V. C. Andrews – Dollanganger Ailesi – 2 Çatıdaki Rüzgâr

Kaçtığımız gün ne denli genç, ne kadar canlıydık. Karanlık, boğucu, sıkıcı odadan kurtulup güneye doğru yol alan otobüste nasıl da mutluyduk ama göstermiyorduk. Pencere kenarına oturmuş, gördüğümüz her şeyden ürkerek, sessizce çevreyi seyrediyorduk. Özgürlük. Bundan daha güzel bir sözcük olabilir mi? Belki ölümün soğuk elleri buraya kadar uzanıp bizleri çekip götürebilirdi, ama Tanrı’nın yanı başımızda olup bizi kolladığına inanmaya başlamıştık. Otobüs sık sık durup yolcu indirip bindirdikçe, sinirlerimiz geriliyordu. Üstelik çay molaları için de duruyorduk. Anayola bağlanan toprak patikanın kenarında bekleyen siyah giysili iriyan kadını almak için epey bekledik. Elindeki bir sürü paketle otobüse binmesi çok zaman aldı doğrusu. En sonunda yerine yerleşti ve biz de Virginia ile Kuzey Carolina’yı ayıran eyalet sınırını geçtik. Kilit altında bulunduğumuz eyaletten çıkmak öylesine rahatlatmıştı ki beni, yıllardan beri ilk kez gevşediğimi hissediyordum. Otobüsün en genç yolcuları üçümüzdük. On yedi yaşındaki Chris omuzlarına kadar men dalgalı sarı saçları. koyu renk kirpikli, güneşli gökyüzünü andıran masmavi gözleriyle çok yakışıklıydı. Tüm kadınların yüreklerini hoplatacak kadar yakışıklı olduğunu rahatça söyleyebilirdim.


Durumumuzun kötülüğüne karşın, güleç bir ifadeyle oturmayı başarıyordu. Gözleri, kucağımda oturan Car-rie’ye takılmadığı zaman, mutlulukla pırıl pırıldı. Küçük kardeşimizin soluk hasta yüzünü görünce, bakışları endişeyle kararıyor, kaşları çatılıyordu. Omzuna asılı gitara uzanıp melankolik bir sesle «Oh Susannah» adlı parçayı söylemeye başladı. Göz göze gelince şarkının buruk anılarıyla dolduk. İkimiz bir tek insan gibiydik. Ağlamaktan çekindiğim için uzun süre bakamıyordum yüzüne. Kucağıma yerleşmiş olan küçük Carrie üç yaşında kadar gösteriyordu ama sekizine basmıştı. Acınacak denli ufak tefek ve zayıftı. Gölgeli, iri mavi gözlerinde onun yaşında bir çocuğun tanımaması gereken karanlık gizler ve acılar okunuyordu. Hayattan ne sevgi, ne mutluluk bekliyordu artık. Sevdiği her şeyi yitirmişti. Ruhsal açıdan öylesine zayıf düşmüştü ki, ölmeyi bile umursamadığım hissediyordum. Cory aramızdan ayrıldığından beri duyduğu yalnızlığı çok iyi anlayabiliyordum. 1960 yılının kasım ayındaydık ve ben on beş yaşındaydım.

Her şeye sahip olmak istiyor ve yitirdiklerimi yerine koymaya zamanım olmayacağından korkuyordum. Öylesine gerilmişti ki sinirlerim, bir aksilik daha olursa, çığlık atmaya hazır, diken üstünde oturuyordum. Kurulu bir saatli bomba gibi zamanı gelince patlayıp Foxworth Malikânesinde yaşayanların başına inecektim! Aklımdan geçenleri okumuş gibi Chris uzanıp elimi tuttu. Bizi mahvedenlerin yaşamlarını cehenneme çevireceğimi anlamıştı sanki. Alçak sesle söze başladı. «Böyle durma, Cathy. Her şey düzelecek. Başaracağız göreceksin!» Olup biten her şeye karşın iyimserliğini yitirmemişti hâlâ. Cory’nin ölümünden sonra bile durumumuzun düzeleceğine nasıl inanabiliyordu? «Cathy,» diye fısıldadı. «Elimizden geleni yapmak zorundayız. Birbirimizden başka kimsemiz yok. Olanları kabul etmek ve bundan sonrasını düşünmek zorundayız. Kendimize inanırsak, yeteneklerimizi geliştirerek istediklerimizi elde edebiliriz. Emin ol, güzel günler bizi bekliyor.» Günlerini dertli insanların arasında geçirecek iç sıkıcı bir doktor olmak istiyordu hep.

Benim umut ve arzularımın çerçevesi bu kadar dar değildi. Şan, şöhret ve sevgi istiyordum. Dünyanın en iyi, en ünlü balerini olacaktım. Ancak böyle alabilirdim annemden öcümü… Allah seni kahretsin anne! Foxworth Malikânesinin yanıp kül olmasını dilerim. Bir daha asla o görkemli kuğu yatağında rahat bir gece geçirmemeni dilerim! Umarım, şu genç kocan senden daha genç ve daha güzel bir metres bulur kendine! Lâyık olduğun acı günleri yaşatır sana! Carrie bana dönüp fısıldadı. «Cathy, kendimi iyi hissetmiyorum. Midem biraz tuhaf gibi…» Korkuya kapıldım hemen. Küçük yüzü inanılmaz derecede solmuş, bir zamanlar pırıl pırıl parlayan saçları donuk püsküllere dönmüştü. Sesi ancak fısıldayabilecek kadar çıkıyordu. «Hayatım, canım,» diyerek sıkıca sarıldım., «Biraz gayret. Seni hemen bir doktora götüreceğiz. Florida’ya varmamız uzun sürmez. Orada bir daha kilit altında kalmayacağız.» Carrie başını göğsüme yaslayıp kollarımın arasına kendini bırakınca, acı dolu gözlerle Güney Carolina’ya geldiğimizi belirten, sarmaşıklı evleri seyre daldım.

Daha Georgia’dan geçecektik. Sarasota’ya varmak epey vaktimizi alacaktı. Carrie birdenbire titremelerle sarsıldı ve kusmaya başladı. Son çay molasında-ceplerimi kâğıt peçetelerle doldurmayı akıl ettiğim için hemen üstünü başını temizledim. Onu Ohris’in kucağına oturtup bacaklarını sildim ve pis kâğıtları dışarı atmak için pencereyi açmaya uğraştık. Ne yaparsak yapalım, yerinden oynamamakta inat ediyordu. «Koltukların arasındaki boşluğa at,» diye fısıldadı Chris, ama herhalde dikiz aynasından bizi izleyen keskin gözlü şoför hemen bağırmaya başladı. «Hey çocuklar, pisliklerinizi otobüsün içine atmaya kalkışmayın. Başka bir yol bulun.» Chris’in fotoğraf makinesinin kılıfının dış gözünü boşaltıp peçeteleri buraya doldurmaktan başka bir çare gelmedi aklıma. «Çok üzgünüm,» diye hıçktrıyordu Carrie. «Bunu yapmak istemedim. Bizi hapse atarlar mı acaba?» Chris ona sıkıca sarılıp yanıtladı. «Elbette hayır. İki saat sonra Florido’da olacağız.

O zamana kadar kendini tutmaya bak. Eğer şimdi inersek biletlerimiz yanar. Ve boşa harcayacağımız paramız yok.» Carrie titreyip sızlanmaya başladı. Elimi alnına dayayınca, nemli olduğunu farkettim. Yüzü yalnızca solgun değil, bembeyazdı. Ölmeden biraz önce Cory de böyle olmuştu! Biraz olsun bizlere acıması için Tanrı’ya yakarmaya başladım. Yeterince çekmemiş miydik? Carrie bir kez daha kustu. Midesinde bir şeyler kalmış olacağını sanmıyordum. Yarı baygın gibi kollarında yatarken Chris kulağıma fısıldadı. «Sanırım şok geçiriyor.» Kendi yüzü de Carrie’ ninki kadar solmuştu. Yolculardan biri yüksek sesle şikâyet etmeye başlayınca, bize acıyanlar ne yapacaklarını şaşırıp utançla başlarını çevirdiler. Chris’le göz göze geldik. Sessizce soruyordu bana, şimdi ne yapacağız, diye.

Paniğe kapılmaya başlıyordum ki, o iriyarı zenci kadın yerinden kalkıp bize yaklaştı. Gülümseyerek elindeki torbayı uzattı. Kâğıt peçeteleri içine atmamı işaret etti ve üstümüzü başımızı temizlememiz için bez parçaları verdi. (Usulca omzumu okşayıp, Carrie’nin çenesini gıdıkladı. «Teşekkür ederim,» diye fısıldadım ve elimden geldiğince ortalığı temizlerken gülümsemeye çabaladım. Sanki bizi kötü bakışlardan korumak istiyormuşcasına yanı başımızda dikilmiş duruyordu. «Carrie’yi hemen bir doktora götürmek zorundayız,» dedi Chris endişeli bir sesle. «Ama biletimizi Sarasota’ya kadar aldık!» «Biliyorum ama hastalık bu!» İriyarı kadın gülümseyerek eğildi, eliyle Carrie’nin nemli alnını okşadı ve nabzını saydı. Parmaklarıyla bazı işaretler yaptı ama hiçbir şey anlamadım. «Hanım konuşamıyor Cathy,» dedi Chris. «Sağırların işaret dili bu.» Ne demek istediğini anladığımızı belirtmek için omuzlarımı silkince, kadın önce kaşlarını çattı ve kırmızı kazağının cebinden bir kâğıt parçası çıkarıp hızla birkaç satır yazıp bana uzattı. Adım Henrietta Beech, diye yazmıştı. Duyarım ama konuşamam;. Küçük kız çok hasta.

İyi bir doktora ihtiyacı var. Bunu okuyunca hemen sordum. «İyi bir doktor tanıyor musunuz?» Kadın ısrarla başını salladı ve bir not daha yazdı. «Aynı otobüste olmamız büyük şans. Sizi doktor oğluma götürürüm. Çok iyi bir doktordur. «Aman Tanrım,» dedi Chris notu okuyunca. «Bizi doktora götürecek biri yanımızda cHduğuna göre gerçekten şanslı günümüzde sayılırız.» «Bana bak, şoför efendi,» diye haykırdı biraz önce şikâyet eden kötü kalpli adam. «Şu hasta çocuğu bir hastaneye filan bırakıver! Pis kokan bir otobüste yolculuk yapmak için vermedim bunca parayı.» Öteki yolcular hoşnutsuzlukla adama bakarlarken, dikiz aynasından şoförün öfke ya da belki utançla kızaran yüzünü gördüm. Adam acıklı bir sesle bana, «Çok üzgünüm ama bir karım ve beş çocuğum var,» dedi. «Eğer vaktinde otogara giremezsem, çocuklarım aç kalır, çünkü beni işten atarlar.» Gözlerimle adama yalvarırken, şoför kendi kendine mırıldandı. «Pazar günlerine lanet olsun! Bütün bir hafta iyi gidiyor ama pazar gelince işler karışıyor!» Anlaşılan Henrietta Beech bu konuşmalardan sıkılmıştı.

Kâğıdını kalemini eline alıp birkaç satır daha yazdı ve bize gösterip öne doğru yürümeye başladı. Pekâlâ, pazar günlerini sevmeyen şoför efendi. Eğer hasta küçük kıza bir iyilik etmezsen, ailesi serim şirketin patronlarına iki milyon dolarlık tazminat davası açacak! Zavallı adam bir süre aldırış etmemeye çalıştı ve sonunda tek gözünü yoldan ayırmadan burnuna dayanmış kâğıdı okumayı başardı. «Allah kahretsin,» dedi sonunda. «En yakın hastane yoldan yirmi mil kadar uzakta.» Chris’le ben hayretle kendisini izlerken, iriyarı zenci kadın elleriyle birtakım işaretler yaptı ve derdini anlatamayınca tekrar kâğıda kaleme sarıldı. Neler yazdığını bilmiyorum ama anayoldan ayrılıp Clairmont kasabasına giden yola saptık. Henrietta Beech yanından ayrılmadan şoföre nereye gideceğini tarif ederken, ara sıra dönüp bize gülümsüyordu. Ağaçlı geniş caddelerden, yüksek kuleli güzel evlerin arasından geçmeye başlamıştık. Virginia’dan ayrılmadan önce bir iki kez kar yağmıştı ama henüz burada sonbaharın soğuk etkileri görülmüyordu. Bahçeleri süsleyen ağaçların yaprakları yemyeşildi ve orada burada parlak renkli çiçekler göze çarpıyordu. Şoför gibi ben de Henrietta Beech’in doğru yolu göstermediğine inanmaya başlamıştım. Böylesine güzel evlerin bulunduğu bir caddeye hastane yapılmazdı doğrusunu isterseniz. Telaşlanmaya başladığım anda çiçekler ve ağaçlarla çevrelenmiş büyük, beyaz bir evin önünde durduk. «Hey çocuklar,» diye seslendi şoför.

«Eşyalarınızı toplayıp inin aşağıya, isterseniz bilet parasını şirketten geri alabilirsiniz. Ya da süresi dolmadan tekrar yola devam edebilirsiniz.» Bizimle birlikte aşağıya atlayıp bagajdan bavullarımızı çıkardı. Cory’nin gitarıyla banjosunu omzuma asıp bavullarımızı elime alırken, Chris de küçük Carrie’yi kucağına almıştı. Henrietta Beech bizi ön verandaya ulaşan uzun dar patikaya saptırdı. Evin sağ tarafındaki kapıda HASTALAR İÇİN yazıyordu. Bavul’arı bir köşeye bırakıp verandaya çıkarken, beyaz kamış koltukta uyuyan bir adama takıldı gözlerim. İyi kalpli zenci kadın gülümseyerek adamın omzuna dokundu ve gözlerini açmayınca derdimizi anlatmak için bizi yalnız bırakıp içeri girmeye karar verdi. Yemek hazırlayacağını anlatıyordu elleriyle. Yanımızda kalıp pazar günü ön verandasında ne aradığımızı doktora anlatmasını tercih ederdim ama gözden kaybolmuştu bile. Chris’le birlikte sessizce adama yaklaşırken, gül kokan havayı içime çekiyor ve sanki buraya daha önce gelmişim gibi hissediyordum. «Bugün pazar,» diye fısıldadım Chris’e. «Belki de doktor burada oluşumuza kızabilir.» «Bir doktor o,» dedi Chris. «Her gün, her saat hastalarla karşılaşmaya hazırdır… Uyandırsan fena olmaz.

» Ağır ağır yanına yaklaştım. Açık gri elbisesi ve yakasındaki beyaz karanfiliyie, ayaklarını verandanın korkuluğuna dayamış, kolları koltuktan aşağıya sarkmış uyurken bile zarif bir hali vardı. Öylesine rahat uyuyordu ki, uyandırmaya kıyamadım. «Siz Dr. Paul Sheffield misiniz?» diye sordu tabelayı okumuş olan Chris. Gözleri kapalı, başı arkaya düşmüş, uzun sarı saçları hafif esintide dalgalanan Carrie yatıyordu kollarının arasında. Doktorun gözleri açıldı ve bir süre inanmaz bakışlarla bizi süzdü. Kat kat giysilerimizin içinde çok garip bir halimiz olduğunu biliyordum. Mavi, yeşil, altın sarısı benekli ela gözler baştan aşağıya beni dolaştı ve ipnotize olmuş grbi tekrar yüzüme ve saçlarıma döndü. Saçlarımın fazla uzun olduğunu, tepesinin komik bir şekilde kesildiğini ve uçlarının zayıflıktan beyazlaştığını biliyordum. «Siz doktorsunuz değil mi?» diye sordu Chris. «Evet ben Dr. Sheffield’im,» dedi adam en sonunda ve bakışlarını Carrie’yi taşıyan Chris’e çevirdi. Tek bir hareketle bacaklarını yere indirip ayağa kalkarken, eliyle koyu renk saçlarını düzeltti. Upuzun boyuyla Chris’e yaklaşıp Carrie’nin minik beyaz yüzüne baktı.

Gözkapakları-nı parmağıyla açıp mavi derinliklerinin gizlerini aradı. «Bu çocuk ne kadardır baygın?» «Birkaç dakikadır,» dedi Chris. O da neredeyse doktor sayılırdı. Kilitli odamızda o kadar çok okumuştu ki… «Carrie otobüste üç kez kustu ve titremeye başladı. Henrietta Beech adında bir hanım bizi buraya getirdi.» Doktor başını sallayıp Henrietta Beeoh’ın yanında çalıştığını söyledi. Sonra bizi hastalar için ayrılmış olan kapıdan muayenehane bölümüne soktu. «Carrie’nin tüm giysilerini çıkarın,» derken hemşirenin izin günü olduğu için özür diliyordu. Ben kız kardeşimi soyarken, Chris kaldırımın kenarında duran bavullarımızı içeri almaya gitmişti. Doktor Carrie’nin nabzını, tansiyonunu, ateşini ölçüp kalbini dinlerken, ikimiz duvara dayanmış endişe içinde bekteşiyorduk. Kızkardeşim doktorun söylediklerini yerine getirecek kadar kendine gelmişti bu arada. Niçin her şeyin bizi bulduğunu düşünüyordum yalnızca. Niçin talihimiz hep ters gidiyordu? Büyükannenin dediği kadar kötü insanJar mıydık?’ Carrie de ölecek miydi yoksa? «Carrie,» dedi doktor tatlı bir sesle, «Biraz dinlenmen için seni burada yalnız bırakacağız. Ama sakın korkma. Hemen yandaki odadayız.

Masanın pek yumuşak olmadığım biliyorum ama biraz uyumaya çalış.» Masanın yumuşak ya da sert olmasına hiç aldırış etmeden yatıyordu Carrie. Yanıtlamadan, irileşmiş donuk gözlerle baktı doktorun yüzüne. Birkaç dakika sonra Dr. Sheffield gösterişli masasının arkasına geçmiş, dirseklerini sumenine dayamış, biraz endişeli bir sesle söze başlamıştı. «Siz ikiniz tedirgin ve çekingen duruyorsunuz. Pazar eğlencelerinden beni yoksun bıraktığınızı düşünmeyin sakın. Pek böyle işlerle ilgim yok. Karımın ölümünden beri hafta sonlarının diğer günlerden hiç farkı yok benim için…» Evet, böyle konuşabilirdi ama çok fazla çalışmaktan yorulduğu belliydi. Chris’in yanına, kahverengi kanepeye ilişmiş, ıslak, kirli giysilerimden utanarak bekliyordum. Ani bir kararla yerimden kalkıp kirli eteğimin fermuarını indirdim. Doktorun şaşırdığı belliydi. Ben Carrie’yi soyarken odada olmadığı için üstümüzdekilerin birkaç kat olduğunu farketmemişti. Tekrar Chris’in yanına otururken, üstümde rengi ve biçimi çok yakışan mavi elbisem vardı artık. «Pazar günleri hep birkaç kat mı giyinirsiniz?» diye sordu doktor.

«Yalnızca evden kaçtığımız pazarları,» dedim. «Ve üstelik iki tanecik bavulumuz vardı. Rehine verebileceğimiz değerli eşyalarımızı da yanımıza almak zorundaydık.» Çok fazla konuştuğumu bildirmek için dürttü beni Chris. Ama doktorları tanıyordum. Özellikle karşımda oturan doktoru. Ona güvenebileceğimizi gözlerinden okumuştum.- Her şeyi rahatça anlatabilirdik. «Yani siz evden kaçıyorsunuz,» dedi doktor sonundp. «Ama niçin kaçıyorsunuz? Aileniz bazı isteklerinize karşı mı geldi?» Gerçeği bir bilseydi! «Çok uzun bir öykü doktor,» diye atıldı Chris. «Şimdi Carrie’nin durumunu öğrenmek istiyoruz.» «Pekâlâ, haklısınız. Carrie’den söz edelim.» Tüm ciddiyetini takınmıştı şimdi. «Kim olduğunuzu, nereden geldiğinizi ve niçin kaçtığınızı bilmiyorum ama küçük kardeşiniz çok hasta.

Eğer bugün pazar olmasaydı, burada yapamadığım bazı testler için onu hemen hastaneye yatırırdım. Hiç vakit kaybetmeden ailenizle temasa geçmenizi salık veririm size.» Bu sözler paniğe kapılmama neden olmuştu! «Biz yetimiz,» dedi Chris. «Ama para konusunda endişelenmeyin. Ücretinizi ödeyebiliriz.» «Yanınızda para olması çek iyi tabii,» dedi doktor. «İhtiyacınız olacak.» Dikkatle bizi süzerek sözlerini sürdürdü. «Hastanede iki hafta kalırsa, sanırım kardeşinizin hastalığının ne olduğunu çözebiliriz.» Carrie’nin bu kadar hasta olması şaşırtmıştı beni. Bize kaça patlayacağını da söyleyince ağzım açık kaldı. Çaldığımız paranın tümü bir haftalık masrafı bile karşılayamazdı. Dikkatle Chris’in mavi gözlerine baktım. Ne yapacaktık? Bu kadar parayı nereden bulacaktık? Aramızda geçenleri anlamıştı doktor. «Hâlâ yetim olduğunuzu söyleyecek misiniz?» diye sordu usulca.

«Evet hâlâ yetimiz,» dedi Chris ve çenemi tutmak gerektiğini belirtmek için sertçe baktı bana. «İnsanın yetimlik hali değişmez ki. Şimdi lütfen bize kardeşimizin hastalığını söyleyin. Onu iyileştirmek için ne yapmamız gerek?» «Biraz sakinleş, delikanlı, önce birkaç soruyu yanıtlamanız gerek.» Doktorun sesi yumuşaktı ama kontrolün kimin elinde olduğunu açıkça belirtiyordu. «Söyleyin bana, isminiz nedir?» «Benim adım Christopher Dollanganger. Bu da kardeşim Catherine Leigh Dollanganger. İster inanın, ister inanmayın ama Carrie de sekiz yaşında.» «Niçin inanmayayım?» diye sordu doktor. Muayene ederken yaşını söylediğim zaman şaşkına dönmüştü az önce. «Carrie’nin yaşına göre gelişmemiş olduğunu biliyoruz,» diyerek kendini savundu Chris. «Evet haklısınız,» dedi doktor ilgiyle bizleri süzerek. Dostça bir gülüşle konuşmaya hazırlandığını görünce, ani bir endişeye kapıldım. «Dinleyin beni. Birbirimizden kuşkulanmaktan vazgeçelim.

Ben bir doktorum, söyleyeceği-‘ niz her şey burada kalır. Eğer gerçekten kardeşinize yardım etmek istiyorsanız, orada oturup yalanlar uydurmayın. Bana gerçekleri söyleyin. Hem vaktimi boşa harcamak, hem de Carrie’nin sağlığını tehlikeye atmak istemem.» El ele, omuz omuza titreyerek oturuyorduk. Tüm gerçeği anlatmaya çekiniyorduk. Kim inanırdı ki bize? Daha önceleri de onurlu sandığımız kişilere güvenmiştik. Bir başkasına nasıl güvenebilirdik? Ama masanın ardında oturan adam… sanki onu daha önce de görmüştüm. «Pekâlâ,» dedi doktor, «Eğer anlatmak size güç geliyorsa, ben sorayım. En son neler yediğinizi söyleyin bana.» Chris rahatlayarak içini çekti. «En son, bu sabah kahvaltı ettik. Üçümüz de aynı şeyleri yedik. Sosis, ketçaplı patates kızartması ve çikolatalı süt. Carrie ancak birkaç lokma yutabildi.

En sağlıklı halinde bile yemek yemeyi sevmez. Hiçbir zaman iştahlı bir çocuk olamadı.» Doktor kaşlarını çatarak her şeyi not ediyordu. «Yani üçünüz de kahvaltı için bunları mı yedmiz? Ve yalnızca Carrie mi kustu?» «Evet yalnızca Carrie.» «Daha önce de kustuğu olur muydu?» «Ara sıra.» «Örneğin?» «Şeyyy…» dedi Chris. «Geçen hafta üç kez kustu. Geçen ay da beş kez. Kusma nöbetlerinin sıklaşıp şiddetlenmesi beni endişelendiriyordu.» Carrie’nin durumunu böylesine hafifleterek anlatması beni öfkelendirmişti. Onca yaptıklarından sonra bile annemizi korumaya çalışıyordu. Belki yüz ifadem Chris’i yalanladığı için gerçeği öğrenmeye çalışan doktor bana döndü. «Bana bakın, yardım istemeye geldiniz bana ve elimden geleni yapmaya hazırım. Ama bana gerçeği söylemezseniz, ne yapabilirim? Eğer Carrie’nin bir hastalığı varsa, bunu bana ya o ya da siz açıklamak zorundasınız. Kardeşinizin yeterince beslenmediğini, gelişmediğini, büyümediğini biliyorum.

Üçünüzün de gözbebekleri çok iri. Yüzünüz soluk, çok zayıfsınız. Bileğinizde çok pahalı saatler var ve giysileriniz zevkli ve pahalı olmasına rağmen üstünüze oturmuyor. Bunları kimin, niçin seçtiğini anlayamıyorum. Altın saatleriniz, pahalı giysileriniz, eski lastik pabuçlarınızla karşımda bana yalanlar söylüyorsunuz. Şimdi ben size bazı acı gerçekleri sıralayacağım.» Sesi yükselip sertleşmişti. «Kardeşinizin tehlikeli derecede kansız olduğunu sanıyorum. Ve kansızlığından dolayı bir sürü hastalığı olabilir. Tansiyonu çok düşük. Ve anlayamadığım bir rahatsızlığı daha var. Yani yarın onu hastaneye yatırmak zorundayım. Eğer ailenizle temasa geçmeyecek-seniz, saatlerinizi rehine vermeye hazır olun… Hatta onu bu gece yatırırsak, yarın sabah erkenden testleri yapmaya başlayabiliriz.» «Ne gerekiyorsa yapın,» dedi Chris donuk bir sesle. «Bir dakika,» diye bağırarak yerimden fırlayıp masaya yaklaştım.

«Ağabeyim size her şeyi anlatmadı!» Omzumun üstünden yüzüne bakınca, tüm gerçeği söylememi yasaklayan bakışlarını farkettim, Endişelenme diye geçirdim içimden, sevgili annemizi korumaya özen göstereceğim. Sanırım Chris ne demek istediğimi anlamış olacak ki, gözleri yaşardı. O kadın bizleri mahvetmişti ama Chris hâlâ onun için ağlayabiliyordu. Benim de gözlerim doldu. Ama annem için değil, onu her şeye karşın seven ağabeyim ve binlerce kez paylaştığımız gözyaşlarımız için ağlayabilirdim. İzin verdiğini belirtircesine salladı başını ve doktora inanılması güç bir öykü anlattım. Önceleri yalan söylediğimi ya da olayları abarttığımı sanmıştı. Ama her gün gazetelerde sevimli anne ve babaların çocuklarına yaptıkları kötülükleri anlatan öyküler yer almıyor muydu? «…Ve babam kazada ölünce, annem herkese borçlu olduğumuzu, para kazanmak için çalışması gerektiğini söyledi. Virgina’da yaşayan annesine mektuplar yazdı ve sonunda bir cevap geldi. Ailesinin çok zengin olduğunu ve harika bir evde yaşadıklarını anlattı bize. Ama gençlikteki bir hatası yüzünden ve üvey amcasıyla evlendiği için onu evlatlıktan reddetmişlerdi. Şimdi her şeyimizi yitirmiştik. Bisikletlerimizi bile garajda bırakıp, arkadaşlarımıza veda etmeden Blue Ridge Dağlarına doğru giden bir trene atladık. «Güzel bir evde yaşayacağımız için mutluyduk ama zalim bir büyükbabayla tanışmak biraz olsun ürkütüyordu bizi. Babasının sevgisini kazanıncaya dek bizi saklayacağını anlattı annemiz.

Belki bir gece, bilemediniz iki, üç gece saklanacaktık bir odada. Babası kalp hastasıydı ve evin üst katlarına çıkamazdı. Gürültü etmedikçe burada rahatça yaşayabilirdik. Oyun oynamak için tavanarasına çıkabileceğimizi söyledi büyükannemiz. Fareler, böcekler, örümceklerle doluydu burası. Annemiz ölmekte olan babasının sevgisini kazanana dek burada kalacak, sonra aşağıya inip zengin çocuklar gibi yaşayacaktık. Ama kısa bir süre sonra büyükbabamızın onu asla bağışlamayacağını öğrendik. Üvey amcasıyla evlendiği için bizler ‘şeytanın yarattığı çocuklar’ olarak kalacaktık. O ölene dek tavanarasında kalmaya mahkûmduk!» Doktorun gözlerindeki acı dolu inanmaz bakışlara karşın, öykümü sürdürdüm. «Sanki bir tek odaya tıkılıp tavanarasında oynamak zorunda olmak yetmezmiş gibi büyükannemizin de bizden nefret ettiğini öğrendik! Ne yapacağımızı, ne yapamayacağımızı bildiren upuzun bir liste verdi bize. Pencerelerden dışarı bakmak bir yana, biraz güneş ışığının odaya girmesini sağlamak için ağır perdeleri bile aralamamıza izin yoktu. «Önceleri her sabah büyükannemizin bir piknik sepe-tiyle odamıza getirdiği yiyecekler oldukça lezzetliydi. Ama sonunda yalnızca sandviçler, patates salatası ve kızarmış tavuk oluşturmaya başladı yemeğimizi. Dişlerimizi çürüteceği ve bizi dişçiye götüremeyecekleri için tatlı vermiyorlardı. Tabii yaşgünlerimiz gelince annemiz gizlice dondurma, pasta ve bir sürü armağan getiriyordu.

Yitirdiklerimizin yerini tutabilirmiş gibi kitaplara, giysilere, oyuncaklara boğmuştu bizi. Ama sonunda ona olan inancımızı da yitirdik! «Aradan bir yıl daha geçti. O yaz annemiz hiç yanımıza gelmedi. Ekim ayında bir gün odaya girip ikinci kez evlendiğini ve yaz mevsimini Avrupa’da balayı gezisine çıkarak geçirdiğini anlattı! Neredeyse onu öldürecektim! Gitmeden önce de bize anlatabilirdi ama tek laf etmeden çekip gitmişti. Bize pahalı armağanlar, üzerimize uymayan giysiler getirip hatalarını onarmaya çabalamış ama hiçbir şeyi düzeltmemişti. En sonunda evden kaçıp kurtulmak için Chris’i ikna ettim. Elimize geçecek mirastan seve seve vazgeçiyordum. Ama Chris ayrılmak istemiyordu. Büyükbabanın çok yakında öleceğine inanmıştı. Okuyup doktor olmayı kafasına koymuştu bir kez… tıpkı sizin gibi.» «Tıpkı benim gibi…» diyerek içini çekti doktor. Ela gözleri kararmış gibiydi, «Oldukça garip bir öykü, Cathy, inanılması çok güç.»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir