Semsinur Ozdemir – Hoca Anne ve Ailesi

Mısır’dan Erzurum’a uzanan yollar ve yıllar efia Hanım, mazisi Mısır’a kadar uzanan, Osmanlı Devleti nezdinde de kıymet verilen köklü bir aileye mensuptur. Ailenin şeceresiyle ilgili en detaylı araştırmaları Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde uzun yıllar çalışmış ve Refia Hanım’ın ağabeyi Abdürrezzak Efendi’nin oğlu olan Salih Selimoğlu (Top) yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasındaki son Rus ve Ermeni işgali sırasında Erzurum’un nüfus idaresi tamamen yakıldığı için Osmanlı dönemine ait belgeler yok olmuş, ancak Selimoğlu dedesi Ahmet Efendi’den ve onun kardeş çocuklarından aile tarihini bizzat öğrenmiştir. Hatta, aileyi tanıyan Osmanlı yadigârı nesiller henüz hayatta iken derlediği bilgilerle kendi dinlediklerini karşılaştırarak teyid ettirmiştir. Şu halde, Refia Hanım’ın ailesinin o doğmadan önceki son iki yüzyıllık hikayesini Salih Selimoğlu’nun anlatımıyla kayda geçirebiliriz. Buna göre, 1600’lü yılların sonlarında Osmanlı Devleti tarafından Mısır’a yerleştirilen sülale, burada Devlet-i Ali’ye karşı çıkarılan isyanlar sırasında Anadolu’ya çekilir. Devrin padişahı tarafından aileye Elazığ ve Erzurum’un farklı bölgelerinden toprak verilerek, ailenin iskanı sağlanır. Aynı aileden babaları vefat etmiş iki kardeş Pasinler’in (Hasankale) Sığırlı köyünü yurt edinir. Bunlar, El Hac Âli Mısrî ile Mustafa Efendi’dir. 1 Elhac Âli Mısrî ‘bila zevc bila veled’ yani evlenmeden ve çocuk sahibi olmadan vefat eder. Kardeşi Mustafa Efendi’nin oğulları Selim Ağa ile Molla Ahmet ise Sığırlı’da yerleşirler. Devrin valisinin köyler arasındaki sorunlarda hakemliğine başvurduğu, bölgede hatırı sayılır ve etkin bir aile olarak tanınırlar. Refia Hanım’ın baba tarafı Selim Ağa’dan, anne tarafı Molla Ahmed’den gelmektedir. Yani ilerleyen yıllarda iki kardeşin nesilleri arasında akraba evlilikleri yapılmıştır. Selim Ağa’nın Mehmet ve Hamit adlı iki oğlu olur.


Mehmet Ağa’nın da Halil ve İbrahim isimli iki oğlu olmuştur. Bu arada Edirne müdafii Şükrü Paşa 2 ve Kurt İsmail Paşa 3 ile akrabalık kurulur. Böylece Refia Hanım anne tarafından Şükrü Paşa’nın, baba tarafından Kurt İsmail Paşa’nın torunu sayılır. Bu akrabalık bağlarının kuruluşunun güzel bir hikayesi vardır. Molla Ahmet, o sırada Erzurum’da yaşayan Şükrü Paşa’nın kız kardeşi Güllü Hanım’ı oğlu Numan Bey’e ister. Aileyi yakından tanıyan Şükrü Paşa bu talebi kabul eder ve Erzurum merkezden Sığırlı köyüne kardeşini gelin eder. Selim Ağa da (Salih Selimoğlu’nun yorumuyla, ihtimal kardeşinden aşağı kalmamak için) oğlu Hamid Ağa’ya o tarihlerde Erzurum’da komutan olan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kolordu komutanı Kurt İsmail Paşa’nın kızı Güli Hanım’ı ister. Elbette bu talep de kabul edilir. Güli Hanım Sığırlı’ya gelin olarak gelirken, bir güğüm altın da beraberinde çeyiz olarak getirir. Hamid Ağa ile Güli Hanım’ın çocukları Ali Bey, Refia Hanım’ın dedesidir. Refia Hanım’ın annesi Hatice Hanım da Şükrü Paşa ailesinin kızı Güllü Hanım’ın torunlarından biridir. Dolayısıyla Refia Hanım baba tarafından Kurt İsmail Paşa’nın torunu, anne tarafından Şükrü Paşa’nın yeğenidir. Hatice Hanım’ın kardeşleri Albay Kahraman ve Fazıl beyler Refia Hanım’ın öz dayılarıdır. “İpin ucundan tut da gel!” Ali Bey’in, Ahmet, Mehmet, Mustafa, Abdüssamed, Selim ve Fatma isimlerinde altı çocuğu dünyaya gelir. Her zaman temiz, disiplinli, şuurlu ve eğitimli olmalarıyla tanınan bu ailenin fertlerinin dinî, ahlakî, manevî değerlerini koruyan, Kur’an ve sünnet yörüngesinde yaşayan insanlar olduğu anlaşılmaktadır.

Çevrelerinde ‘molla’ diye tanınır, ‘seyyid’ olarak bilinirler. Ali Bey’in oğlu Ahmet Efendi, genç yaşında dini yaşamada gösterdiği hassasiyeti ile dikkat çeken, Kur’an okumaya, namaza, ibadete düşkünlüğü ile tanınan biridir. Daha on yedi yaşında iken gördüğü bir rüya üzerine çıktığı yolculuk hayatını değiştirmiştir. Bu rüyayı dedesinden bizzat dinleyen Salih Selimoğlu, daha sonra babasından, annesinden de aynı rüyayı Ahmet Efendi’nin anlattığı şekilde dinleyerek teyit etmiştir. Buna göre, Seyyid Ahmet Efendi bir gece rüyasında köyün üst tarafındaki Ali Baba Dağı denilen epeyce yüksek bir dağın tepesinden kendisine ismiyle seslenildiğini görür. Bakar ki uzun boylu, heybetli bir zat elindeki bir ip yumağını dağdan aşağı yuvarlamaktadır. O zat, “Ahmet, bu yumağı sana yuvarlıyorum. (Erzurum şivesiyle ‘gındıllirem’). İpin ucundan tut da gel.” der. Sen kimsin, diye seslenen Ahmet Efendi’ye, “Bana Amasi Ahmet Efendi derler.” diye cevap verir. Rüyasında gördüğü kişiyi aslen ne görmüş, ne ismini duymuştur. Ancak, hemen sabah namazını kılıp, kimseye haber vermeden yola çıkar. Mevsim kış, aylardan zemheridir.

Erzurum’un soğuğu, karı, tipisi başka yere benzemez. Dağın ardına doğru yürür; vardığı köylerde Şeyh Amasi Ahmet Efendi’yi sorar. Bir ay süren yolculuktan sonra Bingöl’e yakın bir yerde, ‘evet, Şeyh Amasi Ahmet Efendi burada yaşar’ der köylüler. Aslen Amasyalı olan Ahmet Efendi Nakşibendi tarikatına bağlı, ‘Evlad-ı Resul’ (s.a.v.) olduğu bilinen kıymetli bir zattır. Amasya’daki şeyhi kendisini bu bölgeye irşad ve tebliğ vazifesi için göndermiştir. Şeyhin tekkesine giden Seyyid Ahmet Efendi, kapıdaki bekçiye şeyhi sorar. Karşısındaki delikanlıyı pek de ciddiye almayan bekçi, şeyhin bir ziyarette olduğunu, bir kenarda beklemesini söyler. Oysa Şeyh efendi tekkeden ayrılırken, o gün önemli bir misafiri geleceğini, kendisine haber verilmesini tembih etmiştir. Fakat bekçi delikanlıyı önemli bir misafir saymamıştır. İşi bitip tekkeye dönen Şeyh Amasi Ahmet Efendi ilk olarak misafirinin gelip gelmediğini sorar. Bekçi gelmediğini söyleyince etrafına bakınır ve bir kenarda oturan Ahmet Efendi’yi görür. “Hani gelmemişti, işte misafirimiz burada ya.

” diyerek Ahmet Efendi’yi karşılar. Misafirini kendi minderine oturtup, halini hatırını sorar. Şeyhin etrafındaki talebeleri de, onun bu yabancı delikanlıya böylesine hürmet etmesine şaşırırlar. Ahmet Efendi bir kış boyu, Aralık ayından Mayıs sonuna kadar bu tekkede kalır. Şeyh Amasi Ahmet Efendi’den ilim tahsil eder, bilgisi, görgüsü artar. Maneviyatı, ibadet hayatı, dini yaşama hassasiyeti yükselir. Şeyhinin dizi dibinde mukaddes lezzetlere varır. Sonrasında gün gelir Amasi Efendi “Evladım sen artık evine git. Baban deden her tarafa haber saldı, ‘Ali Bey’in oğlu kayboldu’ diye seni arıyorlar. Buradan alacağını aldın.” diyerek onu göndermek ister. Ancak, Ahmet Efendi tekkeden, şeyhinden ayrılmak istemez, “Gitmem efendim.” diyerek itiraz eder. Şeyh Efendi ise ısrar eder. “Evladım, şimdi sen gideceksin.

O iş öyle olacak ki ondan sonra da öyle olacak ki öyle olsun.” diyerek Ahmet Efendi’yi zorla evine yollar. Seyyid Ahmet Efendi, şeyhinin bu gizemli sözlerine bir anlam veremese de edebinden ‘ne olacak ki ne olsun?’ diye soramaz. Şeyhine itaat edip evine döner. Kaybolduğunu sandıkları oğulları, ansızın çıkıp gelince, Ali Bey ve ailesi adeta bayram eder. Kurbanlar kestirilir, köylüye yemek verilir. Seyyid Ahmet Efendi, şeyhinin muallakta bıraktığı ifadelerini çözemese de ısrarını emir telakki edip gönülsüz olarak evine dönecekti. Ancak zihninde bu son sözleri hep saklı tuttu ve ne olacağını anlamaya çalıştı. Sonradan bu rüyayı eşi Hatice Hanım’a, oğlu Abdürrezzak Efendi’ye ve kızları Refia, Refika hanımlara da anlattı. Kayseri muhacirliği Bu olaydan iki sene kadar sonra Ahmet Efendi 21 yaşlarında iken akrabasından Hatice Hanım ile evlendi. İki kardeşi subay olan Hatice Hanım, Erzurum şehir merkezinden Sığırlı’ya gelin geldi. Çiftin dört çocuğu oldu. 1908’de ilk evlatları Abdürrezzak Efendi, ardından Refika ve Refia hanımlar dünyaya geldi. Refia Hanım 1913’te doğdu. Ondan sonraki bebeğin ismini de Rukiye koydular.

1914’te Ruslar Erzurum kapılarına dayanınca yerli halk iç kesimlere doğru göçmeye başlamıştı. Ahmet Efendi ve ailesi de, göçenler kervanına katıldı. Yol için gerekli en zarurî ihtiyaçlarından başka bir şey alamadılar yanlarına. Halk, canlarını, evlatlarını, namuslarını kurtarma telaşı içinde kafileler halinde şehirden ayrılıyordu. Ahmet Efendi bir çift öküzün çektiği kağnı arabasına yatak yorgan, kuru yiyecekler gibi birkaç eşyasını yerleştirdi. Bir katırın üzerine de çift taraflı bir heybe koydu. Heybenin bir gözüne Abdürrezzak Efendi’yi, diğer gözüne kızları oturttu. Kundaktaki 7-8 aylık Rukiye’yi de kucaklarına alıp Kayseri istikametine doğru yola koyuldular. Günlerce yürüyen kafilenin yolunu Fırat kesti bir yerde. Köprü yoktu ve katırcılar kafileyi nehrin en uygun yerinden karşıya geçirmeye çalışıyordu. Katır ve bir çift öküzün çektiği kağnı arabası karşıya geçti, ancak bütün eşyalar ıslanmıştı. Katır sırtında heybelerdeki çocuklar da sırılsıklamdı. Anne babanın asıl endişesi küçük bebek içindi. Ahmet Efendi nehri geçerken akıntıya kapılmış, birkaç kere suya batıp çıkmıştı ama bebeğini bırakmıyordu. Kundağı kaldırabildiği kadar ellerinin üzerinde yukarı kaldırıyor ve dualar ediyordu.

Anne Hatice Hanım da, gözü yaşlı, bir taraftan katır sırtındaki çocuklarını kolluyor, bir taraftan eşini takip ediyordu. Güçlükle karşıya geçtiklerinde Rukiye bebek babasının kucağında son nefesini verecekti. Ahmet Efendi yavrusunu suya kaptırmamıştı ama bebek suya bata çıka ilerlerken çok fazla su yutmuştu. Ahmet Efendi ile Hatice Hanım muhacirliğin ilk kurbanını, ilk şehitlerini Fırat kıyısına defnedip tekrar yola revan oldular. 4 Katır sırtında heybelerde iki büklüm yolculuk eden diğer üç çocuğun durumu da pek iyi değildi. Suyun içinde epey kalmışlardı. Kıyıya çıkınca kuru hiçbir şey bulamadıkları için ağaç yapraklarıyla çocuklarını kurulamaya çalıştılar. Refia Hanım yıllar sonra çocuklarına, bacaklarındaki romatizma ağrılarının işte bu yolculuktan eser kaldığını söyleyip duracaktı. Aileye Kayseri’de eşraf sahip çıkmış, onlara adeta Ensar’ın Muhacirlere davrandığı tarzda muamele etmişlerdi. Anadolu insanı, elindekini avucundakini, bu gurbetteki savaş mağdurlarıyla paylaşıyordu. Aile de, Kayseri’de kendilerini sevdirecekti. O kadar ki, altı ay sonra Rusların Erzurum’dan çekildiği, Kazım Karabekir Paşa’nın komutasındaki ordunun Erzurum’a girdiği haberleri duyulduğunda, ailenin geri dönmemesi, Kayseri’ye yerleşmesi için onlara toprak verilmesi dahi teklif edildi. Fakat Seyyid Ahmet Efendi, memleketine dönmeye kararlıydı. Yol ihtiyaçlarını bir kez daha kağnıya yükledi ve ailesiyle beraber bu cömert diyardan güzel hatıralar ve hayır dualar ile ayrıldı. Çocukların yetişmesi Sığırlı’ya dönen aile tekrar evlerine yerleşti.

Eski düzen kurulmuştu. Şeyh Amasi Efendi’nin sözleri ve Kayseri’de yaşadıkları bazı hadiseler üzerine Ahmet Efendi, çocuklarına daha fazla ihtimam göstermeye başladı. Oğluna ve kızlarına Kur’an öğretti, namazlarına, ibadetlerine alışmaları için çaba sarf etti. Ahmet Efendi ile Hatice Hanım, ev içindeki doğal halleriyle evlatlarına rehberlik ediyorlardı. Seyyid Ahmet Efendi, sakalı göğsüne kadar uzanan, uzun boylu, iri yarı, dırahşan çehreli, takvası ile meşhur bir zattı. Refia Hanım annesinden ziyade babasına çok benzerdi. Ahmet Efendi iki veya üç şeyhe intisap etmiş, Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi’ye bağlanmıştı. Sadece kendi çocuklarına değil torunlarına da Kur’an öğretmiş, dini ilimleri tahsil ettirmişti. Abdürrezzak Efendi’nin oğlu Salih Bey’in hafızlığını tamamlaması için ısrar etmiş, kız torunlarını da çok iyi okutmuştu. Üstelik sadece kendi çocuk ve torunlarına değil, Sığırlı’da daha bir çok kişiye de Kur’an okumayı o öğretmişti. Refia Hanım, babasında Kur’an öğretme gayretini, şuurunu görmüş, onun bu konuda dertlenmesine şahit olmuştu. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de Küçük Dünyam adlı eserde zahid ve abid olduğunu söylediği Ahmet dedesini şöyle anlatacaktı: Sünnet neyse onu harfiyyen yaşayan bir insandı. Dedem Osmanlı sarığı sarardı. Bembeyaz sarığıyla Molla gibiydi. Şehirde de, köyde de sarığını çıkarmazdı.

Şehirle sıkı alakaları olduğu halde -ki anası özbeöz Kurt İsmail Paşa’nın kızıdır- fazlaca şehire gitmezdi. Sebebi de günaha girmekten korkmasıydı. Annemden eski yıllarda 3 günde veya 7 günde bir Kur’an-ı Kerim’i hatmettiğini duymuştum. Bütün hayatı böyleydi. Refia Hanım’ın annesi Hatice Hanım da namazına, ibadetine düşkün, tesettüründe dikkatli, misafir ağırlamayı seven, mütevazı bir yapıya sahipti. Genç yaşında bir çok hastalıktan muzdaripti. Özellikle başı çok ağrır, artık dayanamayacak hale gelince kızlarından başını soğuk suyla yıkamalarını isterdi. Bu vazifeyi çoğu zaman Refia Hanım üstlenirdi. Refia Hanım’ın evlendiği yıl (1935) verem hastalığı sebebiyle Erzurum’da tedavi gördüğü hastanede vefat etti. Cenazesi kış şartlarında köye getirilemediği için Tepe mezarlığına defnedildi. Sonraki yıllarda mezarlığın kaldırılması söz konusu olunca Abdürrezzak Efendi annesinin kabrini Sığırlı’da köy mezarlığına nakletti. Ancak kabir olarak belli bir makam oluşturulmadı. Hatice Hanım genç yaşta vefat ettiği için onunla ilgili bilgilerimiz çok sınırlı. Torunlarının da ona dair hatırası bulunmuyor. Refia Hanım da hatıralarını anlatırken annesinden çok bahsetmezmiş.

Ancak Fethullah Gülen Hocaefendi, annesinden dinlediği bir hadiseyi şöyle anlatır: Bir gün Hatice ninem bayılır. Bizim oralarda buna kan tutması denir. Koma gibi bir hal. (Öldü sanıp) Uzatıyorlar, gözlerini de kapatıyorlar. Bir müddet sonra ayılıp, kendisine geliyor. Daha sonra da anneme şunu anlatıyor: “Ben öbür aleme gittim. İki tane melek geldi. Bu, dilini kirli kullanıyor, dilinin derisini yüzmemiz lazım, dediler ve dediklerini yapmaya başladılar. Dilimin derisini yüzdüler.” Annem bu hadiseyi anlatır ve sözüne şöyle devam ederdi: “O güne kadar annemin sağa-sola uygunsuz sözler söylediği olurdu. Mesela: Allah canını alsın… Allah cezanı versin… gibi laflar ederdi. Bu hâdiseden sonra senelerce yaşadı, bir daha ağzından böyle sözler çıkmadı.” Böylesi hassas bir ortamda yetişen Refika ve Refia hanımlar, küçük yaştan itibaren, dini yaşama noktasında titizleniyor, ibadetlerine dikkat ediyor, örtü ve namahrem ile münasebet konularında azamî hassasiyet gösteriyorlardı. Refia Hanım’ın ablası Refika Hanım takvalı, ihlaslı, ibadetlerine düşkün bir hanımdı. Aynı zamanda ailesi üzerinde çok otoriterdi.

Çocukları bile ondan çok korkardı. Hamarat, becerikli, çalışkan, işten çekinmeyen bir yapısı vardı. Refia Hanım da, tıpkı ablası gibi, daha çocuk yaşta çalışkanlığı ve gayretiyle dikkat çekiyordu. İki kız kardeş biraz da böyle olmaya mecburdular. Çünkü Hatice Hanım’ın hastalıkları evin bütün yükünü kızlarının omuzlarına yüklemişti. Evde kadınlara ait günlük işler vardı. Yemek yapmak, tandırda ekmek pişirmek, hayvanların bakımı gibi (Ekilen tarlaları olduğu halde kadınlar tarla işlerine gitmiyordu). Üstelik, Seyyid Ahmet Efendi çevresi çok geniş bir insan olduğu için evde kalabalık misafirler ağırlanıyordu. Günün her vaktinde, bazen yatılı da olan bu misafirlere sofra kurmak olmazsa olmaz bir gelenekti. Tüm bu işlerin yükü, iki kız kardeşin omuzlarındaydı. Bu ağır yüke rağmen Refia Hanım namazlarını hiç aksatmıyor, ev işlerinden fırsat buldukça Kur’an okuyor, tesbih çekiyordu. Genç kızlığında da çevresinde takvasıyla meşhur olmuştu. Gece yatmadan önce belki iki saat tesbih, zikir çekmeden, günlük evradını bitirmeden uyumuyordu. Annesi, kendisini bu kadar yormasına razı olmuyor, sabah da erken kalkıp evin işine bakacağı için uyumasını istiyordu. Refia hanim ise annesine itiraz etmiyor ancak yatağında bile elinden tesbihini bırakmıyordu.

Alvarlı Efe Hazretleri ve Ahmet Efendi’nin ailesi Seyyid Ahmet Efendi, Erzurum ve civarında çok tanınan ve sevilen bir mürşid olan Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri’ne bağlanmış ve sık sık onu ziyaret ediyor, her müşkülünü ona danışıyordu. Elbette şeyhini sık sık evine de davet ediyordu. Alvarlı Efe evi teşrif ettiğinde çevreden gelenlerle odalar dolup taşıyor, sohbet ve zikir halkaları kuruluyordu. Bu vesileyle Refia Hanım da Alvar İmamı’nı tanımış, ona gönülden bağlanmıştı fakat, nişanlılık dönemine kadar herhangi bir tarikat dersi almayacaktı. Refia Hanım’ın kendisinden önce evlenen ablası Refika da Alvar İmamı’na bağlanmıştı. Üstelik ondan tesbih almış, Nakşibendi tarikatına mensup olmuştu. Hocasından öğrendiği zikirlere kendini öyle kaptırmıştı ki, evin işini bırakmış gece gündüz kendini tesbihe vermiş ve dünyadan tamamen elini eteğini çekmişti. O dönemde ziyaret ettikleri Efe Hazretleri, ona şöyle nasihat etti: “Kızım ben sana demedim ki dünyadaki tüm işini bırak da Allah’ı zikret diye. Çorap örsen, yemek yapsan, çocuğuna baksan bu arada Allah’ı zikretsen bunların hepsi yine ibadettir. Allah rızası için ne yapsan ibadettir. Salatü selamları, İhlasları okursan ibadettir.” Bu nasihat ve dualardan sonra Refika Hanım günlük hayatına döndü. Vefatından önceki son üç güne kadar tarlada çalışmaya devam eden Refika Hanım, 1994’te Hakk’ın rahmetine kavuşacaktı. Küçük Dünyam adlı eserde Efe Hazretleri’nin ailesi üzerindeki tesirini anlatan Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, dayısı Abdürrezzak Efendi’nin adeta o ismi besmelesiz ağzına almadığını, teyzesi Refika Hanım’ın o iklimin delisi olduğunu, babası ve annesinin de ciddi bir merbutiyet (bağlılık) duyduklarını söyler. Öyleyse bu aşamada, Seyyid Ahmet Efendi ve ailesi üzerinde ciddi tesirleri olan Hâce Muhammed Lütfi Efendi’yi tanımakta fayda var.

Erzurum bölgesinde hâl ve kemâl; ilim ve irfan sahibi insanlara hürmet ve muhabbet ifadesi olarak, Efe denilir. Hâce (hoca) denilmesi de, ilim sahibi ve Nakşibendî tarîkati silsilesinin altın halkalarından biri olmasındandır. Sevenlerinin ifadesiyle Alvarlı Efe Hazretleri, 1868’de (Hicri 1285) Erzurum’un Hasankale’ye bağlı Kındığı Köyü’nde dünyaya geldi. Babası Hüseyin Efendi, annesi Hatice Hanım’dır. Babası ve dedesi de âlim zatlar olan Muhammed Lütfi Efendi’nin anne tarafından ‘seyyid’ yani Hz. Hüseyin Efendimiz’in (r.a.) nesebinden olduğu bilinmektedir. Muhammed Lütfi Efendi, tahsilini başta babası olmak üzere devrinin önde gelen âlimlerinden tamamlayarak icazet aldı ve 1889’da (hicri 1307) Hasankale’nin Sivaslı Camii’ne imam oldu. Aynı yıl babası ile birlikte Muhammed Pîr-i Küfrevî Hazretleri’ne intisap etmek üzere Bitlis’teki dergahına gitti. Pîr-i Küfrevî Hazretleri, görür görmez onlardaki istidadı hemen keşfettiğinden kendilerine hususi teveccühte bulundu ve ciddi ihtimam gösterdi. Sonrasında da her ikisine birden hilafet verdi. Beş sene boyunca huzurunda bulunduğu Küfrevî’nin halifesi olarak 26 yaşında memleketine dönen Muhammed Lütfi Efendi (Miladi 1894-Hicri 1312), Erzurum’un Dinarkom Köyü’nde imam olarak yeni vazifesine başladı. 16 Şubat 1916’da Ruslar Erzurum’u işgal edene kadar burada kaldı. Savaşta bir torununu şehit veren Muhammed Lütfî Efendi, köyden topladığı 60 kişilik müfrezeyle düşmanın karşısına çıkıp bizzat mücadelenin içinde yer aldı.

İşgal sona erdikten sonra kendisine teklif edilen Hasankale Müftülüğünü kabul etmeyip, Alvar Köyü halkının isteği üzerine buraya giderek yirmi dört sene imamlık yaptı. Cumhuriyet döneminde uygulanan yasaklara rağmen köy camiinin girişindeki bir odayı medreseye çevirip talebe okuttu. Evinde her kesimden, her seviyeden insan toplanıyor, küçük odasında kurulan sohbet meclislerinde insanlığın sıkıntıları gündeme geliyordu. Kur’an eğitimine devam edilmesi için çevresindekileri de teşvik eden Efe Hazretleri, “Kâbe’nin duvarı yıkıldı deseler onu tamir edeceğime ihtiyaç sahibi talebeye yardım ederim.” diyordu. Efe Hazretleri, insanları iman, ibadet, takva, Muhammedî ahlak, kardeşlik ve dayanışmaya teşvik etmek için çalışıyor; sohbetlerinde Allah ve Rasulü’ne itaatten sonra en çok birlik, beraberlik, yardımseverlik ve kin tutmamayı nasihat ediyordu. Merhametli, hürmetkâr, cömert, gönül kırmamaya azami dikkat eden, misafire hürmet eden bir ahlaka sahipti. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi Alvar İmamı’nı ve meclislerini şöyle anlatır: Alvar İmamı iç dünyası itibarıyla derin, aşk u heyecanıyla coşkundu. Zikir meclislerindeki hali, bu gönül zenginliğinin canlı bir misali gibiydi. O, hem Nakşî hem de Kadirîydi. Bundan dolayı olsa gerek, caminin içinde onun nezaretinde bazen hatme-i hacegan bazen de halka-i zikir icra edilirdi. Caminin içinde kalabalık bir halka olurdu. Tasavvuf geleneğinde ser-zakir, zikrin nasıl söyleneceğini göstermek için halkanın içinde dolaşır; fakat o dönem itibarıyla Hazret çok yaşlı olduğundan halka içinde dolaşmaz, âdeta halkanın bir imamesi gibi yerde oturur ve halkadakilere göz ucuyla birer nigah-ı aşina kılardı. Zaten bir süre sonra halkadakiler kendilerinden geçer ve çevrelerini görmez hale gelirlerdi. Hatta ağlamaya boğulanlar ve bayılıp yere düşenler olurdu.

Hazret, aynı zamanda tam bir Peygamber (s.a.v.) aşığıydı. Biri ona gelip, “Orada, sokaklarda çok uyuzlu mahlûklar gördüm.” dediğinde tepkisi şu olmuştur: “Sus! Medine’nin sokak köpekleri için dahi öyle söyleme! Ben Peygamber hatırına oranın uyuzlusuna bile kurban olurum.” O, bu ve benzeri ifadeleri, yüreğinden kopup gelen bir içtenlikle, bütün benliğiyle söylerdi. Öyle ki, bunu söylerken adeta Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsiyet-i maneviyesinde erir ve fena fi’r-rasûl olurdu… Salih Özcan Abi’den dinlediğim şu hatıra da onun kemâl ve istiğnasını göstermesi adına bana çok önemli geliyor. Salih Abi, 1950’li yılların başında Erzurum’a uğrayarak Hazret’in elini öpmüş ve ona demiş ki, “Efe Hazretleri! Üstad Bediüzzaman diye birisi var. Onun din ve imana dair yazdığı risaleler var. Biz de onun yolundayız. Onun bu risalelerini âleme duyurmaya çalışıyor, bunlarla hususiyle genç nesillerin imdadına koşuyoruz.” Bunun üzerine Hazret şöyle mukabelede bulunmuş: “Ah şu gözlerim görseydi de, ben de size yardımcı olabilseydim.” Evet, fazilet odur ki, başka fazilet-meab insanların faziletini de kabul etsin ve onlara karşı saygılı olsun. Refia Hanım’ın evlilikte ölçüsü, namaz… Seyyid Ahmed Efendi’nin evlatlarından Abdürrezzak Efendi ve Refika Hanım evlendikten sonra sıra 17 yaşındaki Refia Hanım’a gelmişti.

Dünürler Ahmet Efendi’nin kapısını aşındırmaya başlamıştı. Ancak Ahmet Efendi kızını vermek istemiyor, küçük olduğunu söyleyerek gelenleri geri çeviriyordu. Refia Hanım’ın eş adayıyla ilgili en önemli ölçüsü ise “namaz”dı. Bir gün dayısı Albay Fazıl Bey evlerine misafir oldu. Yanındaki üsteğmen yaveri ile gece orada kalacaklardı. Kardeşi Hatice Hanım ile konuşup Refia Hanım’ı yaveriyle evlendirmek istediğini, sabaha kadar kızına sorup kararını bildirmelerini istedi. Hatice Hanım ertesi sabah ağabeyinin bu teklifini kızına iletti. Refia Hanım’ın cevabı çok netti. “Hayır!” Peki neden? Şöyle izah ediyordu Refia Hanım: “Bu teğmen dayımla beraber sabah namazına kalkmadı. Namaz kılmayan biriyle evlenmek istemiyorum. Öyle birinden koca olmaz.”5 Oysa köyde yaşayan bir genç kız için istikbali yüksek görünen bir subay ile evlenmek çok cazip bir teklif sayılırdı. Köy hayatından, ağır işlerden kurtulmayı, rahat evde, varlık içinde yaşamayı kim istemezdi ki! Fakat bu evde makam, mevki, gelecek kaygısı değil; namaz, takva, edep, hayâ gibi faziletler geçer akçeydi. Refia Hanım eş adaylarını da ailesinden aldığı bu terbiye ile değerlendiriyordu. Görücüler gün geçtikçe çoğalıyordu.

En son dünür gelenlerden biri Hasankale’nin namlı ağalarındandı. Öyle ısrar ediyordu ki, istemeye gelirken evin oğluna da bir at getirmişti. Seyyid Ahmet Efendi, Alvarlı Efe’ye durumu danışmaya karar verdi. Bir Cuma namazı sonrası atına atlayıp Alvar’a gitti. Efe hazretleri aileyi zaten çok iyi tanıyor, Refia Hanım’ın karakterinin nereye uygun olduğunu iyi biliyordu. Ahmet Efendi’ye, “Acele etme, boyu bacadan mı çıktı? Senin kızını alan çok olur, üç sene daha sana hizmet etsin.” dedi. Bunun üzerine Ahmet Efendi kızını isteyenlere olumsuz cevap vermeye devam etti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir