V. C. Andrews – Dollanganger Ailesi – 1 Çatı

Doğrusunu isterseniz, 1950’lerde küçük bir çocukken, yaşamın upuzun ve mükemmel bir yaz günü gibi sürüp gideceğine inanırdım. Çünkü öyle başlamıştı. Çocukluğum konusunda, o dönemi mutlu geçirdiğimden dolayı şükran borçlu olduğumu söylemekten başka anlatacak pek bir şey bulamıyorum. Ne zengindik, ne de yoksul. Karşılanamayan bazı ihtiyaçlarımız olmuşsa bile bunları farketmiyordum. Buna karşılık lüksümüzün de farkında değildim. Orta halli insanların bulunduğu mahallemizde hemen herkes aynı şeylere sahip olduğundan karşılaştırma olanağım yoktu. Başka bir deyişle, her yerde görülen, sıradan çocuklardık. Babamız Pennsylvania’nın 12.602 nüfuslu Glodstone kentinde bilgisayar üreten büyük bir firmanın halkla ilişkiler gö-revlisiydi. Anlaşılan babamız işinde çok başarılıydı, çünkü patronu sık sık bize yemeğe gelip onunla övündüğünü söylerdi. «Senin temiz yüzlü görünüşün, herkesi kıskandıran yakışıklılığın ve çekici davranışların onları etkiliyor. Söyle bana Chris, kim senin gibi birine karşı koyabilir?» Bu fikre tüm kalbimle katılırdım.’Babam mükemmel bir insandı. Bir seksen beş boyunda, seksen beş kiloda, dalgalı gür sarı saçlı, eğlenceye ve yaşama düşkünlüğünü belirten, sürekli içleri gülen, gök mavisi gözlü bir insandı.


Burnu düzdü; ne çok uzun, ne çok kalın, ne de çok inceydi. Tenis ve golfu profesyoneller kadar iyi oynar, sürekli yüzdüğü için yaz kış yanık tenle gezerdi. Sık sık uçağa atlayıp California’ya, Florida’ya, Arizona’ ya, Hawaii’ye giderdi. Hatta denizaşırı ülkelere de gittiğini anımsıyorum. Cuma akşamları kapıdan girdiği anda yağmur ya da kar yağıyor olsa bile mutlu gülümsemesiyle bizlere bakınca sanki birdenbire güneş açardı. Bizlerden beş günden fazla ayrı kalamadığını söyleyerek her cuma yolculuğunu sona erdirirdi. Çantasını valizini yere bırakıp kalın sesiyle çağırırdı hepimizi. «Eğer beni seviyorsanız, gelip kucaklayın!» Ağabeyimle birlikte kapının yakınlarında saklanıp dönüşünü bekler, seslendiği anda ya bir koltuğun ardından ya da kanepenin altından fırlayıp kucağına atılırdık. Haftanın en sevdiğim günü cumaydı, çünkü babam eve dönerdi. Mutlaka ceplerinde bizim için ufak tefek armağanlar bulundurur ve daha büyüklerini yerleştirdiği valizlerini, bizim sevinç taşkınlıklarımızı sabırla bekleyen annemizle kucaklaştıktan sonra açardı. Ceplerinden çıkan armağanlarımızı alınca, Chris’le birlikte bir köşeye çekilip annemizin dudaklarında tatlı bir gülüşle ona yaklaşmasını izlerdik. Babamız onu kollarına alır ve sanki yıllarca görmemiş gibi uzun bir süre yüzüne bakardı. Cuma sabahlarını annem berberde saçlarını yaptırıp tırnaklarını boyatmakla geçirirdi. Sonra eve gelip parfümlü bir banyo hazırlayarak uzun süre içinde kalırdı. Ben de yatak odasında oturup merakla incecik geceliğini giyerek banyodan çıkmasını beklerdim.

Kendini güzel bir kadından olağanüstü güzelliğe sahip bir yaratık haline getirmesini ilgiyle izlemişimdir hep. İşin en ilginç yanıysa babamızın, onun hiç makyaj yapmadığını düşünmesiydi! Akıl almaz güzelliğinin doğal olduğuna inanıyordu. Sevgi sözcüğü evimizde çok sık kullanılırdı: «Beni sevmiyor musun?- Elbette seni seviyorum.- Beni özledin mi?- Eve geldiğime sevindin mi? – Ben burada yokken hiç beni düşündün mü? Her gece mi? Yoksa yatakta dönüp dururken yanında olup sana sarılmamı ister miydin? Eğer bunu düşünmediysen, Corin-ne, ölmeyi yeğlerim.» Annemiz bu gibi soruları gözleri, yumuşak fısıltısı ve öpü-cükleriyle yanıtlamayı çok iyi bilirdi. -6- Soğuk bir kış günü Christopher’la birlikte ardımızdan iten rüzgârla neredeyse uça uça okuldan eve döndük. «Çizmelerinizi kapının önünde çıkarın,» diye seslendi annemiz; salonda şöminenin karşısında oturmuş minik, beyaz bir kazak örmekteydi. Bebeklerimden birine bir yılbaşı armağanı hazırlamakta olduğunu düşündüm hemen. «Ve buraya girmeden önce de ayakkabılarınızı çıkarın,» diye ekledi annemiz. Çizmelerimizi, paltolarımızı ve şapkalarımızı holde bırakıp kalın, beyaz tüylü halıyla kaplı salona doğru çıplak ayaklarla koşmaya başladık. Annemizin uçuk renkli güzelliğini daha da artırması için pastel renklerle bezenmiş olan salon çoğunlukla bize yasaktı. Burası konuk salonuydu; ve biz ne kayısı rengi brokar kaplı kanepede, ne de kadife koltuklarda rahat edebiliyorduk zaten. Babamızın koyu renk ahşap kaplama duvarlı, dayanıklı ekose kanepeli odasını yeğlerdik. Hiçbir şeye zarar vermeden burada oynayıp kavga edebileceğimizi biliyorduk. Soluk soluğa, ayaklarının dibine çöküp bacaklarımı şömineye doğru uzatırken, «Dışarısı buz gibi, anneciğim,» dedim”.

«Ama bisikletle eve dönmek harikaydı. Bütün dallardan kristal prizmalara ve elmaslara benzeyen buzlar sarkıyor. Dışarısı periler ülkesi gibi. Kar yağmayan bir yerde asla yaşamak istemem.» Christopher ne havadan, ne de buzların güzelliğinden söz etti. Benden iki yıl beş ay büyüktü ve şimdi anlıyorum ki, çok daha akıllıydı. Annemin yüzüne kaygılı bir ifadeyle bakıyordu sessizce. Ağabeyimin ne görüp de böyle kaygılandığını anlamak için ben de merakla anneme baktım. Tecrübeli parmaklarıyla hızlı hızlı örgü örerken arasıra modelin tarifine bir göz atıyordu. Chris, «Kendinizi iyi hissediyor musunuz, anne?» diye sordu. «Evet, tabii,» dedi annem tatlı bir gülüşle. «Yorgun görünüyorsunuz.» -7- Minik kazağı bir yana bıraktı annem. «Bugün doktora gittim.» Öne eğilip Christopher’ın soğuktan kızarmış yanağını okşadı.

«Anne!» dedi ağabeyim heyecanla. «Yoksa hasta mısınız?» Usulca gülümseyerek onun sarı buklelerini okşadı annem. «Christopher Dollanganger, asıl düşüncen bu değil. Kuşkulu gözlerle bana baktığını gördüm.» Uzanıp ellerimizi tuttu ve karnının üstüne koydu. «Bir şey hissediyor musunuz?» diye sordu mutlu bir ifadeyle. Christopher’ın yüzü kan kırmızı oldu ve elini derhal geri çekti, ama ben merakla bekledim. «Sen ne duyuyorsun, Cathy?» Elimin ve giysilerinin altında garip kıpırtılar vardı. Başımı kaldırıp yüzüne bakınca annemin, Raphael’in Meryem Ana’sına benzeyen güzelliği bugüne dek gözlerimin önünden gitmedi. «Anne ya yediklerin kamında dolaşıyor ya da gazın var.» Gözlerinin içi gülerek bir kez daha tahmin etmemi istedi. Haberi bize verirken sesi tatlı ve anlayışlıydı. «Mayıs başında bir bebeğim olacak güzellerim. Daha doğrusu bugün doktora gittiğimde iki ayrı kalp atışı duyduğunu söyledi bana. Yani ikiz bebeklerim olacak… ya da Tanrı korusun üçüz.

Babanız daha bunu bilmiyor ve lütfen benden önce ona söylemeyin.» Bu haberi nasıl karşıladığını anlamak için ağabeyimin yüzüne şaşkınlıkla baktım. Hem hoşlanmıştı, hem de hâlâ utanıyordu. Annemin şömine ışığındaki güzelliğine bir kez daha baktım ve yerimden fırlayıp odama kaçtım. Kendimi yatağımın üstüne atıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bebekler… iki ya da üç! Ailenin bebeği bendimi Ağlayıp zırlayan birtakım minik bebeklerin yerimi almasını istemiyordum. Hıncımı almak istercesine yastıkları yumruklamaya başladım. Sonra yatağın üstünde doğrulup evden kaçmayı tasarladım. -8- Biri usulca kapımı tıklattı. «Cathy,» dedi. Bu annemin sesiydi. «İçeri gelip bu konuyu seninle görüşebilir miyim?» «Git burdanl» diye haykırdım. «Bebeklerinden nefret ediyorum.» Evet, başıma neler geleceğini biliyordum. Anne ve babaların önemsemedikleri ortanca çocuk olacaktım.

Unutulacaktım; cuma günleri bana armağan gelmeyecekti. Babam yalnızca annemi, Christopher’ı ve yerimi alacak olan şu bebekleri düşünecekti. O akşam babam eve döndükten kısa bir süre sonra beni görmeye geldi. Geleceğini tahmin ederek kapının kilidini açmıştım zaten. Onu çok sevdiğim için yan gözle belli etmeden yüzüne baktım. Üzgün görünüyordu ve elinde pembe fiyonkla süslenmiş, gümüş kâğıda sarılı büyük bir kutu vardı. «Benim Cathy’im nasıl?» diye sordu babam usulca; başımı kaldırmadan, kollarımın altından ona bakıyordum. «Eve geldiğim zaman seni kucaklamam için koşmadın. Bana merhaba de-medin, yüzüme bile bakmadın. Kollarıma atılıp beni öpmediğin zaman üzülüyorum, Cathy.» Yatağın üstünde sırtüstü döndüm ve öfkeli gözlerle ona baktım. Tüm yaşamı boyunca en sevgili çocuğunun ben olmam gerektiğini bilmiyor muydu? Niçin daha çok çocuk istemişlerdi? İki tane yetmiyor muydu sanki? İçini çekerek gelip yatağımın kenarına oturdu. «Biliyor musun, ilk kez bana böyle öfkeyle bakıyorsun. Kollarıma atılmadığın ilk cuma bu. Belki inanmayacaksın ama hafta sonları eve gelmedikçe yaşadığımı anlayamıyorum.

» Öfkemi yenemiyordum. Artık bana ihtiyacı yoktu. Öz oğlu gibi kabul ettiği üvey ağabeyim Chris vardı ve bir sürü ağlayıp zırlayan bebeği olacaktı. Bu karışıklık arasında ben unutulacaktım. «Şunu da bil ki,» diyerek tekrar söze başlarken dikkatle beni inceledi. «Cuma akşamları eve gelirken sana ya da ağabeyine bir tek armağan getirmesem bile, yine de beni sevinçle karşılayacağınıza inanmıştım… aptalca bir düşünce. Armağanları- -9- mı değil, beni sevdiğinizi düşünüyordum. İyi bir baba olduğumu sanarak yanılgıya düşmüşüm. Sizin sevginizi kazandığımı ve bir düzine çocuğum olsa bile, kalbimde apayrı bir yerin olduğunu bildiğini sanmıştım.» Duraklayıp içini çekti. Mavi gözleri koyu-laşmıştı. «Sevgili Cathy’min ilk kızım olduğu için özel bir yeri olduğunu bildiğini düşünüyordum.» Kızgın bir bakışla, «Ama eğer annemin bir kızı daha olursa, ona da aynı şeyleri söyleyeceksin,» dedim boğulurcasına. «Öyle mi?» «Evet,» diyerek hıçkırdım. Daha şimdiden kıskançlık çığlıkları atmaya başlayabilirdim.

«Hatta daha küçük ve daha şirin olacağı için onu benden çok sevebilirsin.» «Belki en az seni sevdiğim kadar sevebilirim, fakat daha fazla değil.» Kollarını açınca kendimi tutamadım, boynuna sarıldım. «Ağlama. Kıskanma da… Sana olan sevgim azalmayacak. Cathy, gerçek bebekler oyuncaklardan daha güzeldir. Annenin işi başından aşkın olacak ve sürekli senin yardımını isteyecek. Evde bulunmadığım zaman, annesine yardım eden çok sevgili bir kızım olduğunu düşünerek rahat edeceğim.» Şefkat dolu dudaklarını ıslak yanaklarıma bastırdı. «Haydi, paketi aç ve için-dekini beğenip beğenmediğini söyle bana.» İlk önce neden olduğum üzüntü ve kaygıyı gidermek için babamın boynuna sımsıkı sarılıp defalarca yanaklarını öptüm. Pembe ffyonklu paketin içinde İngiltere’de yapılmış gümüş bir müzik kutusu vardı. Pembe giysili bir balerin minik bir aynanın önünde müziğin eşliğinde dönüp duruyordu. «Ayrıca bir mücevher kutusu bu,» dedi babam parmağıma kırmızı taşlı küçük bir altın yüzük takarken. «Kutuyu görünce senin olması gerektiğini düşündüm.

Bu yüzükle de Cathy’mi diğer kızımdan biraz daha fazla seveceğime söz veriyorum… tabii bunu hiç kimseye söylememesi koşuluyla.» Güneşli bir mayıs günü babam evdeydi. Daha doğrusu iki haftadır evde dolaşıp bebeklerin gelişini beklemekteydi. Annem-se rahatsız ve sinirliydi. Bayan Bertha Simpson yüzünde garip -10- bir ifadeyle ağabeyimle bana bakarak mutfakta yemeklerimizi hazırlıyordu. Annemizin en güvendiği bebek bakıcısıydı; bizimle oturuyordu ve hep annemle babamın karı kocadan çok ağabey kardeş gibi olduklarını söyleyip dururdu. Hiç kimse hakkında güzel sözler söylemeyen, sürekli homurdanan aksi yüzlü bir kadındı. Ve lahana pişiriyordu. Lahanadan nefret ederdim. Yemek saati gelince babam koşarak salona girdi ve annemi hastaneye götüreceğini söyledi. «Sakın endişelenmeyin. Her şey yolunda gidecek. Bayan Simpson’ın sözünü dinleyin ve evödev-lerinizi yapın. Birkaç saat sonra kardeşlerinizin kız mı, yoksa erkek mi olduklarını öğreneceksiniz…» Ertesi sabaha kadar eve dönmedi. Geldiğinde tıraşı uzamış, giysileri buruşmuştu, ama yine de sevinçle bize gülümseyerek sordu.

«Tahmin edin! Kız mı, oğlan mı?» «Oğlan!» diye bağırdı Christopher. Top oynamayı öğreteceği iki erkek kardeşi olmasını istediğini söyleyip durmuştu. Ben de erkek kardeş istiyordum… kız çocuk babamın sevgisini benden alabilirdi. «Bir kız ve bir erkek!» dedi babam sevinçle. «Son derece şirin, minicik şeyler. Haydi kalkıp giyinin, onları görmeye götüre-yim sizi.» Asık suratla katıldım yanlarına. Babam, hemşirenin kollarındaki iki minik bebeği kucağına alıp pencereden görmem için havaya kaldırınca bile bakmak içimden gelmiyordu. O kadar küçüktüler ki! Elma kadar kafaları vardı, minik kırmızı yumruklarını havada sallıyorlardı. Bir tanesi sanki iğne batırılıyormuş gibi çığlık çığlığa bağırıyordu. Babam içini çekerek yanağımı öptü. «Tanrı bana çok iyi davranıyor. İlk çocuğum kadar mükemmel iki bebek daha verdi.» İkisinden de nefret edeceğimi biliyordum. Özellikle Carrie adındaki ağlayıp zırlayan kızdan.

Cory ise kız kardeşinden daha sessiz ve sakindi. Yatak odaları tam benimkinin karşısında olduğundan rahat uyuyabilmek için iki yıl beklemek zorunda kaldım. Ama günden güne büyüyorlardı, odalarına girip onları kucağıma alınca bana gülümsemeye bile başladılar ve içimdeki kıs- -11 – kançlık, yerini tatlı bir annelik duygusuna bırakmaya başladı. Her gün okuldan çıkınca doğruca eve gidip onları görmek, sevmek, bezlerini değiştirip mamalarını vermek için sabırsızlanıyordum. Gerçekten oyuncak bebeklerden daha eğlenceliydiler. Anne ve babaların tüm çocukları için kalplerinde yer olduğunu kısa bir sürede öğrendim. Ben de seviyordum onları; hatta belki de benden daha güzel olan Carrie’yi bile seviyordum. Arsız otlar gibi çabucak büyüdüklerini söylüyordu babam ama annem Christopher’la benim kadar hızlı büyümediklerini öne sürerek kaygılanmaktaydı. Bu konuyu doktoruna açınca ikizlerin tek çocuktan daha küçük oldukları anlatıldı ona. «Gördün mü?» dedi ağabeyim. «Doktorlar her şeyi bilirler.» Babam bakışlarını okuduğu gazeteden uzaklaştırıp gülümsedi. «Doktor oğlum konuşuyor. Ama hiç kimse her şeyi bilemez, Chris!» Ağabeyime Chris diyen tek kişi babamdı. Çok komik bir soyadımız vardı ve yazılışını öğrenmek oldukça güçtü.

Dollanganger. Hepimiz açık sarı saçlı, açık renk gözlü ve beyaz tenli olduğumuz için babamın en yakın arkadaşı Jim Johnston bize «Dresden Bebekleri» adını takmıştı. Şömine raflarını, küçük sehpaları süsleyen minik porselen bebekleri andırdığımızı söylüyordu. Ve mahallede herkes Dollanganger’den daha kolay buldukları için bize «Dresden Bebekleri» demeye başlamıştı. ikizler dört yaşına girince -ki ben on ikime, Christopher da on dördüne basmıştı- çok özel bir cuma günü için hazırlanmaya başladık. Babamın otuz altıncı yaşgünüydü ve sürpriz bir parti hazırlıyorduk. Annem berberde yeni yaptırdığı saçları, açık mavi uzun giysisi, inci kolyesiyle peri prenseslerine benziyordu. Babam geldiğinde hazır olması için oradan oraya koşturup yemek masasını düzenlemekteydi. Ona aldığımız armağanlar büfenin üstüne yığılmıştı. Küçük, samimi bir parti olacaktı; yalnızca bizler ve çok yakın birkaç dost. «Cathy,» diye seslendi annem. «Benim yerime ikizleri yıkayabilir misin? Öğle uykularından önce banyo yaptırmıştım on- -12- lara, ama uyanınca doğru kumda oynamaya gittiler ve yine yıkanmak zorundalar.» İşten asla kaçmıyordum. Ayrıca annem güzel elbisesi, manikürlü tırnaklar», berberde yapılmış saçlarıyla dört yaşındaki pis çocuklarını yıkayamayacak kadar güzel ve alımlıydı. «Onların işi bitince Christopherla sen de banyoya gir, sonra o yeni pembe elbiseni giy, Cathy.

Saçlarını da kıvırmayı unutma. Sen de lütfen blucin giyme, Christopher. İyi bir gömlek giyip kravat takmanı istiyorum. Krem rengi pantolonunla açık mavi spor ceketini giyersen çok iyi olur.» «Ama anne, öyle giyinmekten nefret ediyorum,» diye sızlandı Christopher. «Babanızın hatırına dediklerimi yap lütfen. O sizler için elinden geleni yapıyor. Sen de onun en azından ailesiyle övünmesini sağlayabilirsin.» Ağabeyim homurdanarak uzaklaşınca, bahçeye çıkıp ikizleri yıkanmaya ikna etme görevi yalnızca bana kaldı. «Günde bir banyo yeter!» diye itiraz etti Carrie. «Biz temiziz! Dur! Sabunu sevmiyoruz! Saçımızın yıkanmasını da sevmiyoruz! Bunu yaparsan, Cathy, annemize söyleriz!» «Ha ha!» dedim. «Sizin gibi iki küçük kirli canavarı temizlemem için beni buraya kim gönderdi sanıyorsunuz? Aman Tanrım, bu kadar çabuk nasıl kirlenebiliyorsunuz?» Soyunup ılık suya girerek sarı ördekleri ve lastik tekneleriyle eğlenmeye, beni tepeden tırnağa ıslatmaya başlayınca sesleri kesildi. Saçlarının yıkanmasına ve kurulanıp en güzel elbiselerinin giydirilmesine itiraz etmediler. Çünkü bir partiye gidiyorlardı ve günlerden cumaydı, babamız eve gelecekti. İlk önce Cory’nin kısa şortlu beyaz takımını giydirip saçlarını düzelttim.

Ne kadar uğraşırsam uğraşayım bir türlü istediğim tarafa yatıramadığım inatçı bir buklesi vardı sağ kaşının üstünde, inanır mısınız, Carrie de saçlarının böyle taranmasını istiyordu hep. İkisini de tertemiz giyindirdikten ve gözlerini bir an için bile üstlerinden ayırmaması için Christopher’a sıkı sıkı tembih ettikten sonra hazırlanmaya başlayabildim ancak. -13- Banyo yapıp saçlarımı kalın bigudilerle sararken ikizlerin sızlanmaya başladıklarını duyabiliyordum. Kapının aralığından bakınca, ağabeyimin masal kitabı okuyarak onları eğlendirmeye çalıştığını gördüm. Farbalarla süslü pembe elbisemle yanlarına gidince, «Hey, pek fena sayılmazsın!» diye karşıladı beni Christopher. «O kadarcık mı? Daha iyi bir şey söyleyemez misin?» «Bir kız kardeş için bu iltifat yeter,» diyerek saatine bakıp resimli kitabı kapattı. İkizlerin ellerinden tutup aceleyle dışarı çıkarken seslendi. «Babam her an gelebilir. Çabuk ol, Cathy!» Saat beş oldu ve geçti, ancak hâlâ babamın yeşil Cadillac’ı evin dönemeçli yoluna girmemişti. Konuklar oldukça neşeli bir sohbet havası yaratmaya çalışıyorlardı ama annem endişeyle odada dolaşmaya başlamıştı bile. Genellikle babam saat dörtte ya da daha erken gelirdi eve. Saat yedi… ve hâlâ bekliyorduk. Annemin hazırladığı nefis yemekler çok uzun süredir fırında durmaktan kurumuşlardı. En geç saat yedide ikizleri yatırdığımız için hem acıkmışlar, hem de uykuları geldiğinden huy-suzlanmışlardı. Hiç durmaksızın, «Babam ne zaman gelecek?» diye soruyorlardı.

Beyaz giysileri artık tertemiz sayılmazdı. Carrie’nin özenle taradığım saçları kıvrılmaya ve rüzgârla uçuşmuş havasına girmeye başlamıştı. Cory’nin sürekli akan burnunu koluna silmekte olduğunu görünce aceleyle bir kâğıt mendil kapıp yardımına koştum. «Anlaşılan Corinne, kocan kendine başka bir güzel bulmuş,» diye şakalaştı Jim Johnston. Böylesine yersiz bir şaka yaptığı için karısı öfkeyle baktı ona. Ben de en az annem kadar endişelenmişim. Sürekli odada dolaşıyor, sık sık pencereden dışarıya bakıyordum. Evimizin ağaçlı yoluna sapan bir araba görünce, «Oh!» diye haykırdım. «Babam geliyor galiba!» . Ne var ki kapımızın önünde duran araba yeşil değil beyazdı ve üstünde yanıp sönen kırmızı bir ışık vardı. Kapısındaki EYALET POLİSİ yazısı açıkça okunabiliyordu. -14- Mavi üniformalı iki polis arabadan inip kapıya yaklaştılar, zilin sesiyle birlikte hafif bir çığlık attı annem. Donmuş gibiydi. Eli boğazına yaklaşmış, gözleri kararmıştı. Onun tepkilerini izlemek bile korkunç duygular yaşatıyordu bana.

Jim Johnston kapıyı açıp iki polisi içeri aldı. Avizeden sar- -kan balonları, büfenin üstüne yığılmış hediye paketlerini ve ziyafet sofrasını gören polisler, bir doğumgünü olduğunu anlayarak rahatsızca etraflarına bakındılar. «Bayan Christopher Garland Dollanganger hanginiz?» diye sordu daha yaşlı olanı gözleriyle salondaki kadınları araştırarak. Annemiz hafifçe başını salladı. Ağabeyimle ben belli belirsiz yanma sokulduk. Yerde minik arabalarıyla oynayan ikizler polislerin beklenmedik gelişiyle ilgilenmemişlerdi. Kırmızı yüzlü, iyi kalpli görünüşlü polis anneme yaklaştı. «Bayan Dollanganger,» diye söze başladı boğuk bir sesle. Birdenbire paniğe kapılmıştım. «Çok üzgünüz ama Greenfield Yolunda bir kaza oldu.» «Oh…» diyerek inledi annem ve bizleri kendine çekti. Onun da benim gibi titrediğini hissediyordum. Polislerin metal düğmelerine takılmıştı gözlerim; başka hiçbir şey göremiyordum. Annemin gırtlağından hıçkırığa benzer bir ses yükseldi ve eğer biz tutmasaydık yere yuvarlanacaktı. «Kazayı gören diğer şoförleri sorguya çektik, Bayan Dollanganger,» diye konuşmasını sürdürdü duygusuz ses.

«Kocanızın suçu yokmuş. Aldığımız bilgilere göre, sol şeritte mavi bir Ford, arabaların arasına dalıp çıkıyormuş. Sarhoş olduğunu sanıyoruz. Ve kocanızın arabasına önden bindirmiş. Anladığımız kadarıyla, kazayı sezinleyen kocanız kurtulmak için yana kaçmaya çalışmış. Fakat ne yazık ki başka bir araba ya da kamyondan düşmüş bir makine parçası bu manevrayı tamamlamasına olanak tanımamış. Yoksa canını kurtaracakmış. Kocanızın, arabası birkaç takla attığı halde kurtulma umudu varmış. Ancak karşıdan gelen bir kamyon, fren yapmasına rağmen duramayıp çarptığı için Cadillac tekrar takla atmış ve… yanmaya… başlamış…» -15- Bir oda dolusu insanın bu kadar çabuk sessizleştiğini daha önce hiç görmemiştim. İkizler bile başlarını oyunlarından kaldırıp polislere baktılar. «Ya kocam?» diye sordu annem. Sesi duyulmayacak kadar hafif çıkmıştı. «O… o… ölmedi… değil mi?» «Hanımefendi,» dedi kırmızı yüzlü polis ciddi bir sesle. «Çok özel bir gününüzde bu kötü haberi size iletmek beni fazlasıyla üzüyor.» Bir an duraklayıp etrafına baktı.

«Çok üzgünüm… onu çıkarmak için herkes elinden geleni yaptı, ama… ne yazık ki… doktorun dediğine göre… ilk anda Ölmüş.» Kanepede oturanlardan biri çığlık attı. Annemin sesi çıkmadı. Gözleri donuklaştı ve karardı. Güzel yüzünün rengi soldu ve bir ölüm maskesine benzedi. Söylenenlerin hiçbirinin doğru olmayacağını ona gözlerimle anlatmak için dikkatle yüzüne baktım. Babam olamaz! Benim babam olamaz! ölmüş olamaz… Ölüm yaşlılar ve hastalar içindir… Babam kadar genç, sağlıklı… sevilen ve aranan biri için değildir. Annem üzgün yüzü, donuk gözleri, birbirini ovuşturan elleriyle karşımda duruyordu. Her geçen saniye gözleri sanki yuvalarına biraz daha gömülüyordu. Ağlamaya başladım. «İlk çarpmada arabadan fırlayan bazı eşyalarını getirdik, efendim. Her şeyini kurtarmaya çalıştık.» «Gidin buradan!» diye bağırdım polislere. «Çıkın, gidin! Babam değildir! Olmadığını biliyorum! Bize dondurma almak için bir dükkâna uğramıştır şimdi. Her an kapıdan içeri girebilir! Gidin buradan!» Polise yaklaşıp göğsünü yumruklamaya başladım.

Polis geri çekilmeye çalışırken ağabeyim yanımıza geldi ve beni tuttu. «Lütfen,» dedi polis. «Lütfen biri bu çocuğa yardım etsin.» Annemin kolları omzuma sarıldı ve beni kendine doğru çekti. Salondakiler şaşkın seslerle mırıldanmaya başlamışlardı. Ve fırındaki yemeklerden yanık kokuları geliyordu. Birinin yanıma gelip elimi tutmasını ve Tanrı’nın babam gibi bir insanı aramızdan çekip almış olamayacağını söylemesini bek- -16- liyordum, ama kimse gelmedi. Yalnızca Christopher belime sarıldı ve üçümüz -annem, ağabeyim ve bensarmaş dolaş olduğumuz yerde kalakaldık. Sonunda Christopher garip, boğuk bir sesle sordu. «Babamız olduğundan emin misiniz? Eğer yeşil Cadillac alev aldıysa içindeki yanmış olmalı. Öyleyse babamızdan başka biri de olabilir.» Annemin gözlerinden bir tek damla yaş gelmediği halde boğazından acı hıçkırıklar yükseliyordu. İki adamın söylediklerinin gerçek olduğuna inanıyordu! Bir doğumgünü partisine katılmak için en güzel elbiselerini giyip gelmiş olan konuklar, bize yaklaşıp söylenecek bir şeylerin bulunmadığı bu gibi durumlarda sarfedilen teselli sözcüklerini mırıldanmaya başladılar. «Çok üzgünüz, Corinne… Şaşkına döndük… Korkunç bir şey…» «Chris’in başına bu kadar kötü bir olayın gelmiş olması…» «Günlerimiz sayılı zaten… doğduğumuz andan itibaren sayılıdır günlerimiz…» Bu sözler birbirini izlerken gerçek, yavaş yavaş betona sızan su gibi kalbime işledi. Babam gerçekten ölmüştü.

Onu bir daha göremeyecektik. Yalnızca tabutunda son kez görecek ve toprağın altına gömecektik. Mezar taşı doğum ve ölüm tarihleri arasındaki yıl farkını gösterecekti. Benimle aynı duyguları paylaşmalarının olanaksızlığını bildiğim için ikizlerin ne yaptıklarını anlamak üzere etrafıma bakındım. Biri onları mutfağa götürmüş, yatırmadan önce yemeklerini yediriyordu. Gözlerim Christopher’ınkilere takıldı. O da benimle aynı acıyı paylaşıyordu. Gencecik yüzünde solgun ve şaşkın bir anlam vardı. Ne yapacağını bilemez bir haldeydi… Polislerden biri arabaya gitti ve getirdiği eşyaları teker teker sehpanın üzerine dizmeye başladı. Babamın her zaman yanında taşıdığı bu şeylerden alamıyordum gözlerimi: Annemin bir Noel’ de hediye ettiği yılan derisi cüzdanı, deri kaplı not defteri, kol saati, alyansı. Hepsi yangından kararmıştı. -17 Çatı / F: 2 En son olarak Cory ve Carrie için aldığı oyuncak hayvancıklar çıktı ortaya. Kırmızı yüzlü polisin anlattığına göre, caddenin ortasından toplamışlar onları. Pembe kadife kulaklı mavi bir fitte kırmızı eyerii, sarı dizginli mor bir midilli… Bunların içinde bizi en çok üzense bagaj kilidi kırılınca savrulan bavuldan saçılmış giyecekler oldu. O gömlekleri, pantolonları, kravatları, çorapları çok iyi tanıyordum.

Son doğumgününde armağan ettiğim kravat da araları ndaydı. «Birinin kimlik tespiti için bizimle gelmesi gerekiyor,» dedi polis. Artık inanmıştım. Babamız bir daha asla cebinde armağanlarla gelemeyecekti eve. Kendi doğumgününde bile… Salondan kaçtım. Kalbimi parçalayan eşya sergisinden çılgınlar gibi kaçtım. Evden çıkıp arka bahçeye indim ve yaşlı bir akçaağacı yumruklamaya başladım. Ellerim acıyıp kanamaya başlayıncaya kadar yurmuWadtm. Soma o ağacın allında v>2un süre ağladım. Hayatta olması gereken babam ve o gittikten sonra bile yaşamımızı sürdürmek zorunda olan bizler için ağladım. Ve ikizler… onlar babamın ne denli mükemmel bir insan olduğunu bilmiyorlardı bile. Gözyaşlarım sonunda dindi. Ovuşturmaktan kızarmış ve şişmiş gözlerimi son kez silerken yaklaşan ayak seslerini duydum… annem. Yanıma oturup elimi tuttu. Gökte parlayan yarım ayın yanı-sıra milyonlarca yıldız göz kırpıyor ve hafif bir rüzgâr baharın kokusunu taşıyordu.

«Cathy,» dedi annem aramızdaki sessizlik hiç bozulmayacakmış gibi uzayınca. «Baban yukarıda cennette ve seni izliyor. Biliyorsun, daima cesur olmanı isterdi.» «O ölmedi, anne!» diye itiraz ettim şiddetle. «Uzun zamandu burada oturuyorsun, belki saatin ona geldiğini fark bile etmedin. Birinin kimlik tespiti için gitmesi gerekiyordu ve Jim Johnston beni bu acı olaydan kurtarmak için gitmeyi önerdi ama kabul etmedim. Görmem gerekiyordu. Ben de inanmadım söylenenlere, ancak baban öldü, Cathy. Ağabeyin yatağında ağlıyor, ikizlerse uyuyorlar. Onlar daha ‘ölümün’ ne demek olduğunu bilmiyorlar.» -18- Bana sarılıp başımı omzuna yasladı bir süre. Sonra, «Haydi gel,» dedi ayağa kalkarak. «Burada çok uzun süre olurdun. Ben senin evde, diğerleriyle birlikte olduğunu sanıyordum. Onlar da odanda ya da benim yanımda olduğunu düşünmüşler.

Acılı olduğun zaman yalnız kalmak doğru değildir. İnsanlarla beraber olup acını paylaşmalısın. İçinde saklamamalısın.» Babamın ölümüyle birlikte üstümüze çöken bir karabulut yaşamımızı gölgelemeye başladı. Sitemli gözlerle anneme bakarak bizleri niçin böyle bir olaya hazırlamadığını düşünüyordum. Çocuklara, yitirmeyi öğreten canlı hayvanlar beslememize bile izin verilmemişti. Biri bize sevdiğimiz insanın da ölebilece-ğini söylemiş olmalıydı. Kaderin bir acı süzgecinden geçirir gibi inceltip sıskacık bıraktığı bir anneye bunları nasıl söyleyebilirdiniz? Konuşmak, yemek yemek, saçlarını taramak, hatta gardırobunu dolduran güzel giysilerini giymek bile istemeyen biriyle nasıl açıkça ve dürüstçe konuşabilirdiniz? Bizim ihtiyaçlarımızla bile ilgilenmek istemiyordu. Komşularımızın kendi evlerinde hazırladıkları yemeklerle bize gelip idareyi ele almaları doğrusu çok yerinde olmuştu. Evimiz çiçekler, evde yapılmış pasta, pide ve sıcak ekmeklerle doluydu. Babamı sevip sayan, ona hayranlık duyan bir sürü insan her gün gelip gidiyor ve onun bu kadar tanınmış olması beni çok duygulandırıyordu. Ancak yine de biri çıkıp nasıl öldüğünü sorduğunda ya da birçok hasta, sakat, işe yaramaz insan yıllarca yar şarken böylesine genç birinin ölümünün ne denli acı olduğunu söylediğinde nefretim artıyordu. Öğrendiğime göre, kader acımasız bir can toplayıcıydı. Sevilen, arzulanan kişilere karşı saygı duymuyordu. İlkbahar günleri yerini yaza bıraktı.

Istırap ne denli büyük olursa olsun yine de yavaş yavaş uzaklaşmanın bir yolunu buluyor, çok sevilen biri uzak bir gölge haline dönüşüyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir