Server Tanilli – Yüzyılların Gerçeği ve Mirası #3 – 16-17. Yüzyıllar Kapitalizm ve Dünya

XV. yüzyılın sonlarına doğru, Evrenin derinliklerindeki Sirius yıldızından biri, dünyamıza baksa, bakabilseydi, insan topluluklarının dağınıklığını ve kendi köşelerine çekilmişliğini görüp ne kadar da şaşırırdı kimbilir! Uygarlıklar, birbirinden tam anlamıyla habersizdir: Amerika’da yaşayanlar, Pasifik’teki insanların çoğu, Eski Dünyaca bilinmiyorlardı; Eski Dünya’da Avrupa, Asya ve Afrika’nın, birbirleri hakkında dağınık ve bulanık düşünceleri vardır ancak. Her biri bir köşeye çekilmiştir uygarlıkların; aralarındaki ilişkiler yüzeyseldir: Ya hiç iyi tanımazlar birbirlerini, ya da hiç tanımazlar. Gerçekten evrensel bir anlayış, yöntem ve bilgilerle donanmış Avrupa’dır ki, büyük insanlık ailesinin bu dağınık üyelerini birleştirecektir çok geçmeden. Neyle? Çoğu zaman zorla; acı ekerek, gözyaşı biçerek! Gerçekten, XV. yüzyılın sonlarında, Avrupa önemli konularda, dünyanın öteki kıtalarına oranla teknik bir üstünlük içindedir; hattâ Musonlar Asya’sı, dahası Çin’le de karşılaştırıldığında böyledir bu. XV. yüzyıl sonlarının Avrupalıları, ister yenilik olsun, ister daha önce bilinen yöntemlerin genelleştirilmesi biçiminde olsun, X. yüzyıldan beri Batı’da sürdürülen -alabildiğine geniş- teknik bir çabadan yararlanmaktadır: X. yüzyılda, su değirmenleri çoğalmıştır, at hamutuyla koşulmaktadır, öküz de boynuzlarına geçirilmiş boyundurukla; XIII. yüzyılda 1000 yılından beri -bir olasılıkla- dört katına varmış bir nüfus artışının baskısı altında, önemli bir buluş olarak, geminin kıçına bağlanan dümen bulunmuştur ve -Çinlilerden alınmış olan- mıknatıslı iğne git gide yayılmaktadır; XIII. yüzyıldan beri, Avrupa’nın çoğu ülkesinde, kredi ve uluslararası değiş-tokuş aracı olarak poliçe doğmuştur ve iktisadî ilişkilere alabildiğine kolaylık sağlamaktadır; XIV. yüzyılın sonlarıyla XV. yüzyılın başlarında -ve İtalya’nın kuzeyinde, Ren bölgesi Almanya’sında, Flandra’da sanayiin palazlanması ölçüsünde- fırınlar, su gücüyle işleyen körüklerle körüklendirilmekte, hareket kolu sistemi uygulanmaktadır; XV. yüzyılın ikinci yarısında, uzun Okyanus yolculuklarına has bir gemi, karavel yapılmıştır, usturlab ve kadran kullanımı, güneşin öğle vakti yüksekliğine bakıp enlemi bulma hesaplamaları yaygınlaşmıştır; sabanda, tarım ve zanaat aletlerindeki bir yığın değişiklikleri ise saymıyoruz.


Asıl önemlisi, kapitalizm doğmaktadır. O bin yıllık feodalitenin bağrında, onu aşan yeni bir düzen palazlanmaya başlamıştır. Daha da özel olarak, yalnız Avrupalılardır ki, XV. yüzyılın sonlarında okyanusları aşabilmişler ve, XVI. yüzyılın başlarından başlayarak da, Avrupa dışında Batı uygarlığının alanlarını, bir «okyanus uygarlığı»nı yaratabilmişlerdir: Bir uygarlıktır ki bu, Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya uygarlıkları gelir orada rastlaşır; birbirine çarpar, birbirini etkiler ve birbirine karışır. Olayın boyutları öyledir ki, Amerika uygarlıkları ise, -hiç olmazsa- maddî görünüşlerinde bir canlılık kazanırlar. O tarihe değin, insanoğlunun kurduğu «dünyalar»dan, bu «dünyalar»ı oluşturan iktisadî alanlardan, uygarlık alanlarından sözedilebilirdi; bunlar da, bir Akdeniz «dünya»sı, bir Çin «dünya»sı gibi, asıl dünyayı kucaklamaktan pek uzaktılar. Pasifik adaları, kutuplar, Afrika’nın içleri gibi hâlâ bir köşede kalıp soyutlanmış bölgeler olsa da, gerçeklik başkadır artık: Atlantik Okyanusu’nun merkezini ve Amerika’nın büyük bir parçasını kucaklayan, XVI. yüzyılın ikinci yarısında Pasifik’in ötesine taşıp, Filipinler’e, Japonya’nın, Çin’in, Malezya’nın kapılarına gelip dayanmış İspanyol dünyası, Afrika’yı, Hind’i dolanıp Hint Okyanusu’na ve Baharat adalarına egemen olmuş Portekiz dünyası ile karşılaşır. Denebilir ki, bütün dünya, insanoğlu için bir gerçekliktir şimdi; ve Avrupa tarihi ile dünyanın geri kalan bölümünün tarihi -geniş ölçüde- birbirine bağlanmıştır. Avrupa, değişen boyutlarda rol oynayacaktır bu dünyada. Nasıl? Önce Avrupa’dadır ki, son yüzyıllar tarihinin en kesin sonuçlu olayı gerçekleşir: Galilei, 1604 yılında, nesnelerin düşüşü kanununu, dinamiğin bu ilk kanununu bulduğunda, modern bilim doğar. Kökleri, çok önceleri, daha XIV ve XV. yüzyıllarda, Ockham’lı Guillaume’un, Jean Buridan’ın, Saksonya’Iı Albertus’un, Nicolas Oresmus’un tartışma ve çalışmalarıyla atılmış olan bilim, XVII. yüzyılda ilk devrimci çağını yaşar; insan, doğa üstünde sınırsız ölçüde bir egemenlik kazanmaya başlıyordu onunla.

İnsanlığın düşünce dünyasında gerçekten köklü bir değişiklikti bu; ve artık her şey değişecekti: Mekanistleri, Descartes’ı, Newton’u, Aydınlıklar Yüzyılının filozofları, Auguste Comte’u, Darwin’i, Karl Marx’ı, Curie’si, Einstein’i ile, tüm modern dünya, şu içinde yaşadığımız çağdaş dünya bundan doğacaktır. Bireycilik de, bütün bu gelişmelerin ve değişikliklerin sonucudur. Avrupa, dünya tarihinin dizginleri böyle ele geçirmeye başlar; bu arada, dünyayı Hıristiyanlaştırmaya ve Avrupalılaştırmaya girişir. Başarıları, doğrusu şaşılacak ölçüde oldu: Kara Afrika’daki girişimleri pek sınırlı kaldı bu bakımdan; Afrika’ya, Amerika’da çalıştırılacak insanlar yığını, bir köle deposu olarak baktılar özellikle. Asıl başarıya ulaştıkları yer Amerika oldu; orada insan kırımı, yerli uygarlıkların yok dilişi de girdi işin içine. Afrika’da ve Asya’da, İslâm, Hint ve Çin’e, Hıristiyanlığın ve Batı uygarlığının girişi ise yüzeyde kaldı. Niçin? Oralarda yaşayanlar, Avrupalılarınkinden pek farklı, ama Avrupa’nın üstünlüğü duygusuna kapılmayacak kadar da bir ilerleyişi gerçekleştirmiş olan bir dünyanın insanları idiler çünkü. Bu uygarlıklar, temellerinde pek bir değişiklik yapmadılar. Ne var ki, Hind’in Sikh’leri, kişi olarak Çin’in Wang-Yang-Ming’i, Japonların Zen Budizmi gibi, bireyin bağımsızlığı adına çıkışlar görürüz Asya’da da. Ve bunlar, ne denli sınırlı olursa olsunlar, ırka, iklime ve tarihe bağlı -bir yerde ikinci derecedeki- farklılıkların ötesinde, insan soyunun birliğine tanıklık ederler ve pek parlak bir biçimde yaparlar bunu. Öyle de olsa, Asya’nın Hıristiyanlığa ve Avrupa uygarlığına çıkardığı geçici reddiye, onlardaki -bir bakımaevrensel değerlere sırtını çeviriş, insanlığın dizginlerini Avrupalıların eline bırakır; bunun yanı sıra da, teknik gücü ona terkeder ve böylece dünya egemenliğinin yolunu açar ona. İşte, bu kitapta anlatacaklarımız. I XVI. YÜZYILDA AVRUPA XV. yüzyılın sonlarıyla XVI.

yüzyılın başları, feodalizmin yükselişinin sonu ile çöküşünün başlangıcına işaret eder; bu dönemdedir ki, feodal üretim biçiminin çözülüşüne ve bağrında da, onun zıddı bir sosyal düzenin, yani kapitalizmin doğuşuna tanık oluyoruz. Marx, «kapitalist iktisadî düzen, feodal iktisadî düzenin bağrından doğmuştur» diye yazar ki, doğrudur. Aslında XIV ile XV. yüzyıllardan başlayarak, İtalya’da, Ren bölgesi kentlerinde ve Pay-Bas’da olmak üzere, Avrupa’da, kapitalizmin tek tük öğesi kendini belli ediyordu; ne var ki, kapitalist düzenin, az çok geniş bir coğrafyada ve geniş boyutlarda yerleşmesi, feodal toplumun, içinde taşıdığı tüm ilerleme olanaklarını bütünüyle tüketmesine bağlıydı. Bu koşullar ise, Avrupa’da, XVI. yüzyılın başlarında ete kemiğe büründü ancak. Kapitalizmle iki yeni sosyal sınıf oluşmaya başlar: Burjuvazi ile proletarya. Üretimin sosyal ilişkilerinde kesin ilerlemelerin yanı sıra, siyasal üstyapıda, feodal devlette ve onun ideolojisinde de, önemli değişiklikler olur. Bu anlamda, XV. yüzyılın sonu ile XVI. yüzyılda Batı Avrupa ülkelerinde yerleşmiş olan mutlak monarşi bu ilerlemelerin mantıksal sonucudur; nasıl kapitalist üretim biçiminin doğuşu ve burjuvazinin sınıf olarak ortaya çıkışı mutlakiyetin gelişinin kaynağında bulunuyorsa, mutlakiyet de -hiç olmazsa başlangıçta- kapitalizmin gelişmesine ve olgunlaşmasına -büyük ölçüde- katkıda bulundu. Mutlak monarşi: Orta Çağ’ın sonlarında, krallık iktidarı ile yükselen burjuvazi arasında geçici bir anlaşmadır bu. Ya başka ilerlemeler? XVI. yüzyıl, XIV. yüzyılın sonlarından başlayarak İtalya’da doğan hümanizma ve Rönesans hareketinin doruğuna çıktığı bir yüzyıl.

Skolastiğin eleştirisi, feodal dinsel ideolojiye karşı mücadele; evrenin merkezi olarak insanın, Tanrı’nın yerini alışı: Hümanizma budur. Ve Rönesans, yeni bir edebiyat, yeni bir politika düşüncesi, giderek, sanata yeni ufuklar açacaktır. Aynı düşünsel ortamın bir sonucu olarak, XVI. yüzyıl, önce doğabilimlerinde gerçekleşen bir devrimin başladığı yüzyıl da. Aynı yüzyılın manevî yaşamına damgasını vuran bir büyük hareket de Reform. Avrupa’nın büyük bir bölümünü Papalığın egemenliğinden kurtaran ve Protestanlığın kuruluşuna yol açan dinsel bir hareket bu. Roma Kilisesinde yuvalanmış ve feodaliteye yaptırım kazandıran dinsel ideolojide açılan büyük gedik. Ama sadece ideolojik çerçevede sıkışıp kalmayan genişliğine sosyal bir hareket; bir yerde, burjuvazinin feodaliteye karşı ilk başkaldırısı. BÖLÜM I FEODAL DÜZENDEN KAPİTALİZME XVI. yüzyıl, Batı Avrupa’da kapitalist üretim biçiminin kurulmaya başlandığı bir yüzyıl; «feodalizmden kapitalizme geçiş» in başlaması: O yüzyılın başta gelen özelliği bu. Nasıl bir ortamda olur bu geçiş? Ve hangi sonuçlara varır? I FEODAL İLİŞKİLERİN ÇÖZÜLÜŞÜ VE KAPİTALİZMİN DOĞUŞU Kapitalizm, feodal ilişkilerin çözülmeye başladığı bir ortamda doğmaya başladı. Oradan girelim konuya. FEODAL İLİŞKİLERİN ÇÖZÜLÜŞÜ Yeniden hatırlatalım: Feodal düzen de bir sömürüye dayanıyordu ya, orada feodal mülkiyetle doğrudan üreticinin sömürülmesini belirleyen, toprakta büyük mülkiyetle özerk köylü emeğinin bir arada bulunuşuydu değil miydi? İşte, XV. yüzyılın sonlarına doğru, bu öğelerin her biri çözülmeye başlamıştı; aralarındaki bağ da kopuyordu giderek. Nasıl? Büyük toprak mülkiyetinde çözülme vardı: Hiyerarşili, vassal ve süzeren ilişkisine dayanan ve süzerene karşı vassalin üstlendiği borçlarla yükümlü bu mülkiyet, sınırsız ve hukukça bağnaz bireysel mülkiyete dönüşüyordu git gide; ve bu yanıyla da, yeni zamanların özel mülkiyetine yaklaşıyordu.

Feodal vassalleri, süzerenlerine bağlayan yükümlülükler, fiefi üstünde tasarrufta bulunmak hakkını sınırlayan her şeyle beraber, geçmişte kalmıştı artık. Fiefler başkalarına devredilebilmekte, parçalanabilmekte, elinde parası olanlarca satın alınabilmekteydi. Bu mülkiyetin hukuksal özgüllüğü silinmiş oluyordu böylece. Öte yandan, ticarî ve parasal ilişkilerin etkisiyle, küçük köylü mülkiyetindeki çözülme daha belirgin hale gelmişti. Kırsal kesimde mülklerde derin bir farklılaşmaya tanık oluyoruz: Bir yanda, hali vakti yerinde bir avuç toprak sahibi vardır; öte yanda da, pek az toprağı olan ya da hiç olmayan köylü kitlesi. Bu topraksız kitle, büyük ölçüde, doğrudan üretici değildir artık; yani, feodal sömürüye tabi köylülerin temel özelliğini yitirmişlerdir. Köylünün topraktan ayrılmasına, feodal üretim biçiminin temel koşulu olan bağların kopuşuna can atan çiftlik kiracılarının git gide çoğaldığını görüyoruz. Dahası var: Kimi ülkelerde tarım ürünlerinin ve hammaddelerin akışı için, içerde ya da dışarda geniş bir pazarın kurulması, malikânelerin sadece ticarî yönden değerlendirilişine uygun koşullar yaratıyordu. Toprak fiyatlarının ok gibi fırlayışı buradan ileri gelir. Bu ülkelerde, senyörlerin kendileri de, köylü mülkiyetinin geleneksel biçimine karşı savaş açtılar; artık, köylülerden boşalmış topraklar gerekiyordu onlara. Fiyat devrimi, XVI. yüzyılda, köylülerin ödemekle yükümlü oldukları ve yüzyıllardır değişmeden sürüp giden geleneksel rantların gerçek değerini birden düşürdü. İster istemez, senyörleri de yeni eğilimler içine soktu bu: Toprakları, işlesinler diye köylüleri bırakmak yerine, İngiltere’de olduğu gibi, çok daha kârlı olan çiftlik kiracılığı; ya da, serf düzeyine indirilmiş köylülerin çalıştığı malikâne işletmesine dönme, bu eğilimler arasında. Nitekim, Elbe’nin ötesindeki Almanya’da ve öteki Doğu Avrupa ülkelerinde senyörlerin yeğledikleri de budur. Son bir çözümlemede, bu sosyal değişiklikler, belirttiğimiz yerlerde, Orta Çağ’a has toprak mülkiyeti ilişkilerindeki çözülmenin temel sonucu oldu.

Fransa’ya gelince, kırsal kesimdeki geleneksel ilişkileri koparıp atmaya kapıları açacak koşullar bulunmadığı için, feodal senyörler, iktisadî yaşamdan ağır ağır elendiler. Köylü ekonomisinin temellerinin kökünden yıkılışı, başka biçimler aldı orada, ancak sosyal sonuçlar aynı oldu: İktisadi bakımdan bağımsız köylülerin sayısı giderek azaldı; bununla beraber, bireysel ekonomileri ellerinden alınmış tarım katmanı büyüdü; bu katmanın toprakları öylesine yetersiz hale gelmişti ki, ek, yan bir kazanç olmaksızın yaşamlarını sürdüremezlerdi artık.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir