluk balmumsu suratlarıyla ona baktılar, bir§eyler söylemelerini bekleyerek o da onlara baktı. Anna bakıp duruyordu, ama adamlar ne bir şey söylediler ne de bir hareket yaptılar. Öylesine kımıltısız, kaskatı dikiliyorlardı ki, şaka olsun diye birinin eşiğe diktiği iki balmumu heykel gibiydiler. ikisi de miğferini iki eliyle önünde tutuyordu. “Ne var?” İkisi de gençti, dirseklerine kadar gelen deri eldivenler giymi§ lerdi. Arkalarında kaldırımın kenarına yaslanmış devasa motosikletlerini ve onun dört bir yanına düşen, kaldırım boyunca uçuşan ölü yaprakları görebiliyordu; sokak berrak, rüzgarlı bir eylül akşamının sarı ışığında baştan aşağı pırıl pırıldı. Polislerden uzun boylusu huzursuzca ağırlığını bir ayağından öbürüne verdi. Sonra da usulca, “Bayan Cooper mısınız efendim?II dedi. “Evet.” Öbürü, “Bayan EdmundJ.


Cooper mı?” “Evet.” Burada oluş nedenlerini açıklamak için hiç de gönüllü görünmeyen bu adamların tatsız bir görevleri olmasa böyle davranmayacakları düşüncesi yavaş yavaş belirmeye başladı. Birinin, “Bayan Cooper,” dediğini duydu, hasta bir çocuğu sakinleştirircesine usulca, yumuşacık konuşma biçiminden de korkunç bir şey söyleyeceğini anladı. Müthiş bir panik dalgası benliğini kapladı. “Ne oldu?” “Size bildirmemiz gerek Bayan Cooper.” Polis duraladı, onu gözleyen kadına da tüm bedeni derisinin içinde büzülüyor, büzülüyor, büzülüyormuş gibi geldi. ” … kocanız bu akşam saat tam beş kırk beşte Hudson Nehri Otoyolunda bir trafik kazası geçirdi ve can.­ kurtaranda öldü … ” Konuşan polis, iki yıl önce yirminci evlilik yıldönümlerinde Ed’e verdiği timsah derisi cüzdanı uzattı, Anna da almak için uzanırken az önce kocasının’ göğsünde olduğundan hala ılık mıdır acaba diye düşündü� ğünü fark etti. Polis, “Yapabileceğimiz bir şey olursa … ” diyordu, “yani birini çağırmak … bir arkadaş ya da akraba filan … ” Anna adamın sesinin uzaklaştığını sonra da silindiğini duydu, işte tam o anda bağırmaya başlamış olmalıydı. Az sonra isteri krizine girdi; iki polis kırk dakika sonra doktor gelinceye kadar onu denetleyebilmek için iki elini de seferber etti, sonunda doktor koluna bir şey şırıngaladı. Yine de ertesi sabah uyandığında daha iyi değildi. Ne doktor ne de çocukları hiçbir biçimde sakinleştire10 miyorlardı, sonunda birkaç gün, ömründe kullanmadığı ilaç tedavisinde kalması gerekti. İlaç saatleri arasında, bilincinin açık olduğu kısa sürelerde çıldırmış gibi davranıyor, kocasının adını bağırarak, en kısa zamanda ona kavuşacağını haykırıyordu. Onu dinlemek feciydi, ama davranışını savunmak için de Ed’in bilinen kocalardan olmadığını söylüyordu. Anna Greenwood, Ed Cooper’la ikisi de on sekizindeyken evlenmişti, birlikte oldukları süre içinde de sözcüklerle anlatılamayacak kadar birbirlerine yakınlaşmış ve bağlanmışlardı.

Geçen her yıl aşkları daha yoğunlaşıp her şeye baskın çıkmış, sonlara doğru da öylesine gülünç bir noktaya gelmişti, ki s.ı.bahları Ed’in büroya gitmesiyle yaşadıkları günlük ayrılığa dayanmaları !leredeyse olanaksızlaşmıştı. Ed akşamları eve döndüğünde içeri dalıp onu aramaya başlar, ön kapının çarpışını duyan karısı da elinde ne varsa atıp aynı anda ona doğru koşar, başka bir tek şey umur�amaksızın son hızla ya merdive11in yarısında ya sahanlıkta ya da mutfakla hol arasında onu karşılar, buluştuklarında da kocası onu kollarına alıp sarılır, Anna dünkü gelinmiş gibi, dakikalarca öperdi. Harikuladeydi. Öylesine inanılmayacak kadar olağanüstüydü ki insan artık kocasının olmadığı bir dünyada neden yaşama İsteği ve cesareti bulamadığını asla tam olarak anlayamazdı. Üç çocuğu, Angela (yirmi) Mary (on dokuz) ve Billy (on yedi buçuk) cenazenin başından beri sürekli başında beklediler. Anneleri-ne tapıyorlardı, ellerinden gelirse elbette intihar etmesine izin vermeyeceklerdi. Büyük bir sevgiyle uğraşıp didinirken onu hayatın hala yaşamaya değer olduğuna inandırmaya çalıştılar; artık Anna’nın bu karabasandan kurtulup gündelik yaşama yavaş yavaş tırmanabilmesi tümüyle onlara kalmıştı. 11 Felaketten dört ay sonra doktorlarca oldukça güvencede bulundu, o da kayıtsızca da olsa evi çekip çevirmek, alışveriş yapmak, çocuklara yemek pişirmek işlerinin eski tekdüzeliğine döndü. Ya sonra ne oldu? O kışın karları erimeden Angela, Rhode Island’lı genç bir adamla evlenip Providence banliyösüne taşındı. Birkaç ay sonra Mary, Minnesota’nın Slayton Kasabası denen yerden uçuk renk saçlı bir devle evlenip geri dönmemek üzere uzaklara uçup gitti. Anna’nın kalbi her ne kadar yeniden bin parçaya ayrılıyorsa da kızların ikisinin de ona olanlar konusunda en küçük bir kuşkuları olmadığını düşünmek onu gururlandırıyordu. “Anneciğim n� harikaydı değil mi?” “Evet canım, bence bugüne kadar yapılmış en güzel düğündü! Ben senden daha heyecanlıydım … ” filan falan … Derken her şeyin üstüne tüy dikercesine on sekizine yeni basmış bir tanecik Bılly’ ciği Yale’ deki ilk yılı için uzaklara gitti. Böylece Anna bir anda kendini bomboş bir evde yaşar buldu.

Yirmi üç yıllık gürültülü patırtılı, işi başından aşmış büyülü aile yaşamından sçmra önünde bir fincan kahve, bir parça ekmekle susup oturmak ve sizi bekleyen günde ne yapacağınızı düşünmek için sabahları kahvaltıya yapayalnız inmek korkunç bir duygudur. O kadar çok kahkaha duymuş, bir sürü doğum günü, Noel ağacı, bir o kadar da armağanın açıldığını görmüş olan oturduğunuz oda şimdi sessiz sedasızdır, garip bir biçimde de üşütücü gelir. Isıtılmıştır, ısı normaldir ama yine de orası sizi titretir. Saat durmuştur, çünkü onu siz kurmuyorsunuzdur. İskemlenin birinin bacağı eğrilmiştir, ona bakarak oturur, daha önce neden fark etmediğinizi düşünürsünüz. Yeniden başınızı kaldırdığınızda da 12 siz bakmıyorken odanın dön duvarının da üstünüze kapanmak için usul usul süriindüğü gibi ani bir panik duygusuna kapılırsınız. ilk zamanlar kahvesini yukarı, telefonun yanına taşıyıp arkada§larına telefon etmeye ba§lıyordu, ama arkadaşlarının tümünün de kocalarıyla çocukları vardı ve her ne kadar ellerinden geldiğince sıcak, neşeli, nazik olsalar da sabah ilk iş, eve kapanmış biriyle çene çalacak boş zamanları yoktu. O da bunun yerine evli kızlarını aramaya ba§ladı. Onlar da hep tatlı ve naziktiler, ne var ki Anna çok geçmeden tavırlarında hafif bir değişiklik sezdi. Anık onların yaşamındaki bir numara değildi. Kocalan vardı, her şeyi ona yoğunla§tırıyorlardı. Nazikçe ama kesin bir tavırla annelerini arka plana itiyorlardı. Bu, enikonu bir şok olmuştu ama haklı olduklarını da biliyordu. Yerden göğe kadar hakları vardı. Y �amlarına tecavüz edip onu reddettikleri için kendilerini suçlu hissettirmeye hakkı yoktu.

Düzenli olarak Doktor Jacobs’a gidiyor ama pek bir yararı olmuyordu. Doktor Jacobs onu konuşturmaya çalıştı, Anna da elinden geleni yaptı; doktor ara sıra cinsellik ve bilinçaltına itilmiş yasak güdüleri yöneltmeye ilişkin belli belirsiz imalarla dolu küçük konuşmalar yapıyordu. Anna asla adamın neyi hedeflediğini almıyor ama şarkının nakaratı ona başka bir erkek bulması gerektiğini söylüyora benziyordu. Evin içinde dolaşıp Ed’in eşyalarını ellemeye başladı. Ayakkabılarından birini alıp elini içine sokuyor, topuğun ve parmakların bıraktığı izi yokluyordu. Delinmiş bir çorap buldu; o deliği yamamak tarifsiz bir haz verdi ona. Ara sıra bir gömlek, boyunbağı_ elbise çıkarıp yatağın üstüne seriyor, giymesi !çin hazır tutuyordu; hatta yağmurlu bir pazar sabahı Irlanda türlüsü bile pişirdi. 13 Bunu sürdürmenin yararı yoktu. Öyleyse bu kez kesin sonuç için kaç tane hap alması gerekiyordu acaba? Yukarı çıkıp gizli dolabına gitti ve hapları saydı. Dokuz tane vardı. Bu kadarı yeter miydi? Sanmıyordu. Amaaan cehenneme kadar … Yeniden karşılaşmaya hazır olmadığı tek şey başarısızlıktı -hastaneye yetişme, mide pompası, Payne Whitney Bölümünün yedinci katı, ruh bilimciler, iyileşme ve bunların tümünün perişanlığı … Bu durumda jilet olması gerekiyordu, ama· onun da iyi uygulanma zorunluğu gibi bir derdi vardı. Bilekte kullanan insanların çoğu başarısız olmuştu. Hatta hemen tümü başarısız olmuştu. Yeterince derin kesememişlerdi.

Oralarda bir yerde, kesinlikle ulaşılması gereken bir anadamar vardı. Küçük damarlara güven olmazdı. Bir sürü sorun çıkarır, sonuç asla tatmin edici olmazdı. Sonra doğru yere, iyice derine bastırıp yarmak İsteyen biri için jilet, tutması zor bir nesneydj ama Anna başarısız olmamalıydı. Başarısız olanlar aslında başarısız olmak isteyenlerdi. Anna başarmak istiyordu. Jilet aramak için banyodaki dolaba gitti, yoktu. Ed’in jilet makinesiyle kendininki oradaydı, ama ikisinin de içinde jilet olmadığı gibi görünürde jilet paketi de yoktu. Bu mantıklıydı. Daha önce bu tür şeyler evden çıkarılmıştı. Yine de sorun değildi. Herkes bir paket jilet alabilirdi. Mutfağa döndü, duvardan takvimi indirdi. 23 Eylül’ü seçti, o gün Ed’in doğum günüydü, tarihin karşısına G) yazdı. Bunu yaptığında 9 Eylüldü, bu da ona işlerini düzene koymak için iki haftalık bir süre bırakıyordu.

Yapacak yığınla iş vardı -eski faturalar ödenecek, yeni bir vasiyetname yazılacak, ev temizlenecek, Billy’nin dört yıllık eğitimi garantilenecek; çocuklara, kendi anne babasına, Ed’in annesine mektup yazılacak- bu böyle uzayıp gidiyordu. 14 Bu kadar işin arasında o iki haftanın, o on dön uzun günün istediğinden çok daha yavaş geçtiğini fark etti. Jileti bir an önce kullanmak istiyor, her sabah istekle kalan günleri sayıyordu. Noeli bekleyen çocuklar gibiydi. Ed Cooper öldüğünde nereye gittiyse mezar bile olsa ona kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Arkadaşı Elizabeth Paoletti bir sabah sekiz buçukta çıkageldiğinde bu iki haftalık sürenin tam onasındaydı. Anna mutfakta kahve yapıyordu; kapının zili çalınca zıpladı, ikinci kez daha uzun çalınca yine zıpladı. Liz ön kapıdan fırtına gibi daldı, her zamanki gibi aralıksız konuşuyordu. “Anna sevgili dostum yardımına ihtiyacım var! Büroda herkes gripten yatıyor. Gelmen ıart! Sakın bana itiraz etme! Daktilo yazdığını ve gün boyunca gam çekmekten başka işin olmadığını da biliyorum. Şapkanla çantanı kap gidelim. Çabuk ol kızım çabuk ol! Zaten geç kaldım!” “Çekil başımdan Liz. Rahat bırak beni.” “Taksi bekliyor,” dedi Liz. “Lütfen,” dedi Anna, “beni zorlamaya kalkma.

Gel- • il mı yorum. “Geliyorsun,” dedi Liz. “Kendini toparla. O muhteşem cenaze günlerin bitti anık.” Anna direnmeyi sürdürdü, ama Liz onu o kadar yordu ki sonunda birkaç saat için gitmeyi kabul etti. Elizabeth Paoletti bir evlat edinme kurumunun, hem de şehirdekilerin en iyilerinden birinin başındaydı. Bürodaki dokuz kişi gripten yatıyordu. Kalanlar, Elizabeth’i de sayarsanız iki kişiydi. “İşle ilgili hiçbir şey bilmiyorsun,” dedi takside, “ama bizim için elinden geleni yapmalısın.” Büro ana baba günüydü. Yalnızca telefonlar Anna’yı çileden çıkarmaya yetti. Bir odacıktan öbürüne koşuyor, tek sözcüğünü anlamadığı mesajları yazıyor15 du. Bekleme odasında kül rengi taş gibi suratlı genç kızlar vardı, Anna’nın işlerinden biri de resmi bir formu onların yanıtlarıyla doldurmaktı. “Baba adı?” “Bilmiyorum. ıt “Hiçbir fikriniz yok mu?” “Baba adının bu işle ne ilgisi var?” “Cancağızım, baba belliyse çocuk evlatlık verileceği zaman seninki gibi onun onayının da alınması gerekir.

” “Bundan emin misiniz?” “Hey Allahım, söylüyorum ya işte!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir