Sabahattin Eyüboğlu – Köy Enstitüleri Uzerine

Devrimin son yıllardaki gelişmesi inanışlarda daha fazla açıklık, düşünce ayrılıklarında daha fazla dürüstlük istiyor. Memleket meseleleri üstünde söylenen ve yazılan her şey, her zamankinden daha dokunaklı. Đnanış ayrılıklarının ciddiye alınmadığı, hesaba katılmadığı zamanlar geçiyor. Okur ve yazarlar yurt ve dünya meseleleri karşısındaki davranışlarını belli etmek zorunda kalıyorlar. Bu gidişle devrime gerçekten bağlı olmayanlar düşüncelerini uluorta söylemekten çekinmeyecekler. Dostun düşmandan, koyunun kurttan, kurunun yaştan ayırt edilmesi belki daha kolay olacak. Bu yılın en ateşli tartışma konularından biri ve bence en önemlisi Köy Enstitüleri oldu. Cumhuriyetin zorunlu ve mantıklı sonucu olarak girişilen bu eğitim seferberliği karşısında okuryazarların serbestçe vaziyet alışları, ileri geri birçok anlayışları, düşünceleri, alışkanlıkları ortaya koydu. O kadar ki, insanın rastgeldiğine; ”Köy Enstitüleri hakkında ne düşündüğünü söyle, kim olduğunu söyleyeyim” diyeceği geliyor. Aşağıya gelişigüzel sıralayacağım sözler okuryazarlardan duyduğum ve benzerlerini herkesin duymakta olduğunu sandığım sözlerdir: ”Bütün köylüleri okutmak güzel fikir, ama sonra toprakları kim ekecek? Koyunları kim güdecek?” ”Daha şehir çocuklarını doğru dürüst okutamıyoruz, kalkmışız köylüleri okutmaya. Đnsanın yorganına göre bacağını uzatmak; para yok, öğretmen yok, kitap yok, binlerce çocuğu totplayıp yarım yamalak yetiştirmenin manası var mı?” ”Köy Enstitülerinde okuyanlar köyde kalacaklar mı bakalım? Sen olsan kalır mısın? Zorla bırakmaya da hakkımız yok.” ”Bence bu iş böyle olmaz. Milletin parasını böyle fantezilere harcamaya hakkımız yok. Önce köylümüzü sefaletten, hastalıklardan kurtarmak gerek.


” ”Köylü çocuklarını şımartıyoruz. Enstitüde okuduk diye çalımlarından geçilmiyor. Göreceksiniz sonunda bunlar bize kafa tutacaklar. Besle kargayı oysun gözünü.” ”Biz memlekette birlik yapalım derken bu çocuklar ortaya bir köylü şehirli ikiliği çıkaracaklar, bize düşman gibi bakacaklar.” ”Kendim görmesem inanmazdım. Ankara Halkevi’nde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri Faust’u görmeye gelmişlerdi. Đlkin asker zannettim. Kaba kaba elbiseler, kapkara yüzler, korkunç bir ter kokusu. Bir facia. Bunlar öğretmen olacak da.” ”Bunlar Shakespeare’in, Goethe’nin, Gogol’ün, Balzac’ın eserlerini okuyorlarmış. Güler misin, ağlar mısın? Bu eserleri biz bile okuyup anlayamıyoruz.” ”Köy Enstitülerinin sola kaymalarından korkulur. Milli tehlike karşısında esaslı tedbirler almak lazım.” ”Vallahi acıyorum köylülere.

Bu kadar da olmaz. Enstitü mezunlarını yetiştireceğiz diye adamların canlarını çıkarıyoruz. Şehirlilerden istemediğimiz bir fedakârlığı onlardan ne hakla istiyoruz? Ufacık bir köy on binlerce lira verecek, insaf. Bari bu eziyetlere karşı köye doğru dürüst bir öğretmen gitse, hayır efendim, dün akşam gören birisi anlatıyordu, ne kültür varmış ne sanat, konuşmasını bile bilmiyorlarmış.” ”Köy bir tecrübe tahtası değildir. Uzun tetkikler yapmadan, pedagojik, sosyolojik esaslara dayanmadan böyle ceffelkalem yenilik yapmaya kalkılmaz.” ”Canım bu çocuklar öğrenci mi, işçi mi? Zavallılar akşama kadar boğaz tokluğuna çalıştırılıyorlarmış. Gıdasızlıktan verem olanlar varmış. Yazık, günah değil mi? Zaten bir insana hem kültür hem sanat kazandırmak olacak iş midir?” Bütün bu tenkitlerde ortak olan özellik, meseleye uzaktan ve dışardan bakmaktır. Köy Enstitüleri millet ölçüsünde bir iş olmak dolayısıyla az çok hepimizin ortak davası olduğu halde birçok okuryazar başkalarının giriştiği bir denemeden bahseder gibi davranıyorlar. Oturdukları yerden meçhul ülkelere hükmeden sultanlar gibi konuşuyorlar. Tenkit etmek için işin içinde olmak gerektiğini, bir şeyi tenkit edenin işi yapan kadar sorumluluk yüklenmesi, ne istediğini bilmesi, işin 2 daha ileri gitmesine yol açması beklenmez mi? Oysaki yukarıdaki sözler çevremizde şüphe, duraksama ve güvensizlik uyandırmaktan başka ne işe yarayabilir? Bu tenkitleri elbirliğiyle çoğaltmaktan ne kazanabiliriz? Başladığımız bu işi bırakıp kimbilir kaç yıl sonra aynı işe yeniden mi başlayacağız? Aslında bu sözler tenkit değil kötüleme, yadırgama, küçümsemedir. Bunları söyleyen veya benimseyerek nakledenler bilerek bilmeyerek devletin bir yenilik teşebbüsüne sorumsuzca karşı koymuş oluyorlar. Kendi çocuklarının ilkokuldan, ortaokuldan, liseden ve hatta üniversiteden yoksun kalmasına tahammül edemeyen okuryazarlar arasında böyle bir davranışın ne sebepleri olabilir? Bunları aramak boynumuzun borcudur. Biz bir imparatorluk kalıntısıyız.

Cumhuriyet yeni bir milletin temellerini atmıştır. Bir toplumun bir düzenden başka bir düzene geçmesi en kanlı denemelerde bile çarçabuk gerçekleşmiyor. Yüzyılların alışkanlığı yeni düzenin altında da nesillerce sürebiliyor. Bugün kalkındırmaya çalıştığımız çoğunluk bir sömürge halkından pek farklı değildi. Đdare edenlerle edilenler ayrı birer millet gibiydiler. Devlet, kendine bağlananlarla birlikte, çoğunluğun ötesinde Tanrısal bir âlemdi. Gerçi talihli kullar için çoğunluğun karanlıklarından sıyrılıp devletliler arasına katılmak hiç de zor değildi. Osmanlı devleti kendine kul olmak isteyenlerin sınıfına, dinine, mezhebine bakmamakta hayli demokrattı. Đşe yarar bir insan için, talihin istediği gün, idare edenler arasına katılmak Müslüman olmak kadar kolaydı. Fakat devlete ve servete erişenler birdenbire çoğunluktan ayrılıyor, içinden çıktığı kalabalığa ister istemez ihanet ediyordu. Çünkü devletliler arasına giren insan iyiniyetli de olsa, yaşayabilmek, kendine ve başkalarına faydalı olabilmek hatta çoğunluğun gözünde bile şerefli kalabilmek için yeni girdiği çevrenin gereklerine az çok uymak zorunda kalıyor, aşağılarda bıraktığı insanlara olsa olsa acıma, sevgi, dostluk, akrabalık gibi bağlarla elinden geldiği kadar sadık kalabiliyordu. Kısacası eski düzenimizde bir devlet ve servet kapısı, bir de bu kapılara girenlere kâh inanç, kâh korku, kâh sevgi, kâh nefretle bakan, onlara yaranmaktan başka hiçbir kurtuluş yolu bulamayan köyler dolusu ve yürekler acısı bir sürü insan vardı. Bu düzen içinde bile imparatorluğun güzel günleri olmadı mı, oldu elbet, ama neler pahasına ve kaç gün! Bu topraklar üstünde insan yığınları yüzyıllarca can, mal ve iş güvenliği tanımadı. Đdare edenler, en babacan, en tatlı dilli oldukları zaman bile tehlikeli insanlardı. Onlar da kendilerini emniyette hissetmedikleri için büyük sürüyü kurnazca bir müsamaha ile sürüyorlardı.

Đşler yolunda gittikçe keselerinin ve kalplerinin ağzı açıktı. Ama devletliler bir kuşkulanmaya görsün, en merhametliler, en zalimler bir anda birleşiyor, din kardeşi dinlemiyorlardı. Fil, en çok düşmekten korktuğu için yolunda biraz çamura rastlayınca durumuna ve hortumuna en yakın ne bulursa çamurun üstüne kor, basar geçermiş. Osmanlı devleti zamanla halka yaklaşacak yerde geliştikçe halktan uzaklaştı. Đlkin halktan yalnız kudret ve refahça ayrılan devletliler, beyzadeler kapalı Osmanlı medeniyeti içinde efendileştiler, okuryazar oldular. Din, bilim, sanat gibi toplumsal değerleri kendi tekellerine alarak üstünlüklerine bir yaldız daha sürdüler. Okuryazarlık, bilimseverlik, sanatseverlik, dindarlık gibi vasıflar idare edenler arasına geçmenin yolu oldu. O kadar ki, halk devlet kapısıyla okul kapısını bir görüyordu. Hâlâ bazı yaşlı köylüler okuryazar olan çocuklarına, ”Eh, sen de devletliler arasına girdin gayrı” diyorlarmış. Okuryazarların halkseverliği bize Batı kültürü ve uyanık devlet adamları yoluyla girmiş bir yeniliktir. Tanzimattan sonra devletin büyük gövdesi köylüleri hâlâ kendi dışında bir yığın olarak görmekte devam etmekle beraber, yukarılarda söz sahibi olmaya başlayan bazı yeni fikirli okuryazarlar, iktidar sahiplerinin anlayışsızlığından, kayıtsızlığından veya aczinden faydalanarak devrimin tohumlarını kanunlara, kitaplara ve çeşitli kurumlara sokuyorlardı. Bunlar Fransız Devrimi’nden önceki uyanık okuryazarlar gibi, öne sürdükleri demokrat düşünüşün kendi hesaplarını aşacağını, bağlı oldukları Osmanlı düzeninin büsbütün yıkılacağını bilmiyorlardı. Mithat Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp cömert ruhlarıyla Türk milleti için nasıl olacağını bilmedikleri bir cennet istiyorlardı. Öyle bir cennet ki, içinde köylüler yine köylü, devletliler yine devletli kalacak, fakat mucizeli bir nefesle hepsi iyiniyetli, temiz vicdanlı, mutlu ve 3 ileri insanlar oluverecekti. Türk devrimi, okuryazarlığı, yeni anlamıyla, çoğunluğa maletme çabası olarak tanımlanabilir.

Atatürk ve Đnönü, Cumhuriyetin ilk günlerinde okuryazarlığın büyük kitleye yani köylüye ulaşmasını çağdaş bir millet olarak yeniden doğuşumuzun koşulu saymışlardı. Yeni devletin bu yönde gittikçe artan çabaları nihayet, okuryazarlarla köylüler arasındaki utanılacak ayrılığın yakın bir gelecekte ortadan kalkacağı umudunu uyandırmıştır. Köy Enstitüleri bu umudun ta kendisidir. Bu böyledir ama biz henüz eski devletli okuryazarların alışkanlıklarından kurtulmuş, köylülerin okuryazarlığa bizim çocuklarımız kadar hakkı, istidadı ve zorunluğu olduğuna toptan ve gerçekten inanmış değiliz. Okuryazarlarımızın birçoğu ve özellikle hallerinden memnun olanlar, devletin ilk önce onların isteklerine cevap vermesini, onların beğenisine göre aş pişirmesini istiyorlar. Çabasını ve dikkatini büyük kütleye çeviren devlet adamlarını beğenmiyorlar, köylüye sayısı ölçüsünde önem verilmesine bir türlü katlanamıyorlar. Devletin kendilerini okutmuş, yerleştirmiş, ayağına otobüs, yataklı vagon, uçak, tramvay getirmiş, çocuklarına ilk, orta ve yüksekokullar hazırlamış olması fedakârlık sayılmaz. Bunları düşünmek devletin tarihi, tabii, apaçık ödevidir, ama köylüler için harcanan paranın ve emeğin adı, en uyanıklarımızın ağzında bile, fedakârlıktır. Sanki devlet bizim kadar onların da devleti değilmiş gibi. Kırk bin köyün her birine bir nefes devrim götürmenin en kestirme, en ucuz, en mütevazı yolu olarak kanunlaşan Köy Enstitüleri karşısında bazı okuryazarlarımız niçin ya öfkeli, ya duraksar, ya küçümser, ya kötümser bir tavır takınıyorlar? Niçin kendi çocuklarında meziyetli bir tavır takınıyorlar? Niçin ortaokulda, lisede, üniversitede ve yüksekokullarda hoş gördükleri kusurları Köy Enstitülerinde tehlikeli sayıyorlar? Niçin kendi çocuklarında meziyet saydıkları türlü çocukluk ve gençlik hallerini köylü çocuklarında affetmiyorlar? Niçin bunca zamandır bütün dertlerine sağır kaldıkları köylülerden bazılarının köy okulu hakkındaki haklı haksız şikâyetlerini sorgusuz sualsiz destekliyorlar? Niçin camilerini kendileri yapan köylülerin kendi ortak malları olarak gözlerinin önünde duracak olan okullarını, zaruretin karşısında, kendilerinin yapmasını adaletsizlik saymaya kalkışıyorlar? Niçin işi idare edenlerin hangi koşullar içinde neler yaptıklarını sormaya bile lüzum görmeden dedikoduları can kulağıyla dinliyorlar? Niçin aralarından, on yıldır yirmi bin gencin giriştiği bu işin dört yanını yakından incelemek isteyenler çıkmıyor? Çünkü okuryazarlarımızın eski alışkanlıklarını bilerek veya bilmeyerek (daha çok bilmeyerek) devam ettiriyorlar, ya da ettirenlere alet oluyorlar. Çoğunluğun okuryazar olmasına karşı koymakla eskiden kalma imtiyazlarını korumuş oluyorlar. Zaten devrim kendini eski okuryazarlığın temsilcilerinden bir türlü kurtaramamıştır. Devlet adamları okuryazar azlığı yüzünden ya da tarafsız kalmak korkusuyla eski kafalı, fakat iyiniyetli Babıâli efendilerine büyük işler vermek zorunda kalmışlardır. Böylece devrimi görünüşte benimsemiş, fakat için için eski okuryazar saltanatına bağlı kalem efendileri, akrabalık, ahbaplık gibi münasebetlerin de yardımıyla devrimciler arasına yerleşmiş bulunuyorlar. Bunlar Atatürk’ün ve Đnönü’nün milletimizi yeniden kurmak isteyen taraflarına değil, bağımsızlığımızı ve tarihi varlığımızı kurtaran taraflarına bağlı kalmışlardır.

Bu bağlılık aynı önderlerin devrimci atılışlarına, pasif bir şekilde de olsa, karşı koymalarına engel olamıyor. Geçiş devrinin bu emekli ve saf gericileri devrimi kendi varlıklarından çok genç kuşaklara aşıladıkları duyuş, düşünüş ve davranış tarzlarıyla köstekliyorlar. Gözlerini Cumhuriyet içinde açmış gürbüz delikanlılar arasında şöyle konuşanlara rastlarsınız: ”Ahlakımız nereye gidiyor? Nedir bu plajların hali? Ben de devrimciyim ama kızlarımızın bu kadar açılmasına taraftar değilim.” ”Hırsızlık aldı yürüdü. Babalarımız, dedelerimiz zamanında bu kadar değilmiş. Ben bunun sebebini din terbiyemizin azalmasında görüyorum. Kendim dindar değilim, ama milletimize daha uzun zaman dini ahlakın lazım olduğuna kaniim.” ”Dayaksız terbiye iyi şey, ama cahil ve tembel köylü laftan anlar mı? Realiyeti bilmeyenler halkımızın iyilikle yola geleceğini sanıyorlar, nerde.” ”Avrupa, Avrupa… Anladık, ama milletimizin eski âdetlerini, geleneklerini bırakmamalıyız. Avrupa bize ilim ve teknik bahsinde örnek olabilir, ama ahlak dersi veremez. Mertlik, cömertlik, insanlık bahsinde o bizden örnek almalıdır. Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar! Japonlar 4 milli geleneklerinden hiç ayrılmadan Avrupa medeniyetini pekâlâ benimseyebildiler.” ”Kardeşim zaten makine medeniyetine pek o kadar hayran olmaya da lüzum yok. Đnsanların mum ışığıyla daha mesut olmayacakları ne malûm?” ”Milletler birbiriyle anlaşacakmış da savaş ortadan kalkacakmış, kim inanır bu laflara.” Devrimimizin hiçbir ilkesi, Atatürk’ün ve Đnönü’nün hiçbir sözü bu çeşit bir dünya görüşüne ipucu vermediğine göre bu köhne düşünceler taptaze kafalara nerden giriyor? Bunlar Tanzimat okuryazarlarının Avrupa karşısındaki duraksamaları değil mi? Kapalı kültür, kapalı medeniyet isteği Atatürk sevgisiyle nasıl bağdaşabilir? Dünyaya açılmaksızın artık Türk vatandaşı olamayacağımızı çoktan anlamadık mı? Köy Enstitüleri en geniş milli kaynağımızdan, yeni bir memleket ve dünya görüşüyle, çağdaş eğitim metotlarıyla katıksız bir cumhuriyet okuryazarlığı türetiyor.

Kısa bir zamanda kendi duvarlarını kendi elleriyle yaparak devrimi gerçek anlamıyla benimsemiş, hayatta tek mürşidin ilim olduğuna inanmış, okuryazarlıkla alınterini karıştırmış köy öncülerinin tenkit edilecek tarafları mı yok? Var elbet; fakat bunlar zaruretlerin kendi yağıyla kavrulmanın, duvarını kendi yapmanın doğurduğu eksiklikler değil midir? Kolları ve kafalarıyla yardım edemeyen veya etmek istemeyen okuryazarlar bu muhteşem çabayı birer kültür dostu olarak merakla seyredebilseler, oturdukları yerden karakuş yargıları vereceklerine Avrupalı gazeteciler gibi enstitüleri gidip gezseler, vatan ve millet sevgilerinden bile şüphe ettikleri bu kazanılmış vatandaşların vatana ve millete hangi koşullar içinde nasıl hizmet ettiklerini kendi gözleriyle görseler. Anlasalar ki, tenkitleri peşin yargılardan, kuruntulardan, dedikodulardan başka bir şeye dayanmıyor. Đsraf dedikleri yerde millet ölçüsünde kanaat, pis dedikleri yerde millet ölçüsünde temizlik, geri dedikleri yerde, millet ölçüsünde ilerilik vardır, şımarık ve saygısız dedikleri enstitülü, devrimin ve yasaların kendisine verdiği hakları aramaktan başka bir şey yapmıyor. Ter kokusuna gelince, lütfen bir müddet bu kokuya katlanalım. Çoğunluğun işe karıştığı her yerde şimdilik bu koku olacak. Herkesin bol suya kavuşacağı günlere daha çok zaman var. Milyonların temizliğe doğru bir adım atması, birkaç yüz kişinin mis sabunuyla yıkanmasından çok daha güzeldir. En çok aldanan okuryazarlar köy çocuklarının her çeşit yeniliği kendileri kadar anlayıp benimseyebileceklerinden şüphe edenlerdir. Gerçi medeniyet ve kültür büyük şehirlerde gelişir, fakat birçok büyük şehrin kayıtsız kaldığı ileri değerlere cahil köylülerin bile aşina çıktığını görmüyor muyuz? Đnsan Beyoğlu’nda dolaşmakla yeni olsaydı en geri fikirlere orada yaşayanlar arasında rastlamazdık. Köylülerin cahilliğinde, tezek kokusunda, kağnıda, mum ışığında romansı güzellikler bulan köylüler değil biziz. Bakın bir kaymakam tam yirmi beş yıl önce yazdığı bir kitapta ne diyor: ”Taşra halkı her teceddüdü, her atılganlığı Đstanbul’un aksine iyi görür. Çünkü Đstanbul esasen şehir olmak itibarıyla bedbindir, korkaktır. Atılganlıklarla huzurunun kaçacağını düşünür, endişelenir. Halbuki taşra zaten bugüne kadarki vaziyetlerin hiçbirisinden iyilik görmemiş, bilakis sağmal bir inek gibi yalnız büyük şehir ve kasabalar namına sağılmış, mahkûm olmuş olduğu için belki daha iyi olurum, diye ümitlenir.” Enstitülerde öyle her kitap okunmamalıymış, her ileri fikir söylenmemeliymiş.

Ya Allah korusun bu çocuklar solcu olurlarsa ne yaparmışız! O zaman ne vatan sevgisi kalırmış, ne millet düşüncesi. Bu solcu sözünü, gerçek anlamını anlatmadan, iyi veya kötü niyetli insanların eline silah olarak verenler Türk köylüsüne ve Türk devrimine dostluk etmiyorlar. Halkın kafasında az belirsizlik varmış gibi bir de bu çıktı. Dünyaya açılmış olduğumuz için sağ-sol gibi milletlerarası davranış kavramlarının bize de girmesi pek tabii idi. Fakat her nedense bu iki söz hemen kanun dışı bir renk alıverdiler. Kimse bunları rahatça benimseyemiyor. Okuryazar ancak tarafsız, renksiz kalmakla şerefini, rahatını ve iş görme gücünü koruyabiliyor. Oysaki renksizlik, tarafsızlık en azından toplum hayatına ilgisizlik sayılmaz mı? Madem ki, sol ve sağ dünyada iyi kötü bir ölçü olmuştur, Türk okuryazarları da siyasi düşünüşünü dilerse bu kelimelerden faydalanarak anlatabilmelidir. Partilerin dışında bir davranışı belirtmek için kullanılan bu sözler ilmi bir kesinlik taşımamakla beraber büsbütün belirsiz de değildir. Batılılar bunlarla sayısız siyasi inançları iki büyük bölüme ayırmışlar. Her yerde, her zaman okuryazar toplum hayatının nasıl bir düzene girmesi gibi 5 meseleler üzerinde az çok bir fikir sahibidirler. Bir kısım insanlar, ister çıkarları, ister gönül hevesleriyle, sistemli veya sistemsiz olarak aşağı yukarı derler ki: ”Atalarımızın kurdukları düzenden, buldukları değerlerden uzaklaşmamalıyız. Bize düşen onları devam ettirmek, düzeltmek, zamanımıza uydurmaktır. Đnsanların inanışlarıyla oynanmaya gelmez, değiştirelim derken her şeyi berbat edebiliriz.” Bir kısım da der ki ”Düzenin iyisi geçmişte değil, gelecektedir.

Eski değerler, eski inanışlar bu düzene doğru gitmemize engel oluyor. Onları müzelere koyun, güzel taraflarını seyretmek ve kendi hayatımız için tıpkı atalarımız gibi yenilerini aramak boynumuzun borcudur.” Kaba taslak birine sağ birine sol denen bu iki davranıştan her birinin kendi içinde açıklık, koyuluk farkları olacağı tabiidir. Hatta sistemli düşünmeye alışkın olmayınca insan düşüncelerinde kâh sağ, kâh sol da olabilir. Toptan ve çabuk değişmeyi istemekle, hiçbir şeyin hiçbir zaman değişmesini istememek arasında seksen çeşit davranışa yer vardır. Fakat sorarım size: Türk devrimine gerçekten inananlara, yani imparatorluktaki toplum düzenini, din, ırk ve sınıf farklarının tarihe karışmasını isteyenlere sol denemez mi? Halkçılık, devletçilik, devrimcilik, laiklik, cumhuriyetçilik ve Atatürk’ün açık olarak anlattığı anlamda milliyetçilik (daha yerinde bir deyimle milletçilik) ilkeleri sağcılığın hangi rengiyle uzlaştırılabilir? Şunu da unutmayalım ki Avrupalılar sağcısı geri olmakla beraber gene Avrupalıdır. Bizde ise sağcı olmak demek atalarımız gibi Avrupa’ya kapalı kalmak demektir. Yok eğer solculukları maksat, keyfi bir anlayışla, millet, vatan ve bağımsızlık dışı bir çeşit aşırı solculuksa, böyle bir davranışı vatanı, milleti ve bağımsızlığı sağlam temellere dayanmak için alınteri döken, yoksulluklar içinde akla karayı seçen insanlar arasında değil, olumlu hiçbir iş görmeyen, rahatlarına ve çıkarlarına her şeyden daha çok bağlı kalan okuryazarlar arasında aramalıdır. Kaldı ki, böyle bir davranışta olanların düşüncelerini açıkça söylemeleri devrime açıklık kazandırmaktan başka bir sonuç vermez. Açıklıksa bugün Türk okuryazarlarının en çok muhtaç olduğu bir şeydir. Açıklık olmaması yüzünden devrimin kaybettiği güçler yadırganmayacak kadar çoktur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir