Server Tanilli – Yüzyılların Gerçeği ve Mirası #5 – 19. Yüzyıl İlerlemeler ve Çelişmeler

1815-1914: Bu iki tarih arasındaki zaman parçasına XIX. yüzyıl diyoruz. Diyoruz ama, sonra Marc Bloch’un sözleri geliyor aklımıza: Büyük tarihçi, “zamana dayalı sınıflandırmalarımızın ortaya çıkardığı karışıklıklar”a bakıp, “sahte etiketler” diye adlandırıyordu onları. Ancak şu da var: Tarihçi Heredotos’un dediği gibi, tarihçi “olmuş olanı anlatmak”la yetinecekse, zorunlu olarak çıkış noktaları arayacak ve çerçeveler seçecek. Artık hanedanları, siyasal ya da askeri üstünlük dönemlerini göz önünde tutmak istemiyorsa, İlkçağ, Ortaçağ, Yeni Zamanlar, Çağdaş Devir diyeceği büyük dönemleri düşünecektir en azından. Güzel de, ne anlama geliyor bu kesip biçme? Ve değerleri ne bu terimlerin? Örneğin Littre’ye sorarsanız, çağdaş tarih, “insanlar ve nesnelerle aynı zamanda yazılıyor”; ve modern tarih de, “XVI. yüzyılda Rönesans’tan günümüze değin” uzanıyor. Bununla beraber, Fransa’da nicedir âdet olmuştur: Modern zamanlar 1789’da bitirilmek istenir. Buna benzer bir belirsizlik de yüzyıllarla ilgilidir: XVII. yüzyıl 1715’e değin uzatılırsa, XVIII. yüzyılın sonunu da 1815 yılıyla göstermek çekici gelir. Buradan kalkıp, XIX. yüzyılı da 1815’te başlatabilecek miyiz? İnsanlığın gelişiminde kopukluklar olmadığına göre söz konusu olan, açıklamaları kolaylaştırıcı ve, Avrupalının görüş açısından da olsa, akla uygun bir bölümlemeyi almaktır. Nedir 1815’te görünen? Kuşkusuz, Napoleon’un ortadan çekilmesinin arkasından, Paris’teki, Viyana’daki ve hatta Gand’daki görüşmelerde, önemli sorunlar sonuçlandırılır. Eski Rejim’le 1789 ideolojisi arasındaki çatışma sona ermese de, Restorasyon Avrupası – Metternich’in deyimiyle “uygar dünya”- sürekli bir barışı umut edebilir haldedir.


Burjuvazi, rayına girmiş liberal sanayi ekonomisinin sağlayacağı yararları farkeder; denizlerde ve karalarda, kazançlı bir yayılışı yeniden başlatmaya engel olabilecek hiçbir şey yoktur ufukta. Özellikle İngiltere, tacirlerinin yasasını dayatmak için, eskisinden de güzel bir konumdadır. 1914’te de, bu aynı uygarlığı korkunç bir deneyimin içine sokan bir savaş başlar. Bütün dünyanın altüst oluşu o haldedir ki, bu tarihi, yeni bir dönemin başlangıcı olarak görmek mümkündür. Dünyayı sarsıp harekete geçiren Avrupa mıdır? Hiç kuşkusuz! Bununla beraber, pek ileri bir aşamaya da varmış olsa, direnilmez değildir gücü. Ötede genç Amerika, aynı Promete dehasının sahibi olarak, hızlı bir yükselişin sırrını bulup yakalar; başka uygarlıklar da, tepki gösterip hareketlenmeye koyulur. XVIII. yüzyıl, bir “düşüncede, teknikte ve siyasette devrim”in yüzyılı olarak, ilerlemenin başına koymuştu Avrupa’yı. Aynı Avrupa, son şansını mı oynayacaktır XIX. yüzyılda? Şimdilik, sadece sormakla yetinmiş olalım. I XIX. YÜZYILIN BAŞLARI Yeni yüzyılı belirleyici çizgiler, yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Batı için bile, yaşam biçimleri baştan aşağıya yeni değildir, olamazdı da: Köylülerin kurtuluşu, Avrupa’nın hatırı sayılır bir bölümünde belirsizliğini sürdürürken, toprakta çalışma biçimleri de ağır ağır gelişmektedir; imalat ve taşıma tekniklerinde, gitgide bir değişiklik görülmektedir ve aslında yemişlerini veren, XVIII. yüzyılın buluşlarıdır hep; siyasal ve sosyal alandaki büyük sarsıntıyla karışıklığa uğramış kafalar duraksama içindedirler ve duygulardaki tepki sürmektedir. Geleneksel düzenle burjuva liberalizmi arasındaki tartışma devam etmektedir; kentlerde sürüp giden yoksulluğun uyandırdığı kaygı, gözleri açıcı eserlere ya da ütopyacı sistemlere yol açmaktadır; Bastille’in zaptedilişinin yarattığı devrimci biçem ve davranış ortadan silinmiş değildir ve kralcı ve aristokratik güçlerin kutsal bağlaşıklığı, eski saray diplomasisini sürdürmeyi hedef olarak almıştır.

XVIII. yüzyıl, varlığını çoğu alanda hissettirmektedir hâlâ. Ne var ki, Amerika kişiliğini ortaya koyduğu sıralarda, Avrupa’nın ve özellikle Büyük Britanya’nın üstünlüğü de gitgide belirginleşir. İktisadi bakımdan oldukça elverişsiz koşullara karşın, maliye, ticaret ve sanayi etkinliklerinin üstünlüğünü kurduğu ülkelerde, kent burjuvazisi kesinlikle iktidara gelir; proletaryanın mücadeleleri de kapitalizmin yükselişinin bir işaretidir: Zafer kazanmış bir sınıfın karşısında bir başka sınıftır o! Bütün bunlar olurken, bir büyük teknik yenilik ortaya çıkar: Buhar, Batı’nın hizmetine girmiştir; Batı, onun sayesinde, kolaylıklardan yararlanacak ve yeni araçlar geçirecektir eline. O andan başlayarak, Amerikalılar Amerika’nın fethini tamamlamaya çalışırken, Avrupa, yeni bir canlılıkla dünyanın fethine çıkacaktır tekrar. BÖLÜM I AVRUPA’DA YAŞAMIN GERÇEKLERİ VE BEKLENTİLERİ Avrupa’da yaşam yeni gerçeklerle yüzyüzedir. Ve beklentileri vardır. Konuya nüfus hareketleriyle girmekte yarar var. NÜFUS HAREKETLERİ Yeryüzünde insanların sayısı, XVIII. yüzyılda pek artmıştı: 1700’e doğru 600 milyon ve 1800’e doğru da 900 milyon olanak saptanır bu sayı. Ne var ki, Avrasya’nın pek eski üstünlüğü sürüyordu. Kuşkusuz Kuzey Amerika, bir milyon yerine 6 milyona yükselirken, yeni kıtanın geri kalanı 12 yerine 19 milyona çıkmış ve Afrika’da -100 milyon dolayında olmak üzere- hemen hemen durağan kalmıştı; buna karşılık, Asyalılar, daha önce 330 milyonken 575 milyon, Avrupalılar da 118 milyonken 187 milyon olmuşlardı. Öte yandan, Avrupa’da nüfusun artış oranı Asya’nınkinin üstündeydi. Peki XIX. yüzyılla başlayan nedir? Çoğalan insanlar, ölümler ve salgınlar XIX.

yüzyılın ilk yarısında, dünya nüfusunun artış hızında bir yavaşlama olmadığı gibi, dağılışı da hissedilir ölçüde değişmemiştir: 1850’ye doğru 1.200 milyon dolayında insan yaşamaktadır yeryüzünde; ve Kuzey Amerika 6 milyondan 25 milyona çıkarak en yüksek artış oranını korusa da, Asya 760 milyona erişir ve Avrupa da 266 milyon olur. Bu sonuncusunun payı büyümüştür böylece; ve, Birleşik Amerika’ya göç edenler göz önünde tutulursa -1850’de nüfusun yüzde 10’a yakını- daha da yüksek olurdu bu rakam. Bunun yanı sıra, Avrupa topluluğunun içinde nüfusun dağılışı değişir. Kuşkusuz, 1850’de, 35 milyon Fransıza sadece 57 milyon Rus baskın durumdadır; ne var ki, Avusturya dışında Alman devletleri hemen hemen Fransızlarınkine yakın bir rakama ulaşırlarken, İtalya 18 milyondan 25 milyona çıkar ve özellikle Britanya takımadalarında nüfus, 1700’de 9 milyon, 1800’de 16 milyon olarak hesaplanmışken, 27 milyonu geçer (bunun 8 buçuk milyonu İrlanda’ya aittir). Şu da var: Fransız nüfusunda artış, doğum oranındaki düşüş nedeniyle yavaşlar. Tersine, öteki ülkeler artışlarını sürdürürler. Fransa 1800’de, binde 32 artış oranına sahipti; İngiltere, 1850’de de korur bu oranı; Almanya için bu oran 40, Birleşik Amerika içinse 43.3’tür. Doğum oranındaki yüksekliğin karşısında, ölümlerin korkunç fazlalığı kendini gösteriyor. Yaşam umudu kısa, nüfusun çoğunluğu gençtir: 1815’te, Fransızların yüzde 44’ü, 20 yaşın altındakilerden oluşuyor; 60’ın yukarısındakiler ise, sadece yüzde 7’si nüfusun. Hiç olmazsa batıda ve İskandinavya’da, ölüm oranında az buçuk bir düşme görülürse de, kötü iktisadi koşullar düzelmeyi geciktirir. Avrupalıların büyük bir bölümü, iyi beslenemedikleri için pek az dirençlidirler; ve hastalıklar karşısında, Asyalı ya da Afrikalılardan pek daha iyi durumda değildirler. 1830’dan sonra, Fransa’da Lille’de, çocuklar 5 yaşını aşmaz; Mulhouse’da ortalama ömür uzunluğu, sadece yirmi ikidir. Binlerce yoksulun toprağa gömülmesi için kötü bir hasat yeterlidir.

Jenner’in aşısı çiçeği geriletirken, cüzzam da güneyde ve İskandinav yarımadasında sığışıp kalmaya yüz tutar; ne var ki, sıtma, Akdeniz havzasında hüküm sürer ve nemli yörelerde kalabalık merkezlere musallat verem bağışlamaz insanları. Öte yandan tifüs veba ve kolera, en korkunç salgınlardır. Verem gibi, kötü sağlık koşullarını, yoksul meskenleri, yetersiz beslenmeyi ve savaşları gözetleyip durur tifüs. Napoleon savaşları, bu felaketin Almanya’da korkunç bir biçimde yayılmasıyla sonuçlanmıştı; ne var ki, fır dolanır canavar bütün Avrupa’da, gelip gelip vurur ve Belçika’da, 1846-47 bunalımı sırasında 20.000 cana kıyar; Doğu’da savaşanlar da, 1829’da ve özellikle de Kırım’da, ağır bir vergi öderler ona. Bununla beraber Avrupa, 1810 ile 1832 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’na çökmüş veba salgınından yakasını sıyırmayı başarır; göründüğü kadarıyla, XVIII. yüzyılda, kendi topraklarında kara sıçanla kahverengi sıçanın kökünü kazımış olmanın sonucudur bu. Buna karşılık, kolera, arsız, dehşet salan, üstelik yeni bir konuktur. İlk büyük salgın, Rus seferlerinin arkasından Ermenistan’da, İran’da ve bir de ilk Türk-Mısır uyuşmazlığı sırasında kendini gösterir; hastalığın Avrupa’ya bulaşmasını, 1831’de, Ruslarla Polonyalılar arasındaki savaşlar; 1833’te de, içinde Don Pedro hesabına birlikler taşıyan – salgına yakalanmış- gemilerin Portekiz kıyılarına varması kolaylaştırır. Salgın, 1823’te Astragan’ı geçemez; ancak, 1830’dan başlayarak, yedi yıl boyunca Avrupa’yı dolaşır ve Cezayir’e sıçrar. Fransa’da, 16.500’ü Paris’te olmak üzere, 100.000 kurban vardır; Berlin’de 1.400, Viyana’da 2.000, Norveç’te 1.

000, Londra’da 6.700 cana kıymıştır. Salgına daha kolay uğrayan kentlerden kırsal yörelere kaçıp sığınır insanlar; olaya “Büyük Korku” diye ad takılır. Nedir başvurulan çareler? Bizmut, klor, kinin, buhar banyosu yeterli midir? Paris’te, Seine valisi, evlerden çöplerin arabacıklar üzerinde alınıp götürülmesini emreder; ancak paçavracılar, ekmek paralarından yoksun kılındıklarını görünce, tutar birçok aracı ateşe verirler ve Louis-Philippe’in hasımları da olaydan yararlanırlar: Bakan Casimir Perier, hekimler ve rahiplerle birlik olmuş, halkı zehirliyor, denir; çok geçmez, tabut ve cenaze arabası çekişmesi başlar; Casimir Perier ile beraber, Genç Champollion, Cuvier, Sadi Carnot da salgında canlarını yitirirler. 1847 ve 1851 yıllarında, bir yiyecek kıtlığının yaşandığı sırada, Asya bozkırlarından acı bir rüzgâr eser yeniden: Yeterince beslenemediği için pek zayıflayan Belçika halkı ağır bir felakete uğrar (23.000 ölüm); 1832’de Londra’da, kurbanların sayısı bunun iki katıdır ve Çarların imparatorluğunda en az 600.000 insan can vermiştir. Paris’te 17.000 kişiyi alıp götürmüştür salgın ve daha çok da “yoksul mahalleler”i ziyaret etmiştir. Felaketi, İtalya’ya, Avusturya ordusu sokar; Marsilya’dan da Cezayir’e sıçrar. Salgın, 1855 yılında da aynı yolları izler; bu kez, Akdeniz havzasının batısıdır yeğlediği can almak için; bir de, Kırım’daki Fransız birliklerinin arkasına düşer ve Amerika’ya da göçmenler taşıyıp götürürler. Ne var ki, artık savunmaya geçecektir Avrupa! Malthus’un başlattığı tartışma Birden gelen bir ölüme hazır ya da cılız bir yaşama mahkûm olduktan sonra, onca insanı dünyaya getirmek neden? Rahip Malthus’un sorduğu soru özetle budur ve 1798’de yayımlanan Nüfus İlkesi Üstüne Deneme adlı eseri, büyük yankılar yapar. XVIII. yüzyıl felsefesinin dile getirdiği “ilerleme” inancına karşı çıkarak, İngiltere’de, sefalet içinde çoğalmaya iten Yoksullar Hakkında Kanun’u mahkûm etmek ister. Nüfusun geometrik artışındaki kaçınılmazlığa işaret ederken, “yiyecek maddeleri… aritmetik artıştan daha fazla çoğalamaz asla” der.

Tehlikeli saptamalardır bunlar! Ne var ki, onun bu sözlerine yanıtlar vardır. Godwin, “ulusal zenginliğin pek eşitsiz dağılımının ve gayrimenkul mülkiyetinin küçük bir azınlığın elinde toplanmasının” sonucudur sefalet, der. “Bırakınız yapsınlar” politikasına tepki duyan ne kadar insan varsa, Malthus’a karşı ileri sürülmüş bu görüşten yana olurlar. Sismondi’ye göre böylesi bir politika, “genel sefaletin ancak maddi zenginlikle çoğalmaktan alakonduğu gönenç içindeki uluslara” yarar. Ama özellikle Marx ve Engels karşı çıkacaklardır Malthus’a: Onlara göre, Malthus, “üretim gereksinmesi için, işçiyi, yük hayvanı derekesine indirmekte ve üstelik onu, açlıktan ölürken bekâr yaşamaya da mahkûm etmektedir.” Tersine, liberal iktisatçılar, sosyal reformları safdışı eden bir ilkeyi severek karşılarlar. İyimser görüşlü Jean-Baptiste Say şöyle der: “insanları, çocuk yapmaktan çok, para biriktirmeye özendirmek yerinde olur”; şunu da ekler sözlerine: “En gönençli uluslarda bile, nüfusun bir bölümü ihtiyaç yüzünden her yıl ölüyor.” Bir başkası, Dunoyer, 1833’te, bir çocuktan fazla çocuğu olan ailelere yapılan yardımlara son verilmesini önerir. Son olarak, John Stuart Mill, sarhoşluğa ya da bir başka bedensel aşırılığa karşı hangi tiksintiyi gösteriyorsa, çok çocuklu ailelere de aynı gözle bakmakta duraksamaz. Ve bir Malthus’çu dernek, İngiltere’de, sefalet içindeki insanların hızla çoğalmalarına karşı çıkar. Kısacası tartışma başlamıştır. Yüzyıl, haklı mı çıkaracaktır Malthus’u haksız mı? Göreceğiz… TOPRAKTA ESKİ İLE YENİ Bütün bunlar olurken, hâlâ bir köylü çehresidir Avrupa’nınki. Gerçekten XIX. yüzyılın eşiğinde, “Sanayi Devrimi”, Avrupa’nın, kırsal kesimin başta geldiği -o pek eski- niteliğini silememiştir. Kapitalist ilerleme, İngiltere’de gözle görülür de olsa, adada yaşayanlarda, gayrimenkul servetle (landed interest) menkul servet (moyened interest) arasındaki denge, bu sonuncusunun yararına ağır basar durumda değildir kesinlikle.

Fransa’da, Restorasyon döneminde, toprak, ulusal zenginliğin beşte üçünden fazlasını oluşturmaktadır; ve bu oran, kıtadaki devletlerin çoğunluğunca aşılmıştır. İnsanın toprakta çalışmayla yaşamadığı zaman bile, acıktığında doyasıya yiyebilme kaygısı hiçbir gün terketmez kendisini; ve kıtlık korkusu, olağanüstü bolluk yıllarında kaybolur ancak. Öte yandan, genellikle orta halli bir önem taşıyan kentler, bir kırsal ortamda sürdürürler yaşamlarını, köylerden alır köylere satarlar. Geleneksel köylü ekonomisi Yiyecek kaygısı içindeki Avrupalılar, her şeyden önce, günlük tüketim ürünlerini sağlayacak toprağı elde etmeye verirler kendilerini. Kendi kendine yetmeyi başaran yöre, mutludur; kira borçlarını, ödentileri ve vergileri verdikten sonra, üç-beş kuruş biriktirme olanağını sağlayan mevsime şükredilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir