Yavuz Bahadiroglu – Sehzade Selim

Fatih Sultan Mehmed tarafından 1461 yılı Ağustos’unda fethedilen Pontus Rum Krallığı, şimdi Şehzade Selim’in idaresinde bir Osmanlı sancağı… Son Pontus Kralı David Kommen’in haşmetli sarayı, çoktan beri Şehzade Selim’in ikametgâhı, Trabzon’un idare merkezi ve adaletin sembolü… Geceyarısını çoktan geçmiş, Trabzon, Karadeniz’in kollarında uyumakta; tatlı gece melteminin okşayıcı nefesi ile denizin kayalara çarptıkça çıkardığı ses, bu derin uykunun ninni fısıltıları… Meçhul derinliklere ağ atmak için geceyarısı sahile inen balıkçıların neşeli çığlıkları bazen kapalı kapıları delerek şehzadenin kulaklarına çarpıyor. Kaşları alabildiğine çatılmış, pos bıyıkları sinirli bir intizamsızlık içinde çenesine doğru sarkmıştı. Sakalı yoktu. Oval yüzü bütün canlılığı ile meydanda idi. Kaim, etli dudaklarının iki yanındaki derin iki çizgi, kafasının içindeki endişeleri dışa vuran en açık delillerdi. Yağ kandilinin titrek ışığı Şehzade Selim’in gözlerinden fışkıran alevli oklarla çatışınca soluyor, sanki korkudan titriyordu. Ortadan biraz uzun boylu, geniş omuzlu, kartal burunlu Osmanlı şehzadesi Selim, sarayın harem kısmına hâlâ geçmemişti. ŞEHZADE SELİM ? 9 Ne zamandır büyük çalışma odasının halılarını tekmeleyerek dolaşıyordu. Arada bir elini tek kulağına atıp sinirli hareketlerle kulak yumuşağını çekiştiriyordu. Kafasındaki tek düşünce, Safevî Sultanı Şah İsmail’le ilgili idi. Giderek azıtıyordu. Osmanlı Sultanı İkinci Bayezid’in yumuşak başlılığını alabildiğine istismar ediyor, bir taraftan “Muhterem babamız” diye baştan okyaşıcı mektuplarla Bayezid’i okşarken, bir taraftan da ülke sınırlarını aşarak baskınlar veriyordu. Osmanlı Devletinin kervanlarını soyuyor; kızlarını, kadınlarını kaçırıyordu. Şimdiye kadar Şah İsmail’e, Şehzade Selim, defalarca haber göndermişti. Kendisine bir çeki düzen vermesini, haddini bilmesini ve devletin başında kalmak istiyorsa, hudutları ihlal etmemesini söylemişti. Fakat Şah İsmail, Şehzade Selim’e ehemmiyet vermiyordu. Bir mektubunda: “Devletin başında babanız dururken müdahale hakkını nereden alıyorsunuz?” diye sormuştu. “Bayezidi Veli, senin pederin olduğu kadar bizim de pederimizdir. Şahsına ziyadesiyle hürmetimiz, muhabbetimiz vardır. Bu işlere karışma. Tavsiye ederim, sancağının idaresiyle meşgul ol; benim senle bir alış verişim yoktur.” Bu tehdit, Yavuz’un kanını başına çıkarmaya yetmiş de artmıştı bile. Yumruklarını sıkmış, gözlerini iyice kısarak gürle- mişti: “Senin de haddini bildirmezsem namerd olayım!” Birden durdu. Beyninde şimşekler çakıyordu. Sanki biri kulağına fısıldamışü: “Tam vaktidir, ey Selim!” Ellerini oğuşturuyordu: “Evet, tam vaktidir. Selim’in kim olduğunu Safevî Hükümdarına göstermenin tam vaktidir.” Kapıya döndü: “Nöbetçi!” 10 ? ŞEHZADE SELİM Bir yeniçeri girdi odaya, eğildi: \ “Buyur, Beyim.” \ “Malkoçoğlu Ali Bey’e haber sal, hemen gelsin!” “Ferman Efendimizin.” ‘ Malkoçoğlu Ali Bey, Sofya Sancak Beyi idi. Gözüpek, akıllı ve Şehzade Selim için canını vermekten çekinmeyecek kadar sadık bir yiğitti. Hemen hemen yaşıttılar. Bir sene evvel Trabzon’a, Selim’i ziyarete gelmiş ve bir daha sancağına dönmemişti. Kapalı kapılar ardında uzun zaman duramıyordu. Şimdiye kadar kaç savaşa katıldığını, kaç kâfir kellesi vurduğunu kendisi de bilmezdi. On altı yaşında iken savaş erliğine girmiş, o günden sonra kılıcını kınına sokmamıştı. Malkoçoğlu Tur Ali Bey adında bir ağabeyi vardı. Silistre Sancak Beyi idi. Kader iki kardeşi ayrı kişilerin emrine vermişti. Malkoçoğlu Ali Bey, Şehzade Selim’in padişah olması halinde, Osmanlı Devletinin en kuvvetli dönemine ulaşacağı inancı ile kılıcını Selim’in emrine verirken, ağabeyi Tur Ali Bey, Amasya Valisi Şehzade Ahmed’e gönül bağlamış, gücünü onun gücüyle birleştirmişti. Sözleşmişlerdi. Tur Ali Bey Şehzade Ahmed’in, Ali Bey ise Şehzade Selim’in padişah olması için çalışacaklar, ancak birinden biri padişah olduktan sonra, hiçbir kırıklık duymadan, emrine gireceklerdi. Kapının açıldığını duyunca, Şehzade Selim, dönüp baktı. İçeri giren genç adama gülümsedi: “Seni rahatından ettik Malkoçoğlu.” “Rahat ne kelime Şehzadem, biz rahatı da, huzuru da cenk meydanlarında arayanlardan değil miyiz? Her zaman, gece ve gündüz Şanlı Şehzademizin emrinde olalım diye sancağımızı bırakıp gelmedik mi?” Selim biliyordu ki, karşısındakinin kalbinde riyadan eser yoktu. Dudaklarından dökülen her sözü kalbinden koptuğu gibi. Elini omuzuna koydu: ŞEHZADE SELİM ? 11 “Sağol” dedi. “Dalkavukluktan nefret ettiğimi bilirsin, methedilmekten hazzetmediğimi de; yiğit olan kendini cenk meydanında göstermeli. İnsan, varlığını önce kendine, sonra başkalarına ispatlamalı, ama hiçbir zaman medihle yükseleceğini umma- malı, umarsa alçalır.” Malkoçoğlu yanlış anlaşılmış olmak endişesiyle: “Ben, haşa, hiçbir zaman dalkavuk olmadım.” “Biliyorum, sen istesen de olamazsın zaten, o bir yaratılış meselesidir. Alçak ruhların hezeyanıdır. Senin bütün kabahatin içinden geldiğince konuşman.” “Affediniz!” “Hadi canım, affedecek ne var. Kalbinden geldiği gibi konuşmasan yanımda kalabilir miydin sanıyorsun? Ruhun doymuş senin. Biliyor musun, aç karınlardan ziyade aç ruhlara acımalı.” Gitti, bir minder çekip üstünde bağdaş kurdu. Malkoçoğlu Ali Beye de oturmasını işaret ettikten sonra: “Dinle,” dedi. “Seni gece yarısı bunları söylemek için çağırmış değilim. Fikrini sormak isterim.” “Hangi hususta?” “Şu Safevî Şahı İsmail denen kopuk konusunda. Biliyorsun, Devlet-i Al-i Osman’ın topraklarını çiğner. Son olarak Dulkadir Hükümdarı Alaüddevle’nin üstüne sefer etti. Bunu yapmak için de topraklarımızı ezdi. Sıra bizde şimdi.” “Herhalde Acemistan’a saldırmayı düşünmüyorsunuz?” “Niçin düşünmeyeyim? Vakti geçiyor bile. Şu kendine şah dedirten habis, kaçıncı defadır asayişi ihlal eder. Bir ders almasının vakti gelmiştir. Üstelik Dulkadiroğlu Alaüddevle, ana tarafından akraba gelir bize. Ona saldırmak, bir bakıma bize saldırmakla eştir. Sultan pederim bunu nasıl değerlendirir dersin?” 12 ? ŞEHZADE SELİM “Şah İsmail kurnaz bir tilkidi^-, Şehzadem. İşi iyi idare eder. Şevketlü Sultanıma bir name yazlp, özür diler.” Yavuz Selim bıyıklarını çekiştirdi: “Ve, Peder Sultan da tutar affeder, öyle mi?” 1 “Zannederim!” “Olacak iş değil. Sultan pederimin bu hamiyetini biraz da kendi teb’ası için kullansa ya. Safevî çömezinin ayağı ülkenin böğrüne değdikçe, millet ıztıraptan nefes alamaz oluyor. Devlet-i Al-i Osman’ın haysiyeti kaç paralık oldu Malkoçoğlu, bilir misin? Cennetmekan büyük pederim Fatih, Otlukbeli’ne boş yere at salmadı. Uzun Hasan’ı yere çaldığı gibi, elbet İsmail Safevî’yi de çalardı. Fakat sultan pederim hiç o taraflarda değil. Yaşlandıkça ipin ucunu kaçırır oldu. Devletine, milletine kötülük edenleri niçin affeder, anlamam!” “Siz affetmez miydiniz?” “Ben mi? Şahsıma kötülük eden düşmanı affedebilirim, lakin dinime, vatanıma kötülük edenleri asla affetmem. Hayatım boyunca bu ölçüye sadık kalacağım.” Malkoçoğlu, başını salladı, tasdik etti: “İyi bir ölçü, Hazret-i Ali’nin buyruğuna uymak ne kadar güzel. Der ki: ‘Şahsınıza kötülük eden düşmanı affediniz, fakat di- ninize, vatanınıza, milletinize düşman olanları asla affetmeyiniz.’ ” “Bunu bilmiyordum, sayende öğrenmiş oldum, sağol.” “Bilmek neye yarar Şehzadem? Bilmiyordunuz, ama yapıyordunuz, mühim olan da budur.” Şehzade Selim kalktı, köşedeki büyük bir masaya yürüdü, sürmeyi çekti, bir kâğıt çırakıp Malkoçoğlu’na gösterdi: “Dulkadiroğlu Alaüddevle’nin mektubundan haberin var değil mi?” ŞEHZADE SELİM ? 13 “Var Şehzadem. Şah ismail, Dulkadiroğlu Alaüddevle’nin güzelliği dillere destan kızını istemiş, razı gelmeyince de topraklarına saldırmış; dedelerinin kabirlerini yıkmış, Alaüddevle’nin bir oğluyla iki torununu esir alıp kazığa vurdurmuş, bunlar yetmez gibi Diyarbekir’i istila eylemiş.” Sözü Şehzade Selim aldı: “Akrabamız Alaüddevle canını zor kurtardı. Sultan pederimden bir yardım görmeyeceğini bildiği için bana müracaat ediyor. Yardım istiyor. Ne dersin Malkoçoğlu, yardım istemek için uzanan eli görmezden gelmek şanımıza sığar mı? Biz ki Cennetmekân Fatih Sultan’m torunu Selim’iz. Elbette İsmail denen çöl kopuğuna haddini bildirmemiz gerek. Sinsi sinsi içimize sokulup bizi içimizden vurmasına müsamaha göstermek bize yaraşmaz. Böyle giderse Anadolu elden çıkar, bütünüyle fesadın çemberine düşeriz.” “Doğru söylersiniz, Şah İsmail’in halifeleri Anadolu’yu karış karış taramakta, fesadı içimize sokmaktalar. Lakin bu cereyanın karşısında Trabzon Sancağı’nın cüz’i kuvvetiyle çıkmak bilmem yerinde mi?” Genç Sancak Beyi kalktı. Ellerini önüne kavuşturarak hafifçe eğildi: “Az evvel içimden geldiği gibi konuştuğum için beni istekle yanınızda tuttuğunuzu söylemiştiniz. İzniniz olursa yine içimden gelenleri aynen söylemek isterim: Safevîlerle kesin mücadeleye girişmek ve bu mücadeleyi kazanmak istiyorsanız padişah olmanız lazımdır.” Elini havaya kaldırdı, sesini yükseltti: “Mutlaka lazımdır! Malumunuz, yıllardır Osmanoğlünun kılıcı kınında uyur. Sultan pederimiz sefere çıkmaktan imtina eder. Yeniçeri ve sipahi takımı uzun süre kışlada kaldığında neler olur bilirsiniz. Kanları kaynayan bu yiğitler hareketsiz du14 ? ŞEHZADE SELİM rursa, savaş heyecanlarını söndürmek için kılıçlarını uevlete yöneltebilirler. Bu heyecanı ardından sürükleyebilecek kudrette ve dirayette bir padişaha ihtiyaç var. Bilsem ki, bu kudret ağabeyiniz Korkud’dadır, onun yanında olurdum. İnansam ki, bu kuvvet ağabeyiniz Ahmed’dedir, hizmetine girerdim. Fakat ben size inanıyorum ve inandığım için de emrinizde bulunuyorum. Şunu bilesiniz Şehzadem; İsmail Safevî ikinci işinizdir. Birincisi, Osmanlı Devletine padişah olmaktır.” Şehzade Selim dalmıştı. “Büyük ideallerden söz edersin” dedi. “Büyük ideal, evet! Ama benim bahsetmem bir şey değiştirmez, asıl bu büyük ideale sizin bağlanmanız gerek.” “Bu yolun dikenlerle kaplı olduğunu bilir misin Malkoçoğlu?” “Bu dikenli yolu iradenizle açabileceğinizi de bilirim.” “Bu yolda çok büyük acılar da vardır.” “Katlanmasını bilen için acının ne önemi olabilir?” Şehzade Selim pencereye yürüdü. Malkoçoğlu’nun bahsettiği dikenli yolu gerçekten iradesiyle açması lazımdı. Acılara katlanması gerekti. Madem ki bir ideal yolculuğuna çıkacakı. Bu yolculuğun getireceği bütün meşakkatlere, ıztıraplara şimdiden hazır olması icap ederdi. “Ben yürek acısına, sözün şifa olacağına inanmam” diye söylendi. Malkoçoğlu bu sözleri de duydu. Ümitsizliğini belli eden bir sesle: “Madem böyledir, uyuyunuz Şehzadem,” dedi. “Acıları dindiren en iyi ilaç uykudur.” Yavuz Selim hızla döndü, delici bakışlarını Malkoçoğlu’nun yüzüne dikti. Elini hiddetle salladı: ŞEHZADE SELİM ? 15 “Bre! Sen bizi kundakta bebek mi bellersin ki, uyku ile acılarımızı dindirmeyi tavsiye edersin? Beynin kıvrımları arasına sinmiş bir fikri, o fikirden doğan acıyı uykunun dindirebileceğine ihtimal vermem. Sen bilir misin, nice geceler rüyama gaza meydanları girer? Yeniçeri ve sihapi kulların başında atım Karabulut’a binerek Safevî İsmail’in üstüne vardığımı gördüm. Birgün bu rüyaların hakikat olması ihtimali vardır. Fakat önümde dikenler dağ gibi yığıldı. Saltanata açılan bütün yollar tuzaklarla dolu. Benden önce Şehzade Korkud var, Şehzade Ahmed var, Şehzade Şehenşah var. Pederim Sultan Bayezid Han, Ahmed’e daha meyyal; onu veliaht yapmak ister, duyarım. Bunu belki pederim düşünmez de, Sadrazam Hadım Ali Paşa düşünür, yahut diğer devlet erkânı. Şehzade Ahmed’in yumuşak başlılığı ümeranın iştahını çeker. O sultan olursa, makamlarını koruyacaklarını ve Devlet-i Al-i Osman’ı diledikleri gibi evirip çevireceklerine inanırlar.” Yumruklarını pencereye doğru salladı: “Billah müsaade etmeyeceğim!” Malkoçoğlu Ali Bey, rahatlamıştı. Derin bir nefes aldı: “Beklediğim söz iki dudağınızın arasından çıktı ya Şehzadem, artık ölsem de gam yemem.” “Hangi söz?” “Billah müsaade etmeyeceğim dediniz. Demek saltanat mücadelesine başlıyorsunuz; nicedir bunu bekliyordum.” Ellerine sarıldı: “Devlet-i Al-i Osman’ı yüceltebileceğinize bütün kalbimle inanırım. Ağabeyleriniz, saltanat mücadelesini çoktan başlatmışken, bir kenarda seyirci gibi durmanız içimi kemirirdi. Devlet onlara kalır diye korkardım.” “Ne çıkar? Onlar bizim ağalarımız.” Gözlerini yere çaktı: 16 ? ŞEHZADE SELİM “Şahsi hiçbir hırsım, hiçbir dileğim yoktur, Şehzadem. Bunu sizden iyi kim bilebilir?” “Doğru.” I “İnancım uğruna kılıç sallarım, sadece inancım uğruna! Ve inandığımı da açıklıkla söylerim. Yine izninizle söyleyeceğim) Ağanız Korkud, tekke adamıdır Beyim. Alimdir, fazıldır, velakin kılıç eri değildir. İlminiz, faziletiniz yanında sizin bir de maharetli kılıcınız, yıkılmaz iradeniz var, bu yüzden padişah olmanızı dilerim. Ağanız Ahmed şairdir, musikişinastır, yumuşak başlıdır; siz de şairsiniz, musikiyi bilirsiniz, fakat yumuşak başlılığınız yanında kahredici bir sertliğe de sahipsiniz. Bu yüzden padişah olmanızı dilerim. Bir idarecide ve askerde gereken bütün meziyetlere fazlasıyla malik bulunduğunuz için…” Şehzade Selim elini hançerine attı: “Sözlerinde riyadan eser olduğunu bilsem, Allah aşkına, şu hançeri böğrüne çalardım! Fakat samimiyetin derecesine vakıfım. Allah rızasına uygun davrandığına inanıyorsun.” “Evet Şehzadem, Allah rızasını her hareketime hakim kılmaya çalıştım. Belki kusurlarım oldu, fakat O, Rahimdir, affı sever.” “Amenna, seni zahmete koştuk, bağışla. Acele etmemem gerektiğini anladım. İsmail-i Safevî’ye aceleyle saldırmaktansa, İstanbul’dan gelecek habercileri beklemek daha evladır. Bakalım Sultan pederimiz ne tavır takınır? O vakte kadar civardan asker toplamalı. Elimizdeki küçük kuvvetlerle Şah İsmail’e karşı çıkmak akıl kârı değil. Sayende bunu da öğrendik.” Elini Malkoçoğlu’nun omuzuna koyup sıktı: “Sağol yiğidim, vefakar dostlarımla her zaman iftihar ederim.” “Biz de sizinle iftihar ediyoruz, Şehzadem. Bütün silah arkadaşlarınızın koltuklarını kabartıyorsunuz. ‘Selim’in yoldaşları- ŞEHZADE SELİM ? 17 yız’ derken, hallerini bir görseydiniz, sanırdınız ki dünya fatihisiniz.” “Büyük lakaplar layık olmayanları yükseltmez, aksine alçaltır Malkoçoğlu. Olduğumuzdan fazla göstermeye çalışmayın bizi. Şimdilik Trabzon Sancak Beyi Şehzade Selim’den başka bir şey değiliz. Sultan Bayezid’in en küçük oğlu Selim. O kadar küçük ki, Sultan Peder onu evlattan bile saymaz.” Hızla pencereye yürüdü. Yırtarcasma perdeleri çekti. Gecenin koyu karanlığı yavaş yavaş yerini şafağın alaca rengine terkediyordu. “Gidebilirsin” dedi. *** Şehzade Selim, İstanbul’daki mutemed adamı Piri Mehmed Çelebi’den gelecek haberi beklerken, Şah İsmail’in payitahtı Tebriz’den biri geldi. Adam yıkılacak derecede yorgundu. Erzincan-Trabzon arasını atla üç günde almıştı. Yorgunluğuna rağmen, huzura kabul edilmesini ısrarla istedi. Durumu Şehzade’ye bildirdiler. Zaten merak edip duruyordu. Elçinin derhal getirilmesi için emir verdi. Gelir gelmez de sordu: “Hasan Can karındaşımız nasıl?” “Devletlü Efendimize duacı, çok selam etti, ayrıca bir de name gönderdi.” Boynuna astığı yuvarlak deri kutudan çıkardığı boru şeklinde katlanmış mektubu Şehzadeye uzattı. “Bizim taraflar karışıklık içinde. Şah İsmail’in Dulkadiroğlu Alaüddevle’ye taarruz etmesi, birtakım şahsi işleri yüzünden. Millet homurdanır durur. Biz Şah İsmail’in hususi işleri için kan akıtmak istemeyiz diyenler, çoğunlukta. Tabii Şah İsmail yalnız bir sultan değil, Şiiliğin de lideridir. Ne derse ona uymak dinin borcudur diyenler de var. Sultan Pederinize elçiler çıkarıp özürler dilemiş.” 18 ? ŞEHZADE SELİM Yavuz’un kaşları yay gibi kalktı, gerildi: “Özür ha!.. Hepsi bu kadar demek?” “Pederiniz de nasihatlerde bulunmuş. Devletinin hudutlarını ihlal etmemeye dikkat göstermesini, şayet Osmanlı Devleti hudutları içinde haddi bildirilecek varsa, kendisini haberdar eylemesini, gerekirse, haddini kendisinin bildireceğini yazmış.” Şehzadenin gözlerinde şimşekler çakıyordu: “Var istirahat et, yorgun görünüyorsun. Hasan Can karındaşımızın dostu, bizim de dostumuzdur; sarayımızda kendi evin gibi davran. Dönüşünde bir name vereceğim. Hasan Can karındaşımıza iletirsin.” “Emredersiniz Şehzadem.” “Gidebilirsin!” Adam, geri geri yürüyerek çıktı. Şehzadenin içi içine sığmıyordu. Koca gövdesi, fırtınaya tutulmuş bir çınar gibi sallanıyor, sinirinden zangır zangır titriyordu. Kapıyı araladı: “Tiz Malkoçoğlu’nu bulun bana, iki eli kanda dahi olsa gelsin.” Nöbetçi eğildi: “Ferman Efendimizin!” Koşarak gözden kayboldu. Dayanılacak gibi değildi. Şu Şah İsmail denen riya küpüne bakm hele. Bir yandan Devlet-i Al-i Osman’ın harim-i ismetini çiğniyor, sonra da yaptığı alelade bir şey gibi sadece özürle geçiştiriyordu. Şimdi Osmanlı tahtında kendisi bulunmuş olsaydı, haberi aldığı saatte Ordu-yu Hümayunu hazırlar, dünyayı Şah İsmail’e dar ederdi. Ne yazık ki, elindeki kuvvet bu işi yapmaya yeterli değildi. Üstelik babasının mani olmak isteyeceği muhakkaktı. Her nedense oğullarından esirgediği sevgiyi, muhabbeti, ŞEHZADE SELİM ? 19 Şah İsmail’e gösteriyordu. Bundan faydalanan Şah İsmail ise, giderek kuvvetleniyor, Anadolu’yu da kendi inancının ekilmeye müsait tarlası haline getiriyordu. Malkoçoğlu’nun içeri girdiğini görünce: “Be hey!” diye gürledi. “Biz burada oynaşta iken Sultan pederimiz haniyse Anadolu topraklarını Safevî Sultanına hibe etmekte.” Malkoçoğlu iliklerine kadar titrediğini hissetti: “Ağzından yel alsın. Hiç öyle şey olur mu?” “Sen olmaz dersin, lakin olanları bir bilsen. Şah İsmail devletimizi basıyor, koruyucu kanatlarımız altında ömrünün sonuna gelmiş Dulkadiroğlu Alaüddevle’yi perişan ediyor, sonra da aff-ı şahaneye mazhar oluyor. İnsan, Şah İsmail’in neyin peşinde olduğunu bilmeyecek derecede kör olabilir mi? Anadolu’yu baştan sona Şii yapıp, bize karşı kullanacak.” Birden Hasan Çan’ın mektubunu hatırladı. Unutmuş, elinde kalakalmıştı. Malkoçoğlu’na uzattı: “Hasan Çan’dan, oku hele, bakalım ne diyor?” Mektup, Yavuz’un kanaatini perçinliyordu. Yazılanlar Osmanlı Devleti hesabına hiç de iç açıcı şeyler değildi. Şah İsmail, gerçekten Anadolu’yu ülkesine katma sevdasında idi. Bu yüzden deneme akınlar yapıyor, bir yandan da Şiiliği yaymak suretiyle içten fethe çalışıyordu. Hemen her yere Şii halifeleri yerleştirmiş, halk iğfal edilmeye çoktan başlanmıştı. Acil müdahale olmadığı takdirde, ilerde Osmanlı Devletinin karşısına aşılması güç bir engel çıkacaktı. Bir müddet sonra Safevîlerle savaşmak imkansız hale gelecekti. Anadolu’da Şiilik yayılırsa, zaten Şah İsmail’in askerî güce de ihtiyacı kalmayacaktı. Osmanlı Devleti içten yıkılacaktı çünkü. Şehzade, mektubu dinlerken hiç müdahale etmemişti, ama hırsından dudaklarını ısıra ısıra kanatmıştı. Kan çenesinin altı20 ? ŞEHZADE SELİM na doğru süzülüyordu. Malkoçoğlu, Şehzade’yi o halde görünce, birden ne olduğunu anlayamadı, endişe dolu bir sesle: “Şehzadem!” diye bağırdı. Selim elini kaldırarak arkadaşını susturdu. “Büyük dertler içimizi kemirirken, farkında olmadan dudaklarımızı kemirmişiz. Din uğruna devlet yolunda akması gere- ken kanımızın birkaç damlasını ziyan etmişiz. Endişeye mahal yok Malkoçoğlu; dudağımızdaki yaraya çare düşüneceğine, yüreğimizdeki yaraya bir çare düşün, yoksa Lillah aşkına bu yara beni bitirir.” “Allah esirgesin!” Mendilini çıkarıp dudaklarına bastırdı: “Allah bizi esirger, biz devletimizi esirgemeyiz, bu ne fena iştir? Nice canlara mal olmuş bu toprakları fesatçıların, habislerin, soysuzların çiğnemesini birkaç cümlelik nasihatle geçiştirenlere Allah gazap etsin!” Malkoçoğlu ürperdi: “O sizin babanızdır” diyebildi. Şehzade uykudan uyanır gibi silkindi, bakışlarını boşluğa dikti. Bir süre dışardan gelen sesleri dinledi: “Evet babamızdır, lakin bu mukaddes davaya bigane kalan babamız dahi olsa, Allah’ın gazabına müstehak sayılır.” Malkoçoğlu’nu kolundan çekti. Birlikte yan yana minderlere oturdular. “Beni dinle, artık Safevî tehlikesinin ihmale gelir yanı kalmamıştır. Buna benim gibi sen de inanıyorsun değil mi?” “Elbette.” “Ama İstanbul’daki devlet uluları inanmaz, pederimiz gönderdiğimiz mektupları ya cevapsız bırakır veya nasihatle geçiştirir. Biz ciddi devlet işlerinden bahsederiz, o, eften-püften nasiŞEHZADE SELİM ? 21 hatlerle oyalar. Bu böyle yürümeyecek. Malkoçoğlu, istanbul’a bizzat gidip, pederimizi görmeliyiz. Yüzüne karşı meseleleri anlatmalıyız. Afyonkeşler gibi ikbalden uyuşmuş vüzeranın elinde oyuncak olmaktan onu kurtarmalıyız. Yok kurtaramazsak, saltanat makamını terketmesini istemeliyiz. Allah bilir ihtiras değildir bizimkisi, saltanatın ateşten gömlek olduğunu bilecek yaştayız. Dünyevi ve uhrevi mesuliyetlerini müdrikiz. Eğer padişah olursak, ilk seferimiz Safevî üstüne olacaktır, ikincisi Arap alemine.” “Safevî’yi anladım, velakin Araplardan ne istersiniz?” “İslâmm şanı yücelsin isteriz. Hilafet küçük ellerde mânasını kaybetmeye doğru gider. Güçlü omuzların yüklenmesi lazım. İslâm adına bayrak açabilmek için buna muhtaç olacağız. Kısaca, saltanatımız müddetince rahatlık vaad edemeyiz kimseye. Kan, barut ve savaş getireceğiz. Yalnız Allah katında şuna yemin ederiz ki; İslâm izzet ve vakarını daima yükseklerde tutacağız.” Malkoçoğlu’nun gözleri buğulanmıştı, duygulandığı sesinin ürpermesinden belli oluyordu: “Padişah olmanız için bu yeterli sebep” dedi. “Başka sebep aramaya ne hacet!” “Herkes senin gibi düşünmeyebilir. Rahatı kaçmasın da ne olursa olsun isteyenler var.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir