Sezgin Kaymaz – Kün

Kadınlar iki ‘X’, erkekler bir ‘X’ bir de T kromozomu taşırlar. Yirmi üç homolog çiftten oluşmak şartıyla. Hâl bu ise, kadın milletinde kırk altı tane ‘XX’, erkek milletinde kırk altı tane mikroskobik ‘XY’ kromozomu var demektir. Sapma kadar erkek bir pala, ‘Sapına kadar erkeğiz evelal-lahF böbürünü bu mikroskobik kimyaya borçlu olduğunu bilmez. Daha da bilmediği, erkeği erkek yapan T kromozomunun erkek vücudunda bulunan ‘erkek hücrelerindeki’ toplam DNA sayısının taş çatlasa kırkta biri olduğudur. Yani ‘Sapına kadar erkeğiz evelallah’ diye diye kaldırmış gezen bir fallus hayvanı, kendisinin bile kırkta biri kadar erkektir en fazla. Fecaat, değil mi? Olabilir. ‘Beterin de beteri var.’ deyip şükretmek lâzım. Çünkü, öbürünün yanında fecaatten bile sayılmaz bu. Onu, yani asıl fecaati hiç mi hiç bilmez ‘erkek’ denen saf. Ben diyeyim on dokuz bin, sen de yirmi bin sene evvel, kısaca ‘Sap Kromozomu’ da diyebileceğimiz bu taşaklı T kromozomu, şimdiki cesametinden ben diyeyim on dokuz bin, sen de yirmi bin misli büyüktü. Sapma kadar erkek diye bir yaratık varsa, o erkek bugünkü erkek değil, on dokuz – yirmi bin sene önce yaşamış olan erkekti özetle. Varlık, kadındır. Dişidir yaratım süreci, erkek değil.


Tarlayı kaldır at, sabanı nerene sokacaksın bakalım. “Sapma kadar erkeksin öyle mi? Ne sapı lan? Kırk altı tanesini toplaşan toplu iğne ucunun on binde birinin kırkta biri kadar erkeksin.” Hadi canım, hadi canım! Arka boşluklara doğru ilerleyelim. Kıyameti ne sanır insan? Şöyle der mi meselâ akl-ı selim? “Kıyamet, insan neslinin sona ermesidir.” Der mi? Demez. Ne der? Efendim, sular, seller basacakmış, gökten ateş toplan yağacakmış, Deccâl diye bir herif çıkıp tuttuğunu… Tövbe estağfurullah… Olur mu hiç öyle şey? Tanrısal değil de âdemsel düşünüyorsan olurmuş gibi olur. Aslında olmaz. Şundan olmaz; on dokuz bin veya yirmi bin sene evvelinin sidik zoruyla kalkmış pantolon balığı gibi dimdik ve devâsâ Tsi, şimdilerde soğuk yiyip büzüşmüş bir pipicik kadar kalmışsa… Ve bu küçülme süreci şaşmaz bir kararlılıkla o kadar bin yıldır süregelmişse… Ve mantık denilen bir şey varsa… Kaytan milletinin medâr-ı iftiharı meşhuuuuuur ‘Y’ küçüle küçüle zırnığa bile ‘Abimsin!’ diyecek hâle gelecek VE nihayet en yakındaki ‘X’in cebine girerek yok olacak demektir. Neymiş fecaat? İsterseniz üç değil yetmiş üç çocuk yapın, kıyametiniz başlamışmış. Erkeğin yok oluşunun geçmişte nasıl tapıyorsa bugün de öyle taptığı öz çükünün elinden gelmesi, tanrısal bir espridir hazar. “Ulan, ben sana ‘Benden başkasına tapmayacaksın.’ dememiş miydim? Hadi şimdi otur hanım hanımcık, kaneviçe mi işliyorsun, kırlent mi dikiyorsun, ne halt ediyorsan et, bekle ecelini.” Kur’an’daki “Biz erkeği kadından üstün yarattık.” âyeti, ne ateist şabalakların “Bu sözü söylese söylese bir insan söyler. Demek ki din hikâyedir.

” mihenklerine, ne sofu çakşırlıların “Ba ba ba ba… Irkeğin halı başgayımış, görüyon nu bir?” efsanelerine, ne de sulandırılmış dindarların “Kadınla erkek arasındaki biyolojik farklılıkları görmüyor musunuz? Erkek daha kuvvetli, daha iri ve daha belirleyicidir.” safsatalarına konudur. Bu âyet, ses tonuna hissi titreşimler katmadan, alenen, ayan beyan, gayet net ve hapşırır kadar rahat, yaradılışın ilk günlerindeki devanası kılıklı ‘Y’ kromozomunu gözüne gözüne sokmaktadır insanoğlunun. Buna konudur. Anlayana… Külli Nizam böyle bir şey işte. Kaderi, sağ elinde tuttuğu otuz santimlik cetveli tehditkâr bir edâyla sol avucunun içine şak şak vuran, arada bir yanından geçtiği radyatör peteklerine tırrrrt diye sürttüren bir nöbetçi öğretmen gibi beklemektedir ‘sapına kadar’ erkeği. Teneffüs eninde sonunda bitecek, ders vakti gelecektir. Hadi kafası o kadarına basmadı da saçını, sakalını, mamişi-ni ve pipişini kendinin sandı, anladık; ama bu dünyanın mameleki Allah’ın mülkü değil midir lan? Onu niye kendinin sandı ki bu şemşâmer? Nasıl ayıklayacak şimdi bu pirincin taşını? Evdeki bulgura razı olabilmek için daha kaç Dimyat yolunda helâk edecek kendini? Sessizce teneşire uzatılıvereceği o ânâ ulaşıncaya kadar, daha kaç Ömer, kaç Çeto, kaç Hüdai Ağa harcayacak? Eh ama… Değil mi ki kendini Allah’ın cennetinden sürdürmeyi başaran âdemoğlu, yine de kıyamayıp ona cennet kadar güzel bir dünya hediye eden Allah’a bir kere daha sırtını dönmüş ve yeryüzünü peynir arayıp durduğu bir labirentler cehennemine çevirmiştir, eh, ders başlayınca görür ebesininkini. Eh… Dün gece rüyamda bir ihtiyar, aşk mahallesinde, “Bizim tarafa gel.” diye işaret ediyordu bana eliyle. MEVLÂNÂ içki, hadi rakı diyelim, ruh hâlinin süratle değişmesine sebep olur. Hınzırın mide asidine bir gıdım minneti, bağırsak florasına zerre m işkâl müdânaası yoktur. Sindirilmek için onun bunun enziminden ricacı olmaz. Ağızdan girsin, yeter. Dil ve diş etleri arasında şöyle bir gezinir ve bulduğu her delikten sızarak hızla kana karışır.

Bu, rakıyı kafasına diken zat ile birlikte o zatın vücutlundaki yüz trilyon hücrenin de zom olması anlamına gelir. “Ben sarhoşladım ama hücrelerim gayet şuurluydu.” diyemezsin. Sen içersen hepsi içer. Ondan sonra seyret. Hararet kontrolsüz olarak yükselir önce, sonra duygu ve davranışları hizaya getirmek zorlaşır, en sonra da “Amaaan, ölümlü dünya değil mi, boşveeer!” hâli hakim olur. Bu, fütursuzca saçmalayacak kadar rahatlama, yani artık kasmaktan vazgeçme ânıdır. Dünya yansa, içinde saten yüzlü bir yorganının olmadığı bilincine erişme ânı. Duyguların üzerindeki ağır dogma kapağı hafifler böylece. O güne kadar yerine razı olmuş, tıkıştırıldığı çukuru yurt bellemiş ruh, birdenbire inzivasını tamamlamış bir keşiş gibi hissetmeye, kapağa dayı dayı omuz atmaya başlar. Bir, iki derken yerinden oynar kapak; inak ve nas cenderesiyle hürriyet âlemi arasındaki fark belirginleşir. Oh be! Işık görünmüştür. Bunu bir koordinasyon ve muhakeme bozulması ile kol kola gelen ferah ferah rezil rüsva olma, buna rağmen kendini dokunulmaz zannetme, isteseymiş uçacakmış gibi uhrevi bir zanna kapılma hâli takip eder. Artık hegemonların saltanat tedbirlerinden ibaret ahlâk kurallarının, önyargıların, ‘Hii ne ayıpların, ‘O kadar da olmaz ama’ların ve de örf, âdet ve gelenek denilen sosyal kelepçelerin çay ve ihtiyaç molası vakti gelmiştir. Sapıtır ayyaş.

Onunla birlikte hücreleri, genleri, DNA’ları, ona dair ne varsa alayı sapıtır. Tepki zamanı uzadıkça uzar, kendini kontrol etme ihtiyacı basar gider, tedbir, temkin ve ihtiyâr yerle bir olur, fallik, vajinal, cinai ve sair, edepten hayâdan uzak ne kadar duygu ve düşünce varsa, ruhun dili olan bedende bülbül gibi şakımaya başlar. İçi dış olur sarhoşun. Olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur. Bu kadarla kalsa ne var? Kalmaz. Duyular zayıflar, denge kaybolur, çift görme, mekân dışından sesler işitme gibi fiziksel dingildemeler, kadehdaşmm ağzını burnunu kırma ile sarılıp sarılıp öpme arasında gidip gelen ruhsal çolpalamalar ve kendi hâline ağlama veya kendini çok komik bulma gibi algısal sapmalar başgösterir. Bilinç, Atılgan mürettebatı gibi çıkar platforma; titreşimler içinde başka bir zaman ve mekâna ışınlar kendini. Bu andan itibaren her varlık mâzurdur. Kusuruna bakılmaz. Çivi çiviyi sökmez. Bu bir akşamcı yalanıdır. Rakının tesiri rakıyla geçmez. Bilakis şiddetlenir. O gece de öyle oldu. İçtikçe sapıttı, sapıttıkça içti Şeref.

Tek o da değil, onunla birlikte üç yüz milyon kişi daha içti ve bin nasihatten yeğ bir musibet, o taraftan bu tarafa doğru yola çıktı. Şöyle oldu: Üç yüz milyon sarhoş, yalpa vura vura, birbirlerine sokula sokula, takılıp düşe düşe, düşenleri eze eze ilerliyorlardı. Ne benlikleri kalmıştı ne kimlikleri. Kim olduğunu hatırlayan bir Allah’ın kulu yoktu içlerinde. Hem çok kalabalık olduklarının farkındaydılar, hem de kimsenin kimseden haberi yoktu. “Senin adm ne?” “Ne’bliim.” “Öpüjeem.” “Götümü öp orospu şojuu.” “Senin ananı sikerim lan!” Kanlı kavgalar üç yüz milyon sarhoşluk nüfusu kırıyordu gayet tabii. Onlar menzile ulaşamıyor, serilip kalıyorlardı yollarda. Bir de şehvetli öpüşmeler vardı ki… “Senin adm ne?” “Ne’bliim.” “Öpüjeem.” “Götümü öp orospu şojuu.” “Aç o zaman!” “Al açtım, hadi sen de aç.” Nüfus biraz da abuk sabuk cinsî münasebetler sebebiyle kınlıyordu bu suretle.

Ayakta kalanlar becerebildiklerince hızlı ilerliyor, kimse yardım isteyenin yüzüne bakmıyor, aksine her geçen düşene bir tekme daha sallıyordu. Saygı ve dayanışma sükût etmişti. Küçükler büyüklere hürmetten, güçlüler güçsüzlere merhametten uzak duruyorlardı. Şurda seksen yüz bin kişi çömelmiş kusuyor, burda adaleli ve bakımlı birkaç yüz bin kişi birkaç yüz bin tâkatsiz ufaklığı boğazlıyor, orda elli altmış bin delikanlı seksen doksan bin ihtiyarı eşek sudan gelinceye kadar dövüyordu. Kimseciklerin elleşemediği biri vardı yalnız. Yüz bin grostonluk akıllara ziyan cüssesiyle salapuryaların arasında kendine yol açan bir buzkıran gemisi gibi usul ve kararlı, ama bir o kadar da yalpalı devam ediyordu yoluna. Ara sıra birini yakalıyor, boğazını sıkarak ayaklarını yerden kesiyor ve gözlerinin hizasına getirdiği boş gözlere bakarak hırlıyordu: “Karını… Nerde karnı? Sööleyin bijeee.” Aslında tek tek yakalıyordu her seferinde kurbanlarını, ama rakının tesiriyle iki iki yakaladığını sanıyordu. Kendi de tekti. Tekten de tek. Yegâne. Biricik. Eşsiz. Ama bunu ayırt edemiyordu artık. Rakıya çarpılmış ve kendini de çift görmeye başlamıştı.

Enselenen hiç kimse karının nerde olduğunu söyleyemiyordu elbette, çünkü daha o çelik kavrayış boğazlarına yapıştığı anda bitiyordu işleri. Seninki, çitlek çitlemiş de kabuğunu tükürürmüş gibi cesedi bir kenara fırlatıyor, yürüyor, hırlıyordu: “Karın… Sööleyin bijeee…” Leş gibi anason kokuyordu. O kadar büyüktü ki, hiç kimse kaçamıyordu ondan. Bir adımı öbürlerinin bin adımına denk olduğundan değil, inanılmaz iriliği onu inanılmaz yavaşlatıyor, hasbelkader ilerlediği hâlde hiç ilerlemiyormuş, en az ötekiler kadar yalpaladığı hâlde hiç yalpalamıyormuş gibi görünüyor, bu yüzden de tepesinde bittiği rakipleri onu bir dağ falan zannedip soluklanmak için yaslanmaya kalkıyorlardı. Yalan değil, bir dudağı yerdeyse bir dudağı gökteydi. Folluktan yumurta toplar gibi topluyordu ayağına dolananları. “Nerdeee?… Karını…” Yavaş kaldığı için geride kalıyordu. Bu kaçınılmazdı. Ondan çok sonra yola çıkanlar onu çoktan sollayıp geçmişlerdi ve yenileri de akıp geliyordu gerilerden. Önceki seferlerde olduğu gibi bu sefer de karıya kavuşamadan bir kenara büzülüp gideceğe benziyordu. Çünkü, dile kolay, üç yüz milyon kişiden sadece biriydi ilk başta. Yol üzerinde o onu öldürdü, bu bunu saf dışı bıraktı da nüfus yarı yarıya kırıldı diye hesap et, nerden baksan yüz elli milyon kişiden biriydi şimdi. Yüz elli milyon zil zurna sarhoştan biri. Şanssızlığı, o yüz elli milyonun içindeki en yavaş olanından bile on kere daha yavaş olması, şansı ise mekanize piyade tugayı gibi tam gaz ilerleyen yüz elli milyonluk kitledeki her bir neferin en az onun kadar sarhoş olmasıydı. Başka birisi karıya atlamadan oraya bir ulaşabilse, hepsini parçalayacağı için işi kendisinden başkasının görme şansı olmadığım biliyordu.

Aslına bakarsan her zaman ulaşıyordu oraya, ama alan almış, veren vermiş oluyor, bu da onca yolu kös kös geri dönüyordu. “Daha şok yol var muı? Nerde karnı? Nerrrrrrdee?” Karı az ilerideydi ve etrafında dönüp içine girmeye çalışan heriflere bakıyordu şirret bir edâyla. Çok sarhoştu. Kusası vardı, “tik müjjj… mujjj… müşşşteriler gelildi.” diye düşündü. Kendi boyutlarıyla kıyaslanınca ‘müşteriler’ ayın yörüngesindeki uzay mekikleri kadar küçük kalıyorlardı. Küçk ve sarhoş. “Hişbiri beş para etmezzjj. Hepsi şarhoş pezevenk-lerin…” Sarhoş pezevenkler dolanıp durmaktan, kur yapmaktan yorulmuş, taarruza geçmişlerdi. Ama ne taarruz! Kimi son hızla gelip yanından geçerek duvara, kimi de öte yandan gelene saplıyordu tenasül uzvunu. Denk getirip de kapısına kafa atan tek tük herifin ise kafası patlıyordu. Büzmüştü çünkü. Kusası vardı, veresi yoktu. “Yok ki erkek gibi bi erkek…” Taarruzun yeni neferlerle şiddetlendiğini görünce kendini daha da kastı, kabuğunu katmerledi, taş kesildi. “Bunlar niye iki iki geliyollaaa acıba?” diye düşünüyordu.

Rakının serkeşliği ile çift gördüğünün farkında değildi. Şuh bir kahkaha attı. Yolun ötelerinden bir nara mı duymuştu? Kulak kabarttı. Vallahi duymuştu ayol. Hâlâ duyuyordu. Yer de sarsılıyordu üstelik. Şöyle cüssesi sesine denk bir erkek gelse… “Aah ah!” dedi. Derhâl verirdi, derhâl. Yirmi bin yıllık ‘Y kromozomu yüklü devâsâ sperm hücresi, döl yolunun duvarlarına çarpa çarpa kulağına kadar gelen kahkahayı işitince şevkle kükredi ilkin. “Karını…” Demek yaklaşmıştı hedefine. İyi de niye gülüyor, kime fingirdiyordu bu amcık? Bu kez öfkeyle kükredi, ter ter tepindi. Ulan, o karıya birisi kafasını soktuysa var ya, tutacaktı kuyruğundan, yerden yere çalacaktı. Ulan… Ah ulan… Kükredi, tepindi, becerebildiği kadar hızlandı. Her zaman tek koridor olurdu burda, şimdi niye iki taneydi amma koyayım? Hangisine dalsaydı ki? Yükü ağırdı. Ağır olduğu kadar da ulvi.

Yirmi bin yıldır bir tek genini bile zayi etmemiş, her birinin üstüne titremiş, iki – üç yüz bin kere falan yarış kaybetmiş, ama yılmamış, sabırla beklemişti. Hiç bu kadar yaklaşmamıştı üstelik. Rakının yapıp ettiğine şükrederek soldaki koridora daldı. Zaten başka koridor yoktu. Çift görüyordu. Yumurta hücresi, devede bit kadar kalan spermatozoidlerin çaresiz çırpınışlarıyla daha da bir tahrik olmuş vaziyette, koridorun çiftleşme odasına açılan ağzına dikti gözlerini. Şu nara-lanan hayvan çıksaydı da görseydi bir. Hayır, bir hoş olmuştu yani. İlık ılık böyle. Kafası da narası kadardıysa adamın… Ay… Neler de düşünüyordu canım… Ay hah hah hah. Tam da o anda, ortada sarhoş sarhoş vıngırdayarak yumurta hücresine intihar dalışları yapan yüz milyona yakın sperma-tozoidin en az bin baş yukarısında mağara gibi bir ağız açıldı. “Karnı…” “Ay bu beni orta yerimden ikiye beler… böler anajııım.” Dev hücre, yeri yerinden oynatarak ilerledi. “Ulaaan…” diye bağırıyordu bir taraftan da. “Ulan, bu sefer de atlayamassam sizze atlayajam teker tekerrrr.

Aşılın ulan.” Sperm hücreleri ölmek için doğarlar, bu yüzden de ölmekten korkmazlardı. Ama başka bir şeyle tehdit ediliyorlardı. Ayıp bir şeyle. Sarhoş da olsalar göt korkusu nedir, hatırlıyorlardı. Bir buçuk milyon kadarı “Ah, nerde o günler!” diye iç çektiyse de devin işi şansa bırakmaya niyeti yoktu. Kâh ezip kâh çarparak; rakiplerini duvardan duvara savurup kellelerini uçurarak ilerledi yumurtaya doğru. “Gel kojajmm, açtım kabığımı.” Geldi. Normalde ‘geldikten’ sekiz – on saat sonra kafasının parçalanması ve döllemeyi gerçekleştirmesi gerekiyordu ama bu normal bir durum değildi. Taşıdığı genetik materyal çok kıymetliydi ve bu ânı yirmi bin senedir bekliyordu. Yoktu öyle sok çıkar geç git. Tadını çıkarttı. Usul usul eridi kendi salgısında, şu çağda hiçbir erkeğin sahip olamayacağı sayısız hasleti birer birer yükledi yumurtaya. İtinâyla, ihtimamla, iltifat ve iltimasla ve fakat hunharca seviştiler.

Seksen dört gün boyunca… Döllenmiş yumurta, seksen beşinci gün bölünmeye başladı. Nurten Çavuş, yüz altmış dört gün sonra müjdeyi verdi kocasına. “Gebeyim hay Şeref.” “Gaç amma sıçtıım… Biz ne zaman şey ittik giz?” “Itmişizdir hazar. Gendi gendime gebe galmadım ya.” “Eh o çocuk bi bana benzemesin… Var yaa…” Ki benzemeyecekti. Karısı Maraş terliği kadar, kendisi Adana şalvarı kadar karaydı. Yirmi bin senedir atalarından atalarına, atalarından dedelerine aktarılan yirmi bin yaşındaki o devâsâ sperm hücresi ise safran kadar sarı. Ben kendimi gülün dibinde buldum… HİSARLI AHMET Gözlerimi açtım. Hep oradaymışım, oraya aitmişim sanki. Ama değilmişim de. Evhamlanmam gerekiyor gibi… Hem de değil gibi. Korkunçtu, ama hiç korkmuyordum. Niye korkunç, bilmem, niye korkmam, onu da bilmem. Bildiğim birçok şey olduğunu bilerek fakat neyi bildiğimi bilmeyerek bakındım çevreme.

Oraya aittim… Ve değildim… Her ikisinden de aynı derecede emindim… Niye oradaydım ki? Niye olmayaydım ki? “Piç!” lâfı çıktı birden ağzımdan. Güle bakıyordum. Gülün gül olduğunu bildiğim gibi, piç olduğunu da biliyordum. Ama nasıl? ‘Piç’ ne demekti? ‘Gül’ ne demek? “Sarı!” dedim sonra. ‘Sarı’ ne demek? Bilmiyordum. Nereden geldiğimi, nereye gideceğimi… ve neden beyaz bir entari giydiğimi, bu giydiğim entariye neden ‘entari’ dediğimi, neden ‘çarşaf demediğimi, neden ‘kefen’ demediğimi. “Üstümü değiştirmem lâzım.” diye düşünürken buldum kendimi. Durumun abes olduğunu bilecek kadar biliyordum bazı şeyleri, ama ‘abes’ kelimesinin anlamını değil. Neydi ki abes? Bilmeden niye kullanıyordum? Nasıl kullanıyordum? Piç neydi? Gül ne? Bilmeden, etmeden? Sarı ne? Piç gülün ağacına yaslandım. Gecenin karanlığına yaslanmak gibiydi. Doğruldum. Nerede olduğumu görmeye çalışırken birilerinin de beni görmesini istemiyordum. Bilmiyordum niye, ama istemiyordum işte. Kafamı kaldırdım.

Gülün yaprakları, tarak değmemiş Arap saçı gibi yayılıp gitmiş, karman çorman perçemlerinin aralarına ufak, kokusuz, çelimsiz sarı güller sokuşturulmuştu. Salkım saçak bir şeydi. Tam bir piç. Karanlıktı. Burada saklansam kimse beni göremezdi. Bu piçin yaprakları benim gibi on tanesini gizlerdi daha. Karanlık? Tane? Yaprak?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir