Sarkis Torosyan – Çanakkale’den Filistin Cephesine

1992-93 akademik yılında Cambridge’deki Harvard Üniversitesi’nde “Misafir Araştırmacı” olarak bulunuyordum. ABD’ye ilk gidişimdi. O yıllarda Washington’da çalışan Boğaziçi Üniversitesi’nden tarih hocam Prof. Heath W. Lowry’yi aradım. Telefonda bir süre sohbet ettikten sonra beni konferans vermek üzere Washington’a davet etti. Ayrıca, “Otellere boşuna para harcama. Ev müsait, bizde kalabilirsin,” dedi. 1993 yılı Şubat ayında, ilk kez Washington’a gittim. Heath Hoca, sağ olsun, çok misafirperverlik gösterdi. Konferans verdiğim günün akşamı Washington’da yoğun bir kar fırtınası başladı. İki gece kalacağım yerde, tren seferlerinin iptal olması nedeniyle dört gün kaldım. Bu esnada Heath Lowry’nin nefis kütüphanesine göz atarken Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın anılarına rastladım.2 Gece kitabın ilk dört bölümünü heyecanla okuduğumu hatırlıyorum. Osmanlı Ordusu’nda Ermeni kökenli bir topçu subayının bulunması, Çanakkale Savaşı sırasında Ertuğrul Tabyası’nın komutanı olarak görev yapması, 19 Şubat 1915’te İtilaf Devletleri donanmasının Çanakkale Boğazı’nı zorladığı zaman bir düşman gemisini batırmış olması benim ilk kez duyduğum şeylerdi.


Düşman gemileri, 18 Mart’ta Nusret mayın gemisinin döşediği mayınlara çarparak batmamış mıydı? Sonra, 1915 yılı Mayıs ayında Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın kendisini İstanbul’a davet ederek “savaş kahramanı” muamelesi yapması açıkçası beni çok şaşırtmıştı. Ayrıca, Yüzbaşı Sarkis Torosyan kendisine verilen “Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Harp Madalyası” ile ilgili resmî belgenin fotoğrafını da kitabının başına koymuştu. Ne yalan söyleyeyim, kafam karışmıştı. Çok iyi hatırlıyorum, ertesi sabah kar yüzünden eve kapanmıştık. Kahve içerken, Torosyan’ın kitabını konuşmaya başladık. Heath Lowry kitabı sonuna kadar okumuştu. Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın ailesinin Ermeni tehciri nedeniyle Kayseri, Develi’den Suriye çöllerine sürülmesini, bunu İstanbul’daki Kayserili Ermenilerden haber alan Torosyan’ın ailesinin peşine düşmesini ve Suriye’deki kamplarda kız kardeşi Bayzar’ı sefalet içinde bulmasını anlattı. Yüzbaşı Torosyan yaşadığı bu acı olaylardan sonra, ailesine bu zulmü yapanlardan intikam almak amacıyla, Filistin Cephesi’nde Nablus muharebeleri sırasında 19 Eylül 1918 tarihinde Şerif Hüseyin’in Arap Ordusu’na katılmış ve eski ordusuna karşı savaşmıştı. Kısacası, 1915 yılı Mayıs ayında madalya sahibi bir “savaş kahramanı” olan Yüzbaşı Sarkis Torosyan, 1918 yılı Eylül ayında saf değiştirerek eski ordusuna karşı savaşan bir “hain” olmuştu. İnsanın içini burkan bu hazin hikâye üzerine epey konuştuk. Yüzbaşı Torosyan’ın saf değiştirmesinin basit bir izahı olamayacağını, 23 Ocak 1913 tarihinde tarihimizde “Babıâli Baskını” olarak bilinen bir hükümet darbesiyle iktidara gelen İttihat ve Terakki diktasının uyguladığı politikalar sonucunda bir zamanlar “kahraman” olan insanların bir anda kolaylıkla “hain” olabileceğini söylediğimi hatırlıyorum. Torosyan’ın “ihaneti” sadece kaybedilen savaşlarla, İngiliz istihbaratının T. E. Law- 13 rence’ın vasıtasıyla Arap liderlerine dağıttığı altınlarla açıklanamazdı. Mesele çok daha karmaşıktı; bir imparatorluk parçalanıyordu.

Bireysel düzeyde ihanet, isyan veya silahlı ayaklanma basit birer tavır değişikliği sayılamazdı. Bunların gerçekleştiği siyasal bağlam ve bireyleri bu denli ciddi tavır değişikliğine iten “mücbir sebepler” üzerinde düşünmek lazımdı. Yüzbaşı Torosyan durup dururken ihanet etmemişti! Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Osmanlı Ordusu’ndaki Ermeni subay ve askerî doktor ailelerinin tehcir edilmemesi konusunda kesin talimatı vardı. Bütün bunlara rağmen, “Oğlunuz Çanakkale’de öldü,” yalanını söyleyerek Torosyan’ın ailesini Suriye çöllerine süren İttihatçı Kaymakam Salih Zeki’nin “emanete hıyaneti” üzerinde de durmak gerekiyordu. O sabah, sohbet esnasında Yüzbaşı Torosyan’ın hikâyesinden –iyi bir yönetmenin eline düştüğü takdirde!– harika bir film yapılabileceğini ve kesinlikle Oscar’a aday gösterileceğini iddia etmiştim. Hâlâ da aynı görüşü savunuyorum! Şimdi düşünüyorum da, 1993 yılında bırakın bu konuda film yapmayı, Ermeni tehciri üzerine akademik çalışma yapmak bile pek mümkün değildi. Arşivler kapalıydı, resmî tezin dışında şeyler söyleyen birinin akademik hayatının bitmesi işten bile değildi. O zamanlar çalıştığım Marmara Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne neredeyse iki ayda bir YÖK’ten resmî yazı gelirdi: “Asılsız Ermeni iddiaları hakkında” hangi akademik çalışmaları yaptığımızı sorup dururlardı. Cevap bile vermezdik. YÖK’tekiler de Milli Güvenlik Kurulu’ndan aldıkları emirle bu anlamsız yazıları yolluyorlardı. Onlar da cevap beklemiyordu zaten! Heath Lowry ile sohbeti koyulttuğumuzda “Hocam, Genelkurmay’ın yayımladığı Çanakkale Savaşları’nın askerî tarihinde Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın adı hiç geçiyor mu?” diye sormuştum. Hiç unutmuyorum, “Ben baktım, ama pek bir şey bulamadım. İstersen, bir de sen bak!” demişti. Ne yalan söyleyeyim, hiç şaşırmamıştım. Anlaşılan, “devletlû takımı” Çanakkale boğaz savaşlarının madalyalı kahramanını yok saymayı seçmiş, tarihin sesini kısmak veya “geçmişi susturmak” istemişlerdi.

Yüzbaşı Torosyan gibi “aykırı” adamların, savaş kahramanı 14 olsalar bile milliyetçi Türk tarih yazımında yeri olamazdı. Ama Yüzbaşı Sarkis Torosyan Çanakkale’deydi! Geçmişi susturmak Michel-Rolph Trouillot, Geçmişi Susturmak: İktidar ve Tarihin Üretimi isimli ufuk açıcı eserinde 19. yüzyıl Haiti bağımsızlık mücadelesi tarihinden yola çıkarak tarihte “olanlarla” yine tarihte “olduğu söylenenler” arasındaki farklara dikkat çeker.3 Trouillot’nun önemle üzerinde durduğu mesele, geçmişle ilgili anlatıların üretilmesinde sosyal ve siyasal süreçlerin devreye girmesiyle tarihsel anlatının şekil değiştirmesidir. Burada sosyal ve siyasal süreçlerden kasıt, tarihi yazanların geçmişin anlatısı üzerinde kurdukları iktidar ve güç ilişkileridir. Trouillot’ya göre, iktidar ilişkileri geçmişin anlatısının kurgulanmasında her düzeyde “suskunluklar” yaratır. Bireysel düzeyde bile, geçmişte yaşanmış bir olayı anlatmaya başladığınız an –kaçınılmaz olarak!– elinizdeki olgular yığını içinden bir tanesini veya bir olgu grubunu seçersiniz. Olup biteni hikâye etmeye o olgudan hareket ederek başlarsınız. İşte bu seçim işlemi sırasında bile –her şeyi aynı anda anlatmak teknik olarak mümkün olmadığı için!– diğer bazı olguların susturulması söz konusudur. Bireylerin yazdıkları otobiyografiler, anı kitapları da bu tür sınırlamalarla ve suskunluklarla maluldür. Fakat iş genel olarak tarih yazımına ve tarihsel anlatının kurgulanmasına geldiği zaman, iktidar ilişkilerinin yapısal özellikleri devreye girmeye ve tarihsel anlatıyı şekillendirmeye başlar. İşte bu noktada, geçmişin susturulması iktidar ilişkileri tarafından belirlenir. Artık mesele bireylerin geçmişte olan bir olayı anlatırken yarattığı suskunlukların ötesinde bir noktaya gelmiştir. Milli devletin kuruluş ideolojisi doğrultusunda her şey yeniden kurgulanır. Tarih yazımına iktidarın müdahalesi çok acımasız bir biçimde gerçekleşir.

Bireyler de bazen içinde yaşamış oldukları tarihe yabancılaşırlar. 3 Michel-Rolph Trouillot, Silencing the Past: Power and the Production of History. Boston: Beacon Press, 1995. 15 Michel-Rolph Trouillot, tarihin susturulmasının dört değişik seviyede gerçekleştiğini gözlemlemiştir: Sessizlikler, tarihin üretim sürecinin dört kritik ânında devreye girerler: Olguların yaratılması ânı (tarih yazımında kullanılan [arşiv] kaynaklarının [yani belgelerin] oluşması); olguların toparlanması ânı (arşivlerin kurulması); olguların tekrar ele alınması (tarihsel anlatıların oluşması) ve geçmişe dönük olarak önemli/anlamlı olanın belirlenmesi (işin sonunda tarihin yazılması). Burada bahsedilen anlar kavramsal araçlardır, birbirini besleyen süreçlerin soyut birer ifadesidir. Bu şekilde bakıldığında, tekil bir tarihsel anlatının [oluşma evrelerinin] gerçekçi bir resmini çizmekten uzaktırlar. Daha çok, neden bütün sessizliklerin eşit düzeyde olmadıklarını ve sırf bu nedenle aynı şekilde ele alınamayacaklarını –veya tashih edilemeyeceklerini– anlatırlar. Başka bir şekilde ifade edersek, herhangi bir tarihsel anlatı, kendine özgü bir suskunluklar demetinden ibarettir. Bu itibarla, suskunlukların yapısal çözümlenmesi [deconstruction] için yapılacak işlemler [her tarihsel anlatıya göre] farklı olacaktır.4 Michel-Rolph Trouillot, tarih yazımında kullanılan arşiv belgelerinin de yazıldıkları anda bile belli bir zihniyet ve iktidar ilişkileri içinde üretildiğini hatırlatmaktadır. Örneğin, tarih yazımında kullandığımız arşiv belgelerinde bazı şeylerden bahsediliyor olması veya suskunlukla geçiştirilmesi bu bağlamda ele alınmalıdır. Arşiv dediğimiz şey, yazıya geçmiş ve birtakım hadiseleri anlatan belgelerin sistematik bir biçimde sınıflandırılmasından ibarettir. Kısacası, belgeler de işin sonunda bizden önce yaşamış birileri, örneğin bürokratlar veya askerler tarafından üretilmiş metinlerdir. Kendi başlarına bir şeylerin varlığını veya yokluğunu değil, fakat bir şeyden söz edilmiş veya susturulmuş olduğunu da bize gösterirler. Michel-Rolph Trouillot, tarihin susturulmasını son derece aktif bir süreç olarak ele almaktadır: 4 A.

g.y., s. 26-27 (Tercüme benimdir – A.A.) 16 Sessizlik ile anlatmak istediğim şey, aktif ve geçişken bir süreçtir: Birisi bir olguyu veya bir bireyi sustururken, tıpkı bir silaha susturucu takmış gibi davranır. Birileri [bilinçli olarak] susturma faaliyetine girişirler. Bahsetmek ve suskunlukla geçiştirmek, tarih denilen sentezin aktif ve diyalektik karşıtlıklarını oluştururlar.5 Michel-Rolph Trouillot’nun anlattıklarından yola çıkarak Çanakkale Savaşı’nın farklı dönemlerde kurgulanmış anlatısını ve işin sonunda ortaya çıkan milliyetçi tarih yazımını incelediğimiz zaman son derece ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Askerî tarihin açmazları Askerî tarih, ulus devletin kurucu ideolojisinin en fazla yansıdığı disiplinlerden biridir. Ulus devletlerin kuruluşuna giden toplumsal ve siyasal süreçte yapılan savaşların, milliyetçi ayaklanmaların veya anti-emperyalist mücadelelerin tarihini yazmak aslında ulusun doğuşunun anlatısını kurgulamak demektir. Ulus devletlerin kuruluş efsaneleri, kaçınılmaz olarak o ülkedeki tarih yazımını ve özellikle de askerî tarih yazımını şekillendirir. Yeni devletin kuruluşuna giden yolda verilen “milli mücadele” tarihsel anlatıya dönüşürken, Trouillot’nun dikkatimizi çektiği “olanlarla” tarihte “olduğu söylenenler” arasındaki makas giderek açılmaya başlar. Askerî tarihler, “geçmişin susturulması” bakımından son derece zengin örneklerle doludur.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir