Selim İleri – Ölünceye Kadar Seninim

Akşamüzeri — bu, günün en duyarlı saati— sona eriyordu. Süha Rikkat, güzellikler, hep ince sızılar, yürek çarpışları, o kadar içe işleyici hislerle geçen ömründen bir zaman dilimi daha eksildiği için üzgündü. Acıları, yaşama zevki edindiğinden beri, hayat denen o müthiş depremle barışıklık sağlamıştı. Her yer, her şey çatırdarken o, sapasağlam, bir kale gibi ayakta duruyordu; kunttu; yenilmemişti, yenilmeye de niyeti yoktu. Çocuksu bir ifadeyle gülümsedi (aynanın karşısındaydı). Yoo, bu bambaşka barışıklığı, hayatın, depremin sarsıntılarına, onmaz yaralarına alayla dudak bükmeyi nice zamanlardan sonra öğrenişi kimselere anlatamazdı; anlatmasına imkân yoktu. Bunu yaşayan, duyan bitir ancak, diye geçirdi içinden. Hayatın büyük gizini çözmüştü. Şimdi öç alma sırası kendisindeydi. İşte akşamüzeri de en çok yarım saat sonra el ayak çekecekti. Bu duyarlı vakitte gönlünce yaşayabileceği bir yarım saati, belki de on beş yirmi dakikacı­ — 11 — ÖLÜNCEYE KADAR ŞENİNİM ğı kalmıştı. Çünkü yalnız akşamüzerleri benliğine kavuşabilirdi. Aynanın sol köşesine ışık demeti akıyordu. Bütün ışıklara âşıktı. Bej şapkasını ortalayarak, boyatmadığı için İftihar ettiği saçlarından bir tutamı, gelişigüzel açıkta bıraktı; biraz dikbaşhydı kır bükte.


Sonra, bu mevsimdönümlerinde, saçlar tutam tutam dökülüyordu; boyatmadığı için kendisiyle övünebilirdi ama, seyrek saçlı bir kadın olmak da, ne yalan söylemeli, hiç hoşuna gitmiyordu. Gülümseyişi buruklaştı. Çocukluğu, ilkgençliğı. manolya kokulu gençkızlığı epeydir ardında kalmıştı. Hâki yağmurluğunun — pelerin kesimliydi— yakasından kırmızı ipek eşarbı fışkırıyordu: geçen yıl, yetkesizliğin sona erdiğine güvenerek, indirimli satışlarda Vakko’dan almıştı. Tabiî siyah, ökçesiz rugan ayakkabılarım giymiş, birörnek siyah rugan çantasını koluna geçirmişti. Çantaya son bir kez göz attı, aynanın önünden çekilerek: cüzdanı, kimliği, Italyan mozayığı ilâç kutusu, plastik şişedeki limon kolonyası, yayımlanmış son romanı, dolmakalemi — yeşil mürekkep kullanırdı— , ucunda kırmızı konca gül işlemeli üçgen katlanmış beyaz ince keten mendili, kemik tarağı yerli yerindeydi. Her olasılığı göz önünde tutarak, bir paket de kâğıt mendil taşırdı yanında, daima. Dudakları açılıp kapandı. Tek kişilik yaşantısında en büyük ilkesi, derlitop- — 12 — Ci-ÜNCEYt KADAR ŞENİNİM fuluğu elden bırakmamaktı. Evin dağınıklığı, kitaplar – kitaplar yüzündendi. Beybabasının cenazesine giderken bile — Osmanağa Camii’nden kaldırılmıştı; devrin başbakanı (adamcağızı asmışlardı) çelenk göndermek inceliğinde bulunmuştu: doğrusu çok takdir etmişti Süha Rikkat— , çantasını gözden geçirmeyi ihmal etmemişti, evden çıkartılırken, Mükerrem Bey koluna girmiş: acı… çok acı günlerdi. Akşamüzerleri oldum olasıya Süha Rikkat’i etkilerdi. Kapının üst ve alt kilitlerini… … alt kilit yağlanmalıydı; gündelikçi kadına söyleyecekti: anahtar zorlukla döndü. O kadar para alıyorlar, yine de hiçbir işle kendiliklerinden ilgilenmiyorlardı.

Bir kez daha hafifçe omuzlayarak yokladı. Evet, kapatmıştı havagazını ana musluktan. Aradığı hiçbir kitabı yerinde bulamazdı. Akşamüzerlerini günün mavi, turuncu, pembe, kızıl, hattâ san yalımlarla tutuşmasını, hele kırlarda, açıklıklarda, te ­ pelere o ‘rüzgârlı bayır’lara bakarken, bazı eski ahşap köşklerin pencerelerindeki cam yangınını camlar kırılmış, köşklerin çoğu da yıkılmıştı ruhun kederlerle bu son çengini bir âyin… nasıl söylemeli… insanı dinlendiren, dinginliğe çağırarak, acılarını sarıp sarmalayan bir musiki, bir konser gibi izlerdi. Eve döner dönmez not edecekti düşüncelerini. Unutmamalıydı. Yoksa hemen mi yazmalıydı? Bazı eski ahşap köşklerin pencerelerindeki o cam yangını — 13 — ÖLÜNCEYE KADAR ŞENİNİM bir musiki, bir konser gibi beni etkiler; akşamın bu son çenginde, ruhum kanlar İçinde serilirdi. Anılarını yazacaktı yakında. Bir sanatkârın özel yaşamında mahrem hiçbir şey olamaz. O köşkler de, hülyalı hayatlarımız gibi yıkılıp gitti… Fakat İçeriye girmeye üşendi. Bir iki cümleciği de unutacak değildi ya. Maalesef apartımanlarla çevrili bir mahallede yaşıyordu artık. O tek akasya ağacını da birileri kesmişti. Doğa korunmuyordu; doğayı koruyan kalmamıştı. Bir zamanlar bu kentin dörtbir yanı ağaçlarla çevriliydi: o günlere, akasyalara, erguvanlara, ıhlamurlara.

ulu çınarlara yetişmişti Süha Rikkat. Şehrin havası gün geçtikçe kirleniyordu. İşte bu yüzden birkaç yıldır, yoz kış demeyip, açık, aydınlık, pussuz havalarda sokağa çıkıyordu gün batarken (yağmurlu, rutubetli havalarda romatizması azıyordu; sol tarafı sızım sızım sızlardı), yürüyüşe. (Üç numaranın çocuğu yine bas bas bağırarak ağlıyordu.) Ve o saatlerde hayatı, romanlarının başlıca konusu olan kırık fakat ateşli aşkları, insanların içli yalnızlıklarını çok doha derinden kavrardı. Merdivenin ışığını yaktıktan sonra, bodrum kattaki — aydınlık çekiyordu sesleri— piç kurusunun çığlıklarına aylardır nasıl katlandığına şaşarak, çoraplarının sarkıp sarkmadığına baktı: ikisi de düzgündü. İnsan her şeye alışıyordu; «Elveda Ferit!» apartıman hayatının cenderesine de. Bir özelliği vardı akşamüzerlerinin: kesinlik taşımayan, erselik saatlerdi. Sözgelimi, şu dünyanın her şeyinden uzak, bir ckşamüzeri, kırlarda gözlerini — 14 — Ö1.ÜNCFYE KADAR SENİNÎM hayata açsa, bu yaşında bir bebek saflığıyla… o dantel dantel renklerin, uçları tutuşmuş gökyüzü örtüsünün bir şafağa mı, bir tan ağışına mı, yoksa günbatımına mı serildiğini bir süre anlayamayacak ve uçuk, gelgeç renkler, alacalar ortasında, dünyanın sefil ihtiraslarından kurtardığı için Allah’a şükredecekti. Bu yenî hayatı, sorunlarla dolup taşmayacaktı artık. Şu dünyada bir başına kalmıştı. Biraz geç kalmıştı bugün akşamüzeri yürüyüşüne. Geç kalmıştı; çünkü öğledensonra Nimet telefon otmiş, kendisini hiç ilgilendirmediği halde pek suflî bir karıkoca meselesini — eniştesi bu yaştan sonra genç bir kadına tutulmuştu: ilk defa olmuyordu— *j – zun uzadıya anlatmıştı. Âdeta boşalarak anlatmıştı; gözyaşlarından sonra açılmış, hattâ bu yeni kadının, ablasının romanlarına tutkun olduğunu biraz garip bir sesle söylemişti.

Bunu da kavgaları sırasında Nimet, Avni Bey’den öğrenmiş. Ne demek istediyse… Kızkardeşinin böyle dertleri her zaman can sıkıcıydı (oldum olasıya Süha Rikkat’i kıskanmıştı); «Artık dayanamayacağım,» diyordu, hep aynı terane. Ama Süha Rikkat, ağırbaşlıklıkla, olgunlukla, yeni kadının eserlerini beğenmesi meselesini de sindirerek, nezaketinden karşı tarafın sözünü kesememişti; kesmemişti. Boyuna saatine bakmış, okuma vaktinden açıkça çalınmış bu pespaye gevezeliği sonuna kadar dinlerken, Nimet’in abuksabuk yakınmalarını, ikide birde burnunu çekişini, günün birinde edebiyata kazandırıp kazandırm ayacağını — her yaşantı yazıya geçirilmeliydi— için için sormuştu. Beyinsiz bir kadındı ktz- – 1 5 — ÖLÜNCEYE KADAR ŞENİNİM kardeşi; bir romancıyla bu kadar uzun konuşulmaması gerektiğini asta öğrenememişti; bilmezdi. Bilm ezdi: romancı, özel dünyasında yalnız bırakılması gereken kişidir. Sözcükler uçuşur, sözcükler kanat çırpışları gibi kulaklarda yankılanır. Romancı her zaman bu sözcüklerin esiridir. Hem Nimet anlayışsızdı da. Eniştesinin itk macerası değildi… İyice yaklaşıp, on bir numaranın kapısını kokladı: buradaki türkücü oğlanın esrar çektiğini söylemişlerdi. Pencereler açık içiyordu herhalde. …Sık sık böyle mevsimlik — hele yaz sonlarında— aşklara kapılır, günlerce yemeden içmeden kesilir, sonra cok çile çekmiş bir derviş görünümünde Nimet’den bağış dilemeye geri dönerdi. Nimet onu hep offetmişti. Ya baştan ayrılacaktı kızkardeşi, ya da böyle otuz yıl sonra bir gençkız heyecanıyla gözyaşları dökmeyecekti : o ses. o ağlamaklı sesteki kırılgan tını… yüzünü buruşturdu.

Bütün bu ilişkilerde adını koyamadığı garip, söze döküiemez bir bayağılık hissediyordu Süha Rikkat (kendisi hiç evlenmemişti). Mermer basamaklar böyle beyaz bir yüzey düzlük gibi gözünü aldığından, dikkatle, trabzana tutuna tutuna inmek zorundaydı. Avni Bey gözü çöplükte kalmış horozlardandı. Vaktiyle bu katı; çatı katını; satın aldığına pişmandı; asansörsüz bir apartıman. — 16 — ÖLÜNCEYE KADAR ŞENİNİM Evet, belki de bu meseleleri yazmanın tam sırasıydı. Edebiyatın değiştiği söyleniyordu. Kendisi sonbahar aşklarını, yaz sonlarında başlayıp, sert bir rüzgâr, fırtına, yağmur gibi insanı sarsan şiddetli tutkuları defalarca kaleme almıştı; memleket çapında okunan bir romancıydı. Bu sevda romanları baskı üstüne baskı yapardı. {Başka bir şey daha eklemesi gerekirmiş gibi, bir an durakaldı.,. Kapıcı basamakları silmemekte inat ediyordu. Yönetici kayıtsızdı, Mermerler süt beyazı olmalıydı, lekesiz, pırıl pırıl.) Bir piyanonun sesi işitilir, bir keman ona eşlik eder; açık bir pencereden tül perdeler dışarıya uçuşurdu. Genç kızlar, köşk bahçelerinde hep uzun beyaz giysiler içinde dolaşır; aşklarını itiraf edememiş delikanlılar, gül demetleriyle beyaz eteklerin önünde diz çökerlerdi. Büyük aşk sahneleri, ayrılıklar, bekleyiş, sonsuz bekleyiş doludizgin akardı.

Daima bir opera duyarlığında yaşamıştı Süha Rikkat.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir