Server Tanilli – Yüzyılların Gerçeği ve Mirası #1 – Ilkcag Yunan, Roma

İnsanlığın tarihine, başlangıcından bugüne kuşbakışı bakmayı amaçlayan ve birkaç ciltte tamamlanacak olan bir çalışmanın ilk ürününü yayınlamanın mutluluğu içindeyim. Kitabımı, insanlığın ve Türkiye’nin çok çetin koşullar içinde bulunduğu bir dönemde çıkarıyorum: Emperyalizm, dünya barışının karşısında yeniden korkunç bir saldırıya geçmiştir; «insanlık, 2000 yılını görecek mi, görmeyecek mi?» tartışmasının yapıldığı bir dönemdir bu. Türkiye’nin durumunu ise belirtmeye gerek var mı? Umut kadar umutsuzluğun ve yılgınlığın da -alabildiğine- yaygın olduğu böyle dönemlerde, tarihin üzerine bütünlüğüne eğilmenin başta şu yararı var: İnsanlık, mağara döneminden bu yana, sürekli bir ilerleme içinde evrilmiştir ve bu ilerleme, daha güzel bir dünyanın kuruluşu adına, geleceğe doğru utanmaktadır. Bütün bu süreç, geçmişten bugüne, ilerici, demokrat ve devrimci güçlerin eseri olmuştur ve yarınların güzel dünyasını da o güçler kuracaktır gene. Gericiliğin göremediği budur. Ya da korktuğu! Onlar için ne denli ürpertici olursa olsun, tarihin bu gerçeğini, çok daha geniş boyutlar içinde yeniden ortaya koymak, kaçınılmazdı bu dönemde; çünkü, bu saptama, güncelin bütün kahredici koşullarına karşın, yarın için umutları tazeler, güçleri bileyler; daha, güzel bir gelecek için güvencedir tarih. Şu da var sonra: Türkiye’de bilmediğiniz şeylerden biri tarihtir; kendi tarihimizi bilmeyiz, ayrılmaz bir parçası olduğunuz insanlığın tarihini ise hiç bilmeyiz; bildiklerimiz, derme çatma şeylerdir ya da. Egemen ideoloji, kitlelere yanlış bir tarih bilincini aşılamak için, her iki konuda da olanca çarpıtmayı yapmış, gözler önüne bir «duman perdesi» çekmiştir. Bunu daha da pervasızlıkla yapmaktadır bugün. Bu gericiliğin de üstüne yürümek gerekiyordu. Daha önce çağdaş tarihle ilgili olarak yaptığım bir çalışma, karanlık güçlerin olanca tepkisini çekmişti. Şimdi ise, çok daha geniş bir çerçeve içinde çıkıyorum yola. «Yüzyılların Gerçeği ve Mirası» nın bu birinci cildi, İlk Çağ’ı anlatıyor; onu, Orta Çağ’a, XVI, XVII. ve XVIII. yüzyıllara, XIX.


yüzyıla ve son olarak da çağdaş dünyaya değinen ciltler izleyecektir. Tarih yazarken, baş sorun yöntem sorunudur. Okuyucu, bu kitaplarda, kuru askeri zaferler, içi boş fetih öy küleri dinlemeyecektir. Onların da arkasında, çağlar boyunca ezilmiş, horlanmış insanların, daha güzel bir dünya adına, hiç tükenmeyen, tersine her an tazelenen dişe diş mücadelesini görecektir. Ve ister istemez farkına varacaktır ki, tarih çapındaki bu kavga, bir noktadan sonra, onun kendi yaşamını da ilgilendirmektedir. Tarihin geçmişte olup bitmiş bir şey olmadığ ını, bugünü de kucaklayıp yarınlara uzandığını anlayacaktır. Gerçekten tarih, dünü anlatırken, bugünü aydınlatır ve yarınlar için de bir şey söyler. Büyük yolculuğum 1990’lara değin sürecek. Farkındayım, ağır sorumluluk taşıyorum. Tarihçinin, gerçekliğ i sergiler ve geçmiş yüzyıllardan kalan, aklın ve beğeninin o soylu mirasını saptamaya çalışırken, yaşadığı çağın insanlarına, doğru bir tarih bilincini aşılamakla da görevli olduğuna inananlardanım. Tarihçinin namusluluk derecesi de burada kendini belli eder. Bu yazdıkla rım ve yazacaklarımla, insanlarımıza doğru bir tarih bilinci vermekte -ufak da olsa- bir hizmette bulunabilirsem, gerçekten mutlu sayacağın kendimi. Yürüyeceğim çetin yolda, bana, bir görevin, yaşamıma anlam veren bir görevin zevkidir kalan. Ve kalacak olan. Strasbourg 24.

9.1983 Server TANİLLİ GİRİŞ İNSANLIK VE TARİH İnsanlık, doğuşundan bu yana, kesintisiz bir oluşumu yaşamıştır. Kendisini, geçmişte olduğu gibi, her adımda aşarak, sonsuz, ama daha güzel bir geleceğe doğru akıp gidecek olan bir oluşumdur bu. Tarih, işte bu oluşumun öyküsüdür. Dünü anlatan, bugünü açıklayan ve yarına ışık tutan bir öykü; ve bir bilimdir tarih. Ama, her şeyden önce nedir insanlık? Nasıl doğmuş ve nasıl çıkmıştır tarihin sahnesine? I İNSANLIĞIN DOĞUŞU İnsanlık tarihi, insanın, giderek toplumun doğuşuyla başlıyor. Nereden geliyor o insan? İNSANIN KÖKENİ Çoğu düşünürler, uzun süre, insanla hayvanlar âlemi arası na aşılmaz bir duvar çektiler. Kutsal Kitap’taki bir mitostan geliyordu bu yanılgı: Ona göre, insanı Tanrı, «kendi suretinde» yaratmıştı. XIX. yüzyılda, Darwin, bu kurama karşı, insanın çok gelişmiş – insan benzeri- bir maymun türünden geldiğini ileri sürdü. Daha sonraki buluşlar bu düşünceyi doğruladı ve anlaşıldı ki, Üçüncü Zaman’ın sonlarında ya da Dördüncü Zaman’ın başlarında, gerçekten insan benzeri maymunlar yaşamıştı dünyamızda. İnsanın ataları bunlar olmalıydılar. Böylece Afrika’nın güneyinde, «Australopitek» adı verilen çok gelişmiş maymunların kemikleri bulundu bolca. Bunlar, ağaçlı ya da yarı çöl bölgelerde, aya ğa kalkarak yürüyor ve her boyda hayvanları avlıyorlardı; saldırmak ya da kendilerini savunmak için, bir sopa ya da iri bir kemik parçası kullanıyorlardı; etle beslendiklerinden, ayakta durup nesneleri biçimlendirmek için de kollarını kullandıklarından, beyinleri de hayli büyümüştü. Australopitek’in doğrudan atamız, ya da insanın oluşumunda bir «yan dal» olup olmadığı sorunu, bugün de çözüme bağlanmış değil.

Ancak, gerçek olan şu ki, insan, işte böyle insan benzeri maymunlardan geliyor. İlkel insan sürülerinin bu insan sı sürülere mirasçı oluşu da, Dördüncü Zaman’ın başlarında, yani -aşağı yukarı- bir milyon yıl önce başlıyor. Rakama dikkat ediyorsunuz değil mi? İnsan benzeri maymunların ortaya çıkışı, milyonlarca yılı buluyor; insan ise, en az bir milyon yaşında. Gözünüzde büyütmeyin; doğanın en genç yaratığıyız yine de! Nerede gerçekleşti maymunun insana dönüşümü? Tartışmalara girmeyelim. Bu dönüşümün ( 1 ), Asya’nın güneyini, Orta Doğu’yu, Transkafkas’ı, Afrika’nın geniş bölgelerini içine alan topraklar üzerinde olduğu bugünkü buluşlarla da destekleniyor. İnsanın en eski kalıntıları, 1891-1894 yıllarında Java’da bulundu ve «Pitekantrop» adı verildi. 1925 yılında. Pekin yakınlarında bir mağarada bir başka insanın kemikleri bulundu ve «Sinantrop » diye adlandırıldı. Ona yakın insanın kemikleri, özellikle çeneleri ve dişleri Orta Vietnam’da, Afrika’nın güneyinde ve Heidelberg yakınında bulundu. 1954’te Cezayir’de de «Atlantrop» adı verilen bir başka insan tipinin kalıntılarına rastlandı. Atalarımız içinde, bize en yakın insan, «Neandertal» oldu. Kalıntıları, 1856 yılında, Almanya’da Düsseldorf yakınında bu adı taşıyan vadide bulunduğu için «Neandertal» insanı diye adlandırılan bu insan tipi, Eski Dünya’da yaşıyordu. Onun kalıntılarına, Java’da, Afrika’da, Orta Doğu’da ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde rastlıyoruz. «Homo Sapiens», yani bugünkü insan, az çok farklılaşarak, işte bu «Neandertal» insandan geliyor. Ancak önemli bir nokta var: İnsanın kökeni sorununu incelerken, yalnızca biyolojik evrim sınırları içinde kalmamalı.

Bu biyolojik evrim, tek başına, hayvan atadan, en eski biçimiyle de olsa, ön-insansıya geçişi belirleyen olgunun, nasıl bir olgu olduğunu açıklamaya yeterli değildir. Hayvanlar âleminin, insanın ortaya çıkışma kadarki evrimini asıl damgalayan ne o halde? Antropolojinin en çetin sorunlarından biridir bu ( 2 ). Bu sorunun doyurucu yanıtını ise Friedrich Engels’e borçluyuz: Engels, insanı hayvanlar âleminden ayıran şeyin, insanın kendi eliyle yaptığı iş araçlarının yardımıyla gerçekleştirdiği toplumsal çalışma olduğunu saptamıştır. Evrimin bütünü içinde kesin bir rol oynamış olan insanın bu özelliği, birdenbire ortaya çıkmış değil kuşkusuz. Ayaküstü duruşun sağladığı elverişlilik ve bunun belirlediği üst organlardaki gelişme sayesinde, öninsansılar, kendilerini, büyük yırtıcı hayvanlara karşı savunmak, avlanmak, yenebilir bitkileri toplamak için her çeşit nesneyi -taş, kemik vb. – kullanmayı öğreniyorlardı. Doğada bulunan nesnelerin sistemli olarak kullanılması, insanın atalarını, bu nesneleri, kendi gereksinmelerine göre değiştirmeye, daha sonra da iş aletleri yapmaya ve çalışma ey lemine geçmeye götürdü. İş aletlerinin, en kabataslak olanlarının bile yapımı, insanı, hayvanlar âleminden kurtarır. Doğada bulunan nesnelerin -taş ya da rasgele ele geçirilen bir sopanın- işlenmeden, oldukları gibi kullanılışından özel iş aletlerinin yapımına geçiş, doğanın evriminde çok büyük bir atılım olmuş, insansı maymunların insan varlığı haline dönüşmesini haber vermiştir. İnsanın atalarının çalışmaya yeterli hale gelmeleri, biyolojik evrimin etkisi altında olmuştur, doğru; ama emek de, kendi açısından, insanların evriminin yönünü, sözkonusu biyolojik ilişkiler çerçevesi içinde etkilemiştir. Alt ve üst organlar arasındaki kesin görev ayrımı, ancak emek sayesinde olmuştur; eller, çalış ma eylemlerinde uzmanlaşmış, kıvraklık, keskinlik ve bu eylemler için gerekli olan uyumlu hareket etme yetisini kazanmışlardır. Emek, aynı zamanda, dikey yürüme alışkanlığını pekiştirmiş ve insanın öteki organlarının ve iç organlarının gelişmesine de yardımcı olmuştur. Ya düşünce, ya dil? İnsanı insan yapan düşünce ve dil de, uzun bir çağ, Eskitaş Çağı boyunca, yine çalışma eylemi içinde ve topluluğun bağrında doğdu ve gelişti. Kutsal Kitap, «Başlangıçta kelâm vardı» diyor, yanlış; doğrusu, Goethe’nin söylediğidir: «Başlangıçta eylem vardı.» İnsanı, insan kendi elleriyle yaratmıştır! GEÇMİŞİN EN UZUN ÇAĞI: ESKİTAŞ ÇAĞI İnsanlığın en uzun çağı geleceğindedir; geçirdiği çağlar içinde en uzunu ise Eskitaş Çağı ( 3 ).

İnsan, bu çağ içinde insan oldu. İnsanın doğanın sahnesine çıktığı Dördüncü Zaman’ın başlarında, iklim tatlı ve ılıktır. Avrupa, gür ormanlarla kaplıdır ve soyu bugün tükenmiş hayvanlar yaşamaktadır. Ne var ki, bu iklim değişir sonra: Kuzeyden gelen buzullar Avrupa’yı ve Kuzey Amerika’yı kaplar; çok kıllı mamutların, Ren geyiklerinin ve yabani atların otladığı tundralar alır o ormanların yerini. Bu çetin ortamda, yaşamı da çetinliklerle doludur insanoğlunun: Ne belli bir yeri vardır kalacak, ne giysisi hemen hemen. Ağaç kovuklarına, mağaralara sığınır; hayvan derilerine bürünür. Elinde, biraz yontarak kullandığı bir taş parçası vardır. Bir de sopa! Ancak, yüzyıllar ilerledikçe, deneyim birikir; teknik de yetkinleşir: Delmek, kesmek, öldürülen hayvanların derisini soymak için, çeşitli biçimler verilmektedir taşa. Kısaca, âlet yapmaktadır insan artık. Bir şeyi daha bulur bu arada: Ateşi. Onu yapay olarak elde edip kullanmak, büyük şeyler sağlar ona: Soğuğa ve yırtıcı hayvanlara karşı daha iyi korunmaktadır ve beslenmesi değişmiştir; çünkü, yiyeceklerini pişirmekte, pişirdiği için de daha kolay sindirmektedir. Doğanın kör güçleri üzerinde ilk kez egemenlik kurar ateşle; ateş, onu hayvanlar dünyasından kesinlikle çeker, ayırır. O çağın insanları, yiyecek toplayarak ve avcılıkla yaşıyorlardı; her şeyi de yiyebiliyorlardı. Bu yüzdendir ki, dünyanın her köşesinde yaşamını sürdürebildi insanoğlu. Öyle de olsa, koşullar çetindi; Dördüncü Zaman’ın başlarındaki o korkunç etoburlarla başa çıkmak kolay değildi.

Açlık, her gün karşılaşılan şeydi; vahşi hayvanların pençeleri altında can vermek de. Buzulların ilerlemesi, doğaya karşı verilen mücadeleyi daha da yoğunlaştırıyordu. Ama, bütün bu çetin koşulların üstesinden gelmeyi başardı insanoğlu. Nasıl? Önce, âlet yapabildiği için; sonra da, daha başlardan başlayarak, topluca hareket ettiği için. Âleti topluca yapabilirdi ancak; üretimdeki deneyimleri, giderek kazanından korumak, sağlamlaştırmak ve gelecek kuşaklara ulaştırmak da topluca harekete bağlıydı. Avlanma, hele o dev korkunç hayvanları avlayabilmek, mutlaka birlikte hareketi gerektiriyordu. Eskitaş Çağı’nın başlarında «ilkel sürü» halinde yaşar insanlar. Az kişiden oluşan, hayli dayanıksız bir topluluktur bu. İnsanlar, bir sürüden ötekine geçer dururlar. Erkek ya da kadın, bir güdücü vardır başlarında. Ve «cinsel karışıklık» tır sürüye egemen olan. Âletlerin ilkel biçimi, iktisadi yaşamın aşağı düzeyi, doğayla olan dişe diş mücadele yüzünden, insanlar arasında «hayvansal bireycilik» hüküm sürer uzun süre. Hayvan atalardan miras kalmıştır bu ve çoğu kez kanlı çatışmalara yol açar. Yamyamlık da görülür zaman zaman. Ne var ki, yüzyıllar ilerledikçe, topluluğa bir düzen gelir ve üretimdeki kazanımlar arttığı ölçüde, hayvansal içgüdüler de zayıflar.

Eskitaş Çağı ’nın sonlarına doğru ise, ilkel sürü, daha gelişmiş bir sosyal örgütlenmeye bırakacaktır yerini. «Klan» doğacaktır. Yüzyıllar biraz daha ilerler; Eskitaş Çağı’nın son dönemi başlar; İsa’dan önce 40 ile 12 bin yılları arasında yer alan bir dönem, iklim, bir iyiye bir kötüye gider. Buzulların dördüncü -ama son kez- Avrupa’yı kapladığı bir dönemde, iklim daha da sertleşir. Mamutların soyu kesinlikle tükenmektedir; Ren geyikleri daha da güneye yayılır buna karşılık. Taşı, eskisinden de fazla işlemektedir insanoğlu; yalnız onun değil, kemiğin ve boynuzun üzerinde de çalışmaktadır. Yiyecek sağlamak için kullandığı âletler çok çeşitlidir: Kazağılar, hançerler ve zıpkınlar yapabilmektedir; örtündüğü deriyi dikebil mek için, kemikten iğne yapmıştır. Avcılığın tekniği gelişmiş, kapsamı genişlemiştir. Mağaraları da terketmiştir artık: Barınacağı yeri kendisi seçmekte, kendisi yapmaktadır. Ve beslenmeden barınmaya değin bütün bu zorunluluklar, ağır ağır yerleşik yaşama götürmektedir onu. Bütün bu değişiklikler, topluluğu da etkiler: İlkel sürünün yerini, yavaş yavaş daha gelişmiş bir örgütlenme alır. İlkel klân doğar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir