Sema Ok – İttihat Terakki’nin Yeminsiz Kadınları

İttihat Terakki’ciler için sadece “Yeminliler” diyemeyiz. İttihat andı içip Kuran ve silaha el basan öncüler içinde yemine sadık kalmayanlar olduğu gibi, bu birliğin dışında destek veren o kadar çok İttihat Terakki mensubu kadın var ki? Kimin İttihatçı, kimin karşıt olduğu konusu ayrı bir nitelik taşıyor. İttihat Terakki Fırkası’nın nasıl bir mücadele içinde olduğu ve bu alandaki kadınların rolü işlenen bir konu olmadı. Olmadı, çünkü gizliliği şiar edinmiş başlangıç şeması bütünüyle örgüt oluşumu veren üyelerin seçkin tavsiyelerle kabul edildiği İttihat Terakki gizliliği itibariyle “Erkeklere Mahsus” birleşimdi. Ölümüne ant içmiş İttihat Terakki üyelerinin gerek oluşum sırasında gerek Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki çabalarında diğer aile fertlerini özellikle kadınlarını da kapsadığı görülüyor. Daha çok İttihatçı eşlerini öne alan ama bir yerden diğer aile fertlerine uzanan bu bağlantıda “Kadın”ların genellikle örgüt üyesi erkeklerin taşıdığı sorumluluk, gizlilik ve bunun getirdiği çeşitli baskı ve acıyı nasıl paylaştıklarını pek düşünmeyiz. Sonuçta baktığımız İttihat ve Terakki örgütüdür. Örgütü benimseyip benimsememek bir yana, bu örgüte dolaylı da olsa uzanan kadın izlerini aklımıza bile getirmeyiz. Örgütün özellikle dağılış anında yönetsel liderler ile bunlara bağlı kişilerin karşıt güçlerce bertaraf edilmesi ve Osmanlı son döneminde âdeta bir can pazarı yaşanması karşısında bu kadınların içinde bulunduğu durum sadece dramatik değildir. Dramatik olan devlete hükmedenlerin yani Enver, Talat, Cemal Paşa ile diğerlerinin katledilmeleri, önde gelen öbür üyelerin İstanbul Hükümeti ile İngilizlerin tam bir insan avı ile darağaçlarına ya da Malta dahil hapishanelere gönderilmelerinde kadınlarına yansıyacak hiçbir şey yok muydu? Onlar yapılan her baskını,yaşamak her gözaltını ya da her tutukluluk ile her darağacını onlar gibi yaşadılar,onlar gibi hissettiler. Bunu hissetmeleri için İttihat ve Terakki üyesi olmaları gerekmiyordu. Onlar İttihatçı kadınları olmaları kafiydi. Ya da en azından bir kadın olarak,bir aile bireyi olarak bütün olup biteni yaşamış olmak da insani bir trajik olaydı. Trajik olayların yaşandığı dönemlerin, yeni oluşuma geçildiği sırada sona erdiği düşünülmesin. Milli mücadele döneminde yüzlerce İttihatçı Anadolu’nun bağımsızlık hareketinde yer alıyor ve kendilerinin de millet safında yer aldıklarını ispata çalışıyorlardı.


Vatanlarını sevenlere ,kendilerinin de en az onlar kadar yurtsever olduklarını anlatmanın zorluğunu da yaşadılar. Askeri ve sivili Ankara’yı buna inandırmak için çok çaba verdiler. Celal Bayar Kazım Karabekir ,İsmet İnönü gibi sayabileceğimiz çok isim İttihat Terakki ‘den başlayan “Yeminli” yolda yürüyüp Kuvay-i Milliye ile bunu pekiştirdiler. İstiklal Mahkemelerinde ,öncesinde Damat Ferit Hükümetince Kürt Mustafa kanalıyla kurulan sehpalarda nice İttihat Terakki’ler sallandırıldı. İstiklal Mahkemelerinde başta Cavit Bey olmak üzere çok sayıda asker ve sivil idama mahkûm edildi. Eğer meseleye geçmiş bir olay gibi bakmıyorsak,her geçmişin bir gelecek olduğunu yaşananlar görmüyor ve genel olarak bir tespit yapmıyorsak hata ederiz. O kadınlar gibi, şakın dönemin kadınları da benzeri trajik sonu yaşamadılar mı: Her kapı çalınışında, her bir gölgenin uzanışında o kahredici ürpertiyi ve baskıyı hissetmediler mi? “Ne zaman, ne zaman demediler mi?” Günlerce, haftalarca bir tek satır, bir tek sözcük için uykusuz geceler yaşamadılar mı? Özetle ister istemez aynı saflarda eş olarak da olsa yer alacaklar ve önemlisi birikmiş korkularını, fedakârlıklarını hiç kimseye hissettirmeyeceklerdi. Aksine bir davranışın yaşadıkları hayata ve İttihatçı eşlerine yakışmaz bir onursuzluk olduğunu kabul ettiler. Kendilerine göre sırlarını saklayıp, mücadele ettiler. Sema Ok, tarihe gönül vermiş kişiler için özenilecek bir konuyu derinlemesine inceliyor. Bu çalışmanın İttihat Terakki’ nin özündeki mücadele yapısının kadınlarla daha bir yoğunlaştığı ve pekiştirdiği gibi bir temele gösterge olacağına inanıyorum. Önceki çalışmalarında Harem Ağaları, Cariyeler ve Osmanlı’nın Gayr-i Müslüm Gelinleri gibi çalışmaları ile bir hayli yol kat eden Sema Ok, bu kitabında kendisi kadar, İttihat Terakki’nin merak konusu bir bilinmeyenine de imza koymuştur. ERGUN HİÇYILMAZ Osmanlı Devletinde özgürlük için atılan adımlar ve buna bağlı yenilik hareketleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulmadan önce başlamıştı. Mithat Paşa’nın sürülmesi ile başlayan süreçte padişah yönetiminin uyguladığı baskı rejimi her geçen gün artıyordu. Kurulan hafiye teşkilatı ile buna zemin hazırlayan jurnal sistemi, keyfi tutuklamalar ve sürgün cezaları ile tahammülü zor bir dönemi yaşatacaktı.

Öylesine bir dönemdi ki, bazı kelimelerin kullanılması bile yasaklar kapsamındaydı. Buna en iyi örnek olarak “Yıldız”ı verebiliriz. Yıldız Osmanlı’da en çok rastlanan sözcüklerden biriydi ve tüm kahve, lokanta gibi yerlerin isimleri baskıcı rejim korkusundan “yaldız”a çevrilmişti. Tedirginlik ve polisiye baskı öylesine ürküntü vericiydi ki, edebiyatçılar eserlerinde gökteki yıldızdan bile söz edemez olmuşlardı. Özetle “yerden göğe kadar” Osmanlı’da “Yıldız” yok olmuştu. Telaffuzundan yazımına ve benzetmesine kadar padişah yönetiminin Yıldız Sarayı’ndan başka yıldızın olmadığı Dersaadet, şaşırtıcı ve güldürücü bir sistemi sürdürüyordu. Baskıcı yöntemin buna benzer komik örneklerini çoğaltmak mümkündür. Ancak idarenin bu komik anlayışının fertler için ne denli dramatik olabileceğini bu dönemdeki ağır cezalarla anlayabiliyoruz. Yasak kapsamına “Burun” girer mi?” Hem de nasıl… Girer ve adamın burnunu bir güzel sürterler. “Burun” padişahın kemerli burnunu hatırlattığından sakıncalı sözcüklerin başında geliyordu. Hüseyin Cahit Yalçın yaptığı bir çeviride coğrafi bir terim olarak geçen burun yerine, “karaların denizlere uzandığı kara parçası” olarak yazdığını belirtir. Kısa yazıp başı derde sokmaktansa uzun yazıp meseleyi anlatmak daha uygundur. Espri olarak alınmasın, neredeyse resimler bile “Burun”suz olacaktır. Kemerli bir burun yerine uzak plan çalışılmış portreler ve neredeyse gölge haliyle sunulan yüzler… Baskı çeşitleri büyüdükçe,toplumun da karşı çıkışı giderek artacaktı. Ayrıca giderek bıktırıcı hâl alan savaşlar ve Osmanlı topraklarının kaybedilmesi sadece onur değil ekonomik düzenin de yaralanmasına yol açmıştı.

Yönetim hangi hastalığı tedavi edecekti ve nasıl edecekti. Bu tür idari düzen bozukluğunda ilk akla gelen tabi ki kemer sıkma politikası olacaktır. Ama baskıcı anlayış bu kemeri ekonomi kadar halkın da boğazına geçirmişti. Nefes almak güçtü. Ancak gençler bu enerjiyi özgürlükten alarak kemeri gevşetmeyi protesto haykırışları ile ortaya koyacaklardı. Öğrenciler arasında örgütleşme başlamıştı. Başı tıp öğrencileri ile askeri okul mensupları çekiyordu. Sürgünler başlamıştı. İlk örgüt İttihad-ı Osmani’dir (1892). Kazım Karabekir’in en büyük ağabeyi Hamdi Bey cemiyetin 121’nci sırasında 11’nci numaraya kayıtlıydı.Örgüte tavsiye rehberi ise Bahriye Zabiti Alaattin Bey’di. Kazım Karabekir de sonradan cemiyete katılmış ve ağabeyinin numarasını almıştı. Cemiyet, 1895’te Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alacak ve giderek enginlik kazanacaktı. Önemli mensupları arasında Meşveret Gazetesini yayınlayan Ahmet Rıza ile gazetenin sorumlularından olan Dr. Nazım’ı sayabiliriz.

Sadece İttihat Terakki yoktu. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu cemiyetin ismi Vatan ve Hürriyet Cemiyeti idi. Dr. Mustafa, 30. Süvari Alayı Kumandanı Bnb. Lütfi Bey, Müfir Bey (Özteş) ve Dr. Mahmut Bey üyeler arasındaydı. Gittiği her yerde cemiyetin yayılması için çalışmıştı. Bölgeler arasında Selanik’te vardı. Gizlice gelmiş, Ömer Naci, Topçu Hüsrev Sami Bey, Hakkı Baha Bey, Bursalı Tahir Bey, İsmail Mahir Bey ve Mustafa Necip Bey’in katılımı ile Selanik şubesini oluşturmuştu. Ancak bölgedeki faaliyetleri İstanbul’da duyulduğundan Şam’a geri dönecek ve cemiyet de pek varlık gösteremeyecekti. Nitekim Bursalı Tahir Bey ardından kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin ilk kurucu üyeleri arasında görülür.Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, İttihat ve Terakki’nin liderlerini oluşturan ilk örgüttür ve 1906 yılı Temmuz ayında Selanik’te kurulmuştur. Üye sıra numarası yaş sırasına göre verilmişti. Selanik Askeri Rüştiye Müdürü Binbaşı Tahir Bey, Selanik Fransızca Hocası Binbaşı Naki Bey, Selanik Posta Seyyar Memuru Talat Bey (Talat Paşa), Mithat Şükrü Bey ( Bleda), 3.

Ordudan Kazım Nami Bey, Ömer Naci Bey, Hakkı Baha Bey, İsmail Canpulat Bey, Yüzbaşı Edip Servet Bey (Tör) ilk 10 numarayı almıştı. Cemiyet kendi aralarında haberleşme adına bir işaret ve parola belirlemişti. Baş ve işaret parmaklarının ay şekline getirilmesi “Hilâl”i anlatıyordu. Parola olarak “Muin” kelimesi benimsenmişti. Karşı karşıya gelen iki üye birbirlerinden emin olmak için baş harfleri M,U,İ ve N harflerinden olan kısa bir konuşma yapardı. Ancak daha sonra bu uygulamalardan vazgeçilmiş, tokalaşırken işaret parmağı ile karşısındakinin bileğine baskı yapmak yeterli bulunmuştu. 322 NUMARALI ÜYE MUSTAFA KEMAL’Dİ Cemiyetin kurucu üyelerinden sonra ilk kayıt olan isim Mustafa Nacip Bey’dir. Kurucu üyelerin sayılarının fazla görünmesi ilkesi benimsenmiş, 100 sayı atlanmış ve 111. numarayı almıştır. Üyelerinin sayısı her geçen gün artmaya başlıyordu. Önemli isimler de sırasıyla cemiyete dahil olacaklardı. Cemal Paşa 150, Enver Paşa ise 152 numarada kayıtlıdır. Kazım Karabekir, Enver Paşa’nın rehberliğinde cemiyete girmişti (Cemiyete girebilmek için önce kayıt olan üyenin tavsiye etmesi gerekiyordu.). Ali Fuat Cebesoy 191, Cavit Bey (Daha sonra Maliye Nazırı) 295’nci üye idi.

1908 Şubat’ında ise Fethi Okyar’ın rehberliğinde Mustafa Kemal Atatürk de cemiyete dahil olacak ve 322 numaralı üyesi olacaktı. Meşrutiyet’in ilan edilmesi, Enver Paşa’nın ön plana çıkması, Atatürk’ün Trablusgarp’a gidişi ardından yaşanan olaylardır. Bütün bu dönemlerde Atatürk ön planda olmamış ama cemiyetle ilişkisini de kesmemişti. Ancak yaşananlardan da hoşnut değildi. 1909 yılında yapılan ikinci kongrede riyaset divanına seçilmiş, 13- 25 Ekim tarihleri arasındaki kongreye de Bingazi delegesi olarak katılmıştı. Abdülhamid’in tahttan indirildiği, cemiyet merkezini Selanik’e taşıdığı bu günlerde kongre geceleri toplanıyordu. Atatürk ilk kez düşüncelerini açıklayacak ve söyledikleri kongrenin en çok konuşulan kısmını oluşturacaktı: “Ordu mensupları cemiyet içinde kaldıkça hem parti kuramayacağız, hem de ordumuz olmayacaktır. Mensuplarının pek çoğu cemiyet azası olan III. Ordu, günün manasıyla modern bir ordu sayılmaz. Orduya dayanan cemiyet te, millet bünyesinde kök salamamaktadır. Bunun için bir an evvel, cemiyetin muhtaç olduğu zabitleri veyahut cemiyette kalmak isteyen ordu mensuplarını, istifa etmek suretiyle ordudan çıkaralım. Bundan sonra zabitlerin ve ordu mensuplarının, herhangi siyasi bir cemiyete girmelerine mani olmak için kanuni hükümler koyalım.” Cemiyet üyelerinin birçoğu Atatürk’ün söylediklerini onaylamamıştı. Kongrede bulunmayan üyelerin görüşlerini de almak amacı ile bir heyet oluşturulması gündeme gelmişti. Atatürk’ün yapılmasını öngördüğü cemiyetin siyasi bir parti haline getirilmesi ve ordunun politikaya karışmaması fikrine Şevket Süreyya Aydemir’in getirdiği yorum oldukça dikkat çekicidir: [1] “İttihat ve Terakki bunu sağlayabilseydi, kaderi başka türlü olurdu.

Hatta olayların zoru ile cemiyetin nasıl olsa partileşmek zorunda kalacağını düşünüp de, yalnız askerin siyasete karışmaması prensibini alsak bile, hem cemiyetin hem de memleketin kaderi belki biraz daha başka türlü akardı. Mesela Balkan Harbindeki yüz kızartıcı hezimet bu kadar hızla ve perişanlıkla başa gelmeyebilirdi.” Bu kongrede fikir ayrılıklarını gören Atatürk cemiyet ile bağlantısını kesecekti. Aynı görüşte olan İsmet Bey de (İnönü) cemiyetten ayrılanlar arasındaydı. [2] Kaynaklarda Atatürk’e de uygulandı mı belirtilmez ama cemiyete üye olmak isteyen kişiyi oldukça teferruatlı bir yemin töreni beklerdi. Gözleri bağlanarak dolaştırılan namzet yemin edeceği eve getirilir, yemin odasına alınıp gözleri açıldığında sadece gözleri açıkta, tüm vücudu örtülü bir kişi ile karşılaşırdı. Ortadaki masada Kuran’ı Kerim ve bir tabanca bulunur, üye karşısındakinin söylediklerini eli masada olarak tekrarlar ve merasim üye numarasının söylenmesi ile son bulurdu. KADINLAR GİZLİLİĞİ FARKEDİYOR. Cemiyetin Manastır Şubesinin kurulması ve genişlemesinde büyük çaba veren Kazım Karabekir, anılarında bazen aksiliklerin de çıktığını yazar. Gizliliği fark eden Niyazi Bey’in eşidir: [3] “Alaylı Zabit Abdullah Efendi’nin yemin merasiminin Niyazi Bey’in evinde yapılması kararlaştırılmıştı. Bittikten sonra Niyazi Bey evinde yemin yapılmamasını istemiş ve nedenini şöyle açıklamıştı:’ Sizden aldığım önlükleri belime sarmıştım. Siyah peçeleri de ceplerime koymuştum. Bizim hanımı da gece uzak bir komşuya götürecektim. Ben önden merdiveni inerken bizimki arkadan bir şey çekerek bana bu sallanan kırmızı şey nedir? diye soruyor. Meğer örtünün ucu ceketimin altından sarkmış, bizim hanım da bunu yakalamış, merakla hem çekiyor, hem soruyor.

Ne diyeceğimi bilemedim. Aklıma gelen ilk yalanı söyledim. Belim ağrıyordu, kışlada elime bu bayraklı bez geçti. Sıkıca sarmıştım ama nasıl çözülmüş bilmem dedim. Sonraki günlerde yeminleri Niyazi Bey’in evinde yapmadık.” Kazım Karabekir Manastır’dan İstanbul’a tayin olmuş, görevli olduğu Pangaltı Harbiye Mektebi’nde de faaliyetlerini sürdürmüştü. Ancak oldukça dikkatli davranıyordu. En ufak bir hata cemiyetin ortaya çıkmasıyla kalmayacak, Milli Mücadele’nin Kazım Paşası belki de olmayacaktı. Çünkü hafiyeler her yerde vardı ve jurnaller birçok kimsenin hayatına mal oluyordu. Evleri talan edilenler de vardı. Eczacıbaşı Refik’in verdiği bir jurnalin hedefi Telgraf Nezareti Havale Kalemi Müdürü Şevki Bey olmuş, İstanbul’da olmadığı bu günlerde gece yarısı evi basılarak her taraf aranmıştı. Yataklarının didik didik edilmesini, mangal küllerinin dağıtılmasını korku dolu gözlerle izleyen eşi Hayriye Hanım’ın yalvarmalarına kulak asılmamış ve oğlu Rayet’i götürmüşlerdi. Amaçları çocuğu sorguya çekmek, babasının gizli evrakları olup olmadığını öğrenmekti.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir