Server Tanilli – Yüzyılların Gerçeği ve Mirası #6 – 20. Yüzyıl Yeni Bir Dünyanın Aranışında

“1914 Ağustos’unda sona eren çağ, der Keynes, insanın iktisadi ilerleyişinin olağanüstü bir öyküsü oldu; liberal ve kapitalist dünya doruğuna ulaştı onunla”. Büyük iktisatçı, söz konusu ilerlemelerin bilançosunu da şöyle çıkarır: Uluslar için gönenç, bireyler için zenginlik ve rahatlık, genel bir güvenlik duygusu; bütün dünya, Avrupa’ya, toprağının üretmediği yiyecek maddelerini sağlar, en nadir tropikal ürünler sofrasındadır; ve yine bütün dünya, ancak Avrupa fabrikalarının kendisine sağlayabileceği nesnelere -ardına değin- kapılarını açar. Gönençli, açık bir dünya görünüşüdür bu: Hemen hemen tüm engeller en aza indirgenmiştir orada; insanlar, mallar ve metalar, sermaye ve fikirler serbestçe dolaşır; ve Avrupa’nın üretimi ile ticareti, insanlık tarihinde görülebilen en yüksek düzeye ulaşmıştır. Ne var ki, Keynes’in anlattığı bu masalsı ülke, bu “Ütopya Cumhuriyeti”, bütün dünya olmaktan da uzaktır, tüm Avrupa bile değildir; Avrupa’nın bir parçası, “egemen Avrupa”dır, “Avrupa uygarlığı”nın belli başlı ocaklarını oluşturan Batı ve Orta Avrupa’nın kimi ülkeleridir o. Okyanuslar ötesinde yeni güçler, Birleşik Amerika ile Japonya ortaya çıkmışlardır: Yeryüzü kaynaklarının sömürülmesinde paylarını isterler; Avrupa’ya öykünürler ikisi de, onun yöntemlerini, ideallerini, yaşam biçimlerini kabul etmişlerdir ve “öteki Avrupa’lar” oldukları ölçüde bu role can atarlar. Hatırlatmaya gerek yok: “Beyaz insan”ın -ve elbette içinde kimi beyazların!- bu egemenliği, XVI. yüzyılla başlar; ne var ki, onun XIX. yüzyıldaki çarpıcı ilerlemeleri ve şaşırtıcı başarıları, başlangıçta olan bitenleri unutturmuştur ve söz konusu egemenliği de, boyun eğmiş halklar kabullenmişe benzerler. Gezegenin birliği, o beyaz insanla ve onun için gerçekleşmiş gibidir. Başarılarını borçlu olduğu iktisadi ve siyasal rejim her türlü deneyime dayanıklı görünür; parlak geleceği kuşkulu olmaktan uzak liberal kapitalizmle parlamenter demokrasinin erdemlerini, sadece geçmişe bağlı duygusal insanlar ya da bir avuç ütopyacı ve devrim kuramcısı tartışır dururlar. Bir kırk yıl sonra, art arda iki dünya savaşı ile işitilmemiş boyutlarda bir iktisadî bunalımın arkasından, durum alabildiğine değişir. Yüzyılın başından beri tehdit eden ve 1914’te nihayet patlak veren bunalım, Avrupa’nın üzerine kurulu olduğu zenginlik ve egemenliğin zayıf dengesini – temellerine değin- sarsar. Bir dört yıl süren Avrupa “sivil savaş”ı ile 1917 Rus Devrimi, “liberal ve kapitalist sistem”e, bir daha belini doğrultamayacağı darbeler indirir; eski düzeni ihya etmek, 1914 öncesi “güvenliğin altın çağı” ile “yaşamanın tadı”nı yeniden canlandırmak adına yapılan bütün girişimler başarısızlığa uğrar. 1929’un büyük bunalımı ile, İkinci Dünya Savaşı’ndan da önce – derman kabul etmez- yeni yaralar açılır ve Avrupa’nın gerilemesi kaçınılmaz görünür ve onunla beraber gücünü oluşturan sistem de inişe geçer. 24 Ekim 1929 günü Wall Street’in Kara Cuma’sıyla, yıkılır görünen bütün bir kapitalist rejimdir; iş adamları gibi devlet adamlarının da gözünde, güvenliğin ve geleceğe olan inancın yok oluşudur bu.


Aynı zamanda, totaliter rejimler açılıp serpilmeye başlar ki, XVIII. yüzyıldan beri Avrupa uygarlığının temelini oluşturan bütün liberal ilkelere meydan okuyacaklardır. Bunalımın açtığı yaralar daha sağaltılmadan çıkıp gelen İkinci Dünya Savaşı, bu faşist rejimleri siler süpürür; ama dünyanın bölünüşünü, kapitalist ve komünist dünya zıtlığı halinde daha da derinleştirir ve özellikle de, egemenlik altına alınmış halkların bağımsızlığa doğru yürüyüşünü hızlandırır. Başta hemen hemen bütün Asya, sömürgeci güçlerin hükümranlığını sarsar ve Avrupalıların kurdukları imparatorluklardan kalanlar da kısa bir süre sonra yok olacaktır. Afrika uyanmıştır ve zincirlerini kırarak doğrulmaktadır. Latin Amerika’nın bağımlı ülkelerine gelince, doların sultasına karşı gitgide daha az sabırlı olurlar. Olan bitenler, yeni bir dünyanın, bir Üçüncü Dünya’nın da habercisidirler. Bir bunalım dönemidir ki bu, kazanılmış her şey, misli görülmemiş bir devrimin itişi karşısında dengesini yitirmişe benzer. Çünkü, dünyanın çehresinin değişmesi, sadece siyasal ve iktisadî alanda değildir; bilim, fikir ve sanat alanındadır da: Köklü bir devrim, fizik kuramlarını altüst eder, gözalıcı buluşlara yol açar ve felsefi görüşlerde yenileşmeye götürür; sanatçılar ve yazarlar, bütünüyle yeni biçimlerin aranışı içindedirler ve bu biçimlere dayanıp çağın karmaşık ve sıra dışı özelliklerini açıklarken, insanın kendisiyle ve dünyayla olan yeni ilişkilerini de dile getirirler. Yaşamın, bu arada savaşın yeni koşullarını değiştiren; ve insanlığı her zaman ağırlığı altında ezmiş olan felaketleri kesin olarak sona erdirecek olan araçları insanların ilk kez emrine veren bilimsel ve teknik ilerlemelerin içine girilmiştir; gerçek anlamıyla bir “devrim” yaşanmaktadır bu alanlarda. 1950-1970 yıllarının dünyası, hareketsiz olmadığı gibi barış içinde de değildir; bunalımlar ve uyuşmazlıklar birbirini izler ve tehlikelidirler hepsi de. Öyle de olsa, Birleşik Devletler’le Sovyetler Birliği’nin ağır ağır yerleştirdikleri çifte tekel tam olmasa ve dönemin sonlarında tartışılır hale gelse de, dünya kamuoyuna, belli bir istikrar ve dengenin bulunduğu izlenimini verir. Ne var ki, bu görece ferahlatıcı hava, 1950-1970’li yılların dünya dengesinin iki sütunundan birinin ani çöküşüyle tartışılır hale gelir. Cepheden bir saldırıya uğramadan sadece içerden bir aşınmayla, 80’li yıllar boyunca bir eriyişin arkasından, komünist sistem çöker. Yüzyılın -her şeye karşın- sürprizidir bu ve arkaya bıraktığı büyük sorular vardır: Neydi bu ani çözülüşün nedenleri? Yıkılış niçin Avrupa’da tam oldu da Asya’da sınırlı kaldı? Bu değişikliğin ertesinde dünya için seçenek, tek başına koşuyu sürdüren üstün bir gücün, Birleşik Devletler’in egemenliği midir, yoksa kaos mudur? Amerikan gücünün tek başına egemenliğinin ve kelimeleri henüz ağzında dolaştırıp anlaşılmaz sesler çıkaran bir “küreselleşme”nin ilk taşlarının döşenmesinin ötesinde, önümüzdeki yıllar, öyle görünüyor ki alabildiğine tehlikelerle dolu: Milliyetçi, cemaatçı, etnik ya da dinsel rekabetlerin zaten bölüp parçaladıkları dünyamızı büyük felaketler tehdit ediyor.

Yerküre, bir kaosun gölgesinde yaşar bir halde. İnsanlığı yeni bir barbarlığın pençesine düşmekten kurtaracak olan çıkış yolları nelerdir? Bir yüzyıl biterken, hüzünlü bir aranıştır bu! “Bir yüzyıl biterken” dedik. Gerçekten ne zaman bitiyor, XX. yüzyıl? Onun ne zaman başladığı pek tartışılır olmaktan çıkmıştır; yüzyılımızın, Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasıyla doğduğunu biliyoruz. Sıradan bir kronolojik işarete uyup 1999’un son gecesi, akreple yelkovanın saat 24’ü gösterdiği anı mı alacağız bitiş için; yoksa daha anlamlı olgular üzerinde mi durmak gerekecek? Örneğin, 1998’de Mars’a yollanmış ilk füzenin hedefine varışı değilse, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı mıdır bu? Ya da 2000’li yılların başlarında, barışçı olmasını dileyeceğimiz, dünya çapında bir başka önemli olay mı nokta koyacak yüzyılımıza? Ne var ki, gelecek kuşakların çözeceği bir sorundur bu ve açıklamalara sağladığı kolaylık bir yana bırakılırsa, tarihin kesintisiz akışı göz önünde tutulduğunda, biçimsel olmaktan da ileri gitmez. Konuya gelelim, “Avrupa’nın gerilemesi” olgusundan başlayalım. I AVRUPA’NIN GERİLEMESİ Avrupa’nın gerilemesi, kıtanın dünya çapındaki ayrıcalıklarını yitirerek, kapitalizmin liderliğini Birleşik Devletler’le Japonya’nın üstlenmesidir, Bu olay, aslında Birinci Dünya Savaşı’ndan önce başlamıştır; ancak, hızlanarak kesin sonuçlarını vermesi o savaşladır. Olayların derinlerdeki ekonomik ve sosyal nedenlerine eğilecek yerde şamatasına kapılanlar için, Birinci Dünya Savaşı, Avusturya-Macaristan imparatoru Franz-Joseph’in yeğeninin 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da bir Sırp kurşunuyla öldürülmesinin arkasından başlar. İngiltere ile Fransa’nın başını çektikleri İtilaf Devletleri ve bağlaşıklarına karşı, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın oluşturduğu İttifak Devletleri ve bağlaşıkları arasında bir dört yıl sürer boğuşma ve bu sonuncuların yenilgisiyle biter. Bir tabanca kurşununun bu çapta bir felakete yol açması elbette mümkün değildir. Nitekim, olayın altında önemli bir uyuşmazlık, bir pazar kavgası yatar: İngiltere ile Fransa, dünya emperyalizminin başını çekerek, XIX. yüzyılın sonlarına doğru sömürgeleri aralarında paylaşmışlar, özellikle Afrika’yı yağmalamışlardı. Kara Avrupa’sının en büyük iktisadî gücü olan Almanya ise, bir sömürge imparatorluğundan yoksun tek büyük devletti; dünyanın paylaşılıp bir olup bittiye getirilmiş olmasını kabul etmiyor ve yeni bir paylaşma istiyordu. Savaşa yol açan neden başta budur! İtilaf Devletleri’nin lehine sonuçlansa da, pahalıya mal olur savaş ve Avrupa’nın üstünlüğü adına kurulmuş yapıyı sarsar: Onun, dünya çapındaki egemenliğine son verirken siyasal yapısını da silkeler ve, askerî monarşiler bir yana bırakılırsa, Avrupa’lı devletlerin tartışılmaz olarak bilinen belli temel ilkelerini, yani sivil iktidarın üstünlüğü, parlamenter demokrasi, kişi hak ve özgürlükleri gibi ilke ve teamüllerini altüst eder. Tek avuntu, fikir ve sanat alanındaki yenileniştir.

Derken, 1929’da “Büyük Bunalım”, çıkagelir. Birleşik Devletler’de başlayıp oradan Avrupa’ya sıçrayan, ama yalnız Avrupa’yı değil bütün dünyayı sarsan bir olaydır bu. Avrupa’da liberalizmin gerilediği ve “devlet müdahalesi”nin başladığı görülür. Bunalıma karşı çeşitli ulusal çözümlere gidilir. Ama asıl üstünde durulması gereken bir büyük değişiklik vardır: Parlamenter demokrasi kesin olarak bunalıma girip gerilerken, Avrupa’nın orasında burasında düpedüz faşist diktatörlükler kurulur. 1939’da kapitalist dünya bir yol ağzındadır. Yalnız Avrupa’yı değil, bütün insanlığı içine alacak bir yeni hesaplaşmanın eşiğine gelinmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nı başlatarak, birincisinden çok daha korkunç bir felakete yol açanlar da, işte bu faşist diktatörlükler olacaktır. BÖLÜM I BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI Avrupa’nın gerilemesine, giderek ayrıcalıklarını yitirmesine yol açan Birinci Dünya Savaşı, etkileri dünya çapında da olsa, yaşlı kıtanın bir “iç savaşı” görünüşündedir. O korkunç boğuşmayı ve onu izleyen gelişmeleri anlatmadan önce, kaybolup gidenin çapını iyice anlayabilmek için, Birinci Dünya Savaşı’nın eşiğindeki Avrupa’nın üstünlüğünün dayandığı temelleri görmekte yarar var. Neleri temsil ediyordu 1914’te Avrupa? BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN EŞİĞİNDE AVRUPA’NIN ÜSTÜNLÜĞÜ Avrupa’nın, 1914’te dünyanın geri kalan bölümü üzerindeki üstünlüğü, sadece askerî gücüne dayanmaz; maddi ve teknik alanda, mali alanda ve evrensel boyutlardaki fikri alandadır da bu üstünlük: Avrupa, dünyanın fabrikası, bankası ve öğretmenidir. Avrupa’nın üstünlüğünün kanıtları Avrupa’nın maddi üstünlüğü, önce insanca zenginliğindedir. Gezegenin 1 milyar 800 milyon nüfusunun sadece 460 milyonu (yüzde 26) yaşlı kıtada olsa da, artış oranı yüksekliğini hâlâ sürdürür: Almanya, yılda 850.000 çoğalır, Avusturya-Macaristan için 250.000, Rus İmparatorluğu için 2 milyondan fazladır bu rakam.

Bunun gibi, dışarıya Avrupalı göçü, yeryüzündeki göçlerin en önemlisi olarak kalır. Avrupalı, deniz aşırı kurulmuş olan yeni “beyaz” devletleri, güçlendirmeyi ve geliştirmeyi sürdürür: Birleşik Amerika ile Dominyonlara, Arjantin’e, Brezilya’ya, başta İngilizlerle İtalyanlar, sonra da Orta ve Doğu Avrupa’nın sefalet içindeki yüzbinlerce köylüsü, her yıl akar durur; yılda bir 700.000 Rus köylüsü de, Ural’ların ötesinde Asya’ya boşalır. Deniz aşırı ülkelerde, geçici göçmenler olarak kalsa da, “Avrupalının Avrupa için” örgütlediği bir iktisadî sömürünün kadrolarını da katmalı bu rakamlara. Yaşlı kıtanın sanayi ve ticaret alanındaki üstünlüğünde ilk dikkati çeken şudur: Dünyada Avrupa’nın, en başta da Batı Avrupa’nın yararına bir dikey iş bölümü yerleşmiştir. Ötede, Birleşik Devletler’in hızla sanayileşmesine karşın, en önemli sanayi merkezi yeryüzünde, işte bu Batı Avrupa’dır: Büyük Britanya, Almanya, Fransa, üretim yeteneği ile kıtanın kalifiye iş gücünün 10’da 7’sine sahiptirler. Bu üç ülke, meta üretiminde, neredeyse bir tekeli ellerinde tutarlar: Dünyaya yollanan malların yüzde 62’sini onlar sağlarlar; dışardan hammadde ile yiyecek maddeleri alımında da başta onlar gelirler. Birleşik Devletler, maden kömürü, demir ve çelik üretiminde önde gelse de, mamul madde dış satımın ancak yüzde 33’ünü oluşturur ve ticaret donanması dış ticaretin sadece onda birini karşılar; uluslararası alışverişte, Amerika’nın payı yüzde 14 ve Asya’nınki yüzde 10,6 iken, Avrupa’nın payı ezicidir. Ticaret alanında, Avrupa, bütün dünya ülkeleri arasında her yönden zorunlu bir aracıdır: Önce Londra, sonra Amsterdam, Anvers, Frankfurt, Viyana, Paris, dünya ticaretinin hakemleri, “iktisadî kararın merkezleri”dirler. Dev bir mali gücü de vardır bu Avrupa’nın: Yün, kömür, bakır, kalay gibi hammaddelerin hemen hemen tek pazarı, mamul madde sağlamada dünya müteahhidi olan Avrupa, serbestçe fiyatlarını saptar onların. Dışardaki yatırımlarından büyük kazançlar elde eder. Hükümetler ve özel girişimler uzun vadeli kredi ihtiyaçlarını onun bankalarından sağlarlar. New York, hâlâ Kuzey ve Güney Amerika değerleri ile sınırlamıştır kendisini; ama dünyanın neresinde olursa olsun, bir maden mi açılacak, bir demiryolu mu döşenecek, bir fabrika mı kurulacak, gerekli sermayeyi sağlayan sadece Avrupa’dır; dünyanın bankasıdır o ve üç devlet, bütün dış yatırımların yüzde 83’ünü aralarında bölüşürler: Büyük Britanya yüzde 45, Fransa yüzde 25, Almanya yüzde 13 bir payla sıralanırlar; Birleşik Devletler ise, yüzde 5 payla onların pek arkasından gider. Britanya ulusal zenginliğinin dörtte biri, Fransa’nınkinin altıda biri yabancı ülkelerde yatırılmıştır: Söz konusu yatırımlar da, oralarda, büyük işletmeleri yöneten ve borçlu ülkeleri müşteri ve hammadde sağlayıcı haline getiren tacir, teknisyen ve mühendislere yol göstererek, iktisadî fethin araçları olmuşlardır. Ancak unutulmasın: Bu dünya pazarlarını ellerinde tutan ülkeler, bütün bir Avrupa demek değildir.

Batı Avrupa’nın bu ayrıcalıklı ülkeleri, iktisatçı François Perroux’nun deyimiyle, “egemen Avrupa”dır ve karşısında da, tarımı geri ve sanayisi çocukluğunu yaşayan “edilgin Avrupa” vardır. Birincisinin başında Büyük Britanya ile Almanya yer alır; onları, daha da geriden Fransa ile, alabildiğine sanayileşmiş küçük ülkeler, Belçika, İsviçre, Hollanda izler. Londra, giderek İngiltere, “dünya ekonomisinin merkezi”dir. İngiltere’nin asıl rakibi de, kara Avrupa’sının başta gelen gücü durumundaki, 67 milyonluk Almanya’dır; teknik ve örgütlenişte bir başka dev gelişmeyi yaşamıştır Almanya. Gerçekten Almanya, 67 milyonluk nüfusuyla, kara Avrupa’sının başta gelen gücüdür; çokça denildiği gibi, “teknik ve örgütlenişin cenneti”dir. Pek çarpıcı bir yükselişi yaşamıştır: Dökme demir üretimi 13 milyon tondur (Büyük Britanya 10 milyon); demir-çelik 12.500.000 ton (Büyük Britanya 7.750.000), maden kömürü üretimi 190 milyon tondur. Renklendirici maddeler gibi kimi kimya sanayisi dallarında tekel kurmuştur. Bankacılık ve ticarette, yöntemli bir genişleme ve yayılma politikası izlemiştir; o kadar ki, Orta Avrupa ile Tuna havalisinde bütün bir dış ticaretin merkezi olup çıkmıştır. Bu birkaç ülkenin dışında, geri kalanı, “edilgin Avrupa”nın içinde yer alırlar. Başta Güney ve Doğu Avrupa, büyük toprak sahiplerine tabi, yoksul bir yaşamı sürdüren geri köylülerin yurdudur. Sanayi tohum halindedir orada ve kolonyal tiptedir: Çoğu kez Fransız, Alman, Belçika sermayesiyle yaratılmıştır bu ve kimi zaman yabancılarca yürütülür.

Bu doğu devletleri içinde en büyüğü olan dev Rus İmparatorluğu’nun sanayisi daha da yetersizdir. Her iki Avrupa arasındaki ticaret de, egemen Avrupa’nın dünya ile sürdürdüğü ticaretin aynısıdır: Mamul madde karşılığında, hammadde ve yiyecek maddeleri almak! Peki, “egemenlik altındaki dünya”nın durumu ne bu Avrupa karşısında? Egemenlik altındaki dünya Avrupa dışında, Birleşik Amerika, Japonya ve bir ölçüde Dominyonlar bir yana bırakılırsa, alacaklı sanayi ülkelerinin tekeli tamdır. Doğrudan doğruya yönetilen sömürgeler dışında, Asya, Güney Amerika, Afrika, bir yarı-sömürge rejimi ne tabidir. Uçsuz bucaksız Çin en belirgin örneğidir bunun. 1842’de 18 ülkenin imzaladığı antlaşmaların sonucu olarak, Çin’in kapıları Avrupa’ya açılmıştır. O ülkelerin yurttaşları Çinlilere oranla ayrıcalıklı durumdadır: İstedikleri gibi girer çıkar, ticaretlerini yapar ve Çin mahkemelerinde değil konsolosluk mahkemelerinde yargılanırlar; belli noktalarda yabancıların garnizonları vardır; ticaret, “en ayrıcalıklı ulus” ilkesine dayanır ve devede kulak bir gümrük ödenir; başka mali ayrıcalıklardan da yararlanılır; belli başlı kamu hizmetleri üzerinde de denetim konmuştur: Limanlar, gümrükler, dolaylı vergiler Batılılara bırakılmıştır. Yabancı bankalar, devlet borçlanmasında, demiryolu yapımında, tazminat ödenmesinde birer aracı durumundadırlar ve sözleşmeleri korkunç koşullara bağlarlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir