Sezgin Kaymaz – Medet

Eğlen hocam, eğlen Bir sualim var; iz’an nedir? Erkân nedir? Yol nedir? Seni bana; “Gayet fazıl” dediler, İçerimde bir yaram var Bil nedir? Kırmızı. Kiremit kırmızısı, pişmiş toprak kırmızısı aslında, bildiğimiz kırmızı değil. Çürük kahverengi. Göğermiş kızıl. Bozarmış mor. Olsun. Ona kısaca “Kırmızı” derlerdi. Herkes öyle diyordu. Biz de taşındık, daha bir hafta olmamış, bakkalın çakkahn adını doğru dürüst ezberleyememişiz, onun adını ezberleyiverdiydik. Kırmızı! Cengiz Sokak bir uçtan bir uca apartmana kesmiş, sen kalk, iki sivri apartmanın ortasında, belini birine, yanını öbürüne yaslayarak kötü kötü dikil. Güdük! Selvi boylu apartmanların arasında bir cüce! Yerden bitme! Bodur! Neydi o ev sahibinin derdi? Niye vermezdi o harabeyi müteahhide de yıktırıp aslanlar gibi bir apartman çıkarmazdı Kırmızı’nın yerine? İnsanlar medeni medeni otursun, merdivenlerinde çocuklar koşuşsun, tırabzanlarında kaysın bebe belik. Dünya medenileşmiş; millet gökdelenlerde yaşıyor, sen bit kadar müstakil evde, üstelik köhne mi köhne bir evde yaşadığını zannet. Nasıl gıcık oluyorduk Hülya’yla. Yıktır şunu işte. Temizinden dört daire sahibi ol.


Kafayı mı yedin? Ama yok! İlla ki duracak o mezbelelik orta yerde. İlla ki çatlak yüzüyle, kırık dökük ön bahçe parmaklıklarıyla, dallarından osuruk böcekleri dökülen çürük çarık ağaçlarıyla duracak. Asıl mesele o da değildi gerçi. Mesele şuydu: Önü köpek doluydu Kırmızı’nın. Nasıl oluyorsa oluyor, her köşe başında mıntıka egemenliği, cinsel sidik işaretleşmesi uğruna birbiriyle gırtlak gırtlağa gelen sokak köpeklerinin her biri, yolları Kırmızı’nm önüne düştüğü andan itibaren, ki biz ne zaman düştüğünü bilmiyorduk, yeni taşmdıydık, barış güvercini kesiliyordu. Dahası, şöyle köpek gibi, doğru dürüst bir havlama, hırlama, gelene geçene dalma, çoluğu çocuğu kovalama huyu da yoktu oraya kapılanan itlerde. Ama bu durum gene de rahatsız ediyordu milleti. En çok da bizi. Beni. Bebekmişim, annem, annesine kadar gidesiymiş; o gün de babam evdeymiş. Annem demiş ki; “Bey, çocuğu uyuttum. Yarım saate kadar gelirim ama uyanacak olursa kucağına al da sırtım sı-vazlayıver.” Babam da “Olur Hanım,” demiş. “Biz oğlumla sohbet ederiz sen gelesiye kadar.” Annemle gülüşmüşler, annem çıkıp gitmiş.

On dakika kadar sonra, tam ben uyanıp dört aylık bebe gülücükleri atar, gerim gerim gerinirken bizim evin önünde acayip bir köpek havlaması başlamış. Ben gerinip gülücük atmaya devam edermişim ya bu seslerden korkup ağlamaya başlayacağımı zanneden babam, pencereyi açtığı gibi kükremiş sokağa: “Hoooşt! Tö höööyyyt! Çocuğu korkutacaksınız. Hoooşt!” Çocuk korkmuş, gerinmeyi kesip ciyak ciyak ağlamaya başlamış. Yani ben. işte, nerede köpek görse yolunu değiştiren bir insan olmamın temeli orada atılmışmış. Babama sorarsan köpeklerin havı hırı yüzünden köpekten korkuyormuşum, anneme sorarsan babamın kükremesi yüzünden. Gerçek neyse ne, realite değişmiyordu. Köpek denilen hayvandan ölesiye korkuyordum. Cengiz Sokaklılar korkmuyor muydu peki? Korkuyor gibiydiler. Pek yanaşmıyor, hatta Kırmızı’nın kaldırımında belli bir mesafeye kadar ilerleyip ondan sonra ya karşı kaldırıma ya da bir yörünge çizerek uzaktan geçmeyi tercih ediyorlardı. Ee, bu da korktuklanna delaletti ya işte. Yalan yok, bu köpekler havlamıyordu. Bu köpekler hırlamıyordu. Bu köpekler yavşamıyor, yalanmıyor, kuyruk sallamıyor, gelip geçene bir fenalık veya iyilik etmiyordu. Bu köpekler, köpek gibi davranmıyordu.

Bu sebepten olsa gerek, biz Hülya’yla ikimiz, onlardan bir köpeklik bekliyorduk zar gibi gerilmiş vaziyette. “Havlamamaları daha kötü ya Hülya.” Durup durup birbirimizi dolduruşa getiriyorduk. “Doğru söylüyorsun. Havlasalar, hiç olmazsa nereden geldiklerini biliriz. Şimdi sinsi sinsi arkamızdan sokulsalar? Nereden haberimiz olacak? Bir tane değil, beş tane değil. Ne yapacağız o zaman?” “Ben de bundan korkuyorum işte.” Epeyce takıntılı ve saplantılı baktığımızdan olsa gerek, Cengiz Sokak’ta ikâmet eden herkes dertliydi bizim görüşümüze göre ama kimse de koşup kapısına dayanmıyordu evde oturanların. Korktuklarından mıdır nedendir bilinmez, bir biçimde, bizim kanaatimize göre tabii, homur homur homurdandıklarıyla kalıyor, evin iki ayaklı sahiplerine veya dört ayaklı konuklarına ilişmiyorlardı. Hülya bir taraftan ben bir taraftan, daha taşınalı iki hafta olmamış, itten köpekten yaka silkmişiz, Cengiz Sokaklılann bu uyuşukluklarına mümkün değil akıl erdiremiyoruz. “Ben yann bir dolaşıp konuyu komşuyu yoklayacağım,” dediydi sonunda Hülya. “Ne konuda?” “Şu karşı mezbeleliğin önünde duran köpekler konusunda. Kızı annemden alıp getiremiyorum korkumdan.” “Vallaha iyi edersin. Bak bakalım, bir anla, niye kimse çıkıp da belediyeye şikâyet etmiyor şu pisliği.

Belki evin sahibi önemli biridir, bir yerlerde bir şeydir, diş geçiremiyorlardır. Biz de durduk yerde ortaya atlayıp kendimizi mimletmeyelim.” “Doğru söylüyorsun. Soruştururum. Sen de bakkala çakkala bir uğra, ağız ara istersen.” “Ararım ararım. Akşam dönüşte teker teker dolanırım esnafı. Ağızlarından girer, burunlarından çıkarım. Her haltı biliyorlar, bakalım iki satırlık şikâyet dilekçesi yazmayı niye bilmiyorlarmış, sorar anlarım.” “Doğru söylüyorsun. Her haltı biliyorlar.” Sabah erkenden Sarı Kavun’u okula bırakmak için evden çıkıp kayınvalideye gittik Hülya’yla. Sarı Kavun, bizim kız, Yağmur. Ocak doğumlu olduğu için, seneden hesap etsen bir sene geç başlamış olacak, günden hesap etsen bir sene erken. Biz bir sene erken yazdırmayı tercih ettiydik.

San san, pek şekerdi o zamanlar. Biz de ona Sarı Kavun adını taktıydık. Altı yaşında ilkokul bire gidiyordu hasbam. “Kız, Sarı Kavun, ne zaman geleceksin bizde kalmaya?” “O köpekler gitsin, ondan sonra.” Hülya kıza baktı baktı, “Doğru söylüyorsun,” dediydi. Gündüzün dairede arkadaşlarla konuşuyordum meseleyi. Hepsi bana hak veriyordu. “Olur mu sokak arasında köpek?” diyorlardı söz birliği etmişçesine. “Evin içinde bile yasak.” “Vallaha mı?” “Ben öyle biliyorum. Gene de belediyeye sormak lazım tabii.” Akşam mahalleye döner dönmez, sırtımın teriyle Bakkal Mustafa’ya damladıydım. “Mustafa Bey, ne iş?” “İşler iyi. Siz nasılsınız? Alıştınız mı komşulara?” “Onlar iyi de… Şu kırmızı evin köpeklerini söylüyorum asıl. Nasıl oluyor da herkes rahatsız olduğu halde kimse belediyeye şikâyet etmiyor?” Bakkal Mustafa, gözle görülür şekilde pos bıyıklarını yediydi.

“Nerden bildiniz herkesin rahatsız olduğunu? Birileri bir şey mi anlattı size?” “Hayır da… Belli yani… O evin kaldırımında yürüyen yok. Yaklaşan karşıya geçiyor. Ben o kadar ev taşıdım, hiç bu sokaktaki gibi sokağında çocuk oynamayan ev görmedim. Demek ki millet cidden rahatsız.” Bakkal Mustafa, ikide birde hemoroidi vuruyormuş gibi suratını ekşitip kendini kasarak dinlediydi söylediklerimi. Sonra da hak verse bir türlü, vermese bir türlü bir boyun kırmayla ağzının içinden konuştuydu. “Orada Zekeriya Amca’yla Zehra Teyze oturur. Onlan çok severiz, kırmak istemeyiz. Biri annemiz, biri babamız gibidir.” “Yani o yüzden mi tehdit altında yaşıyorsunuz?” “Ne tehdidi? Zekeriya Amca kimseyi tehdit etmez.” “O etmez ama köpekler eder.” Mustafa, gene ufak bir hemoroid kasıntısı sergilediydi. “Şimdiye kadar köpeklerin hiç vukuatı olmadı ki.” Kaya gibi direniyordum. “Bu, olmayacak demek değildir.

” “İyi de, ne yapalım yani? Zekeriya Amcayla Zehra Teyze’yi üzelim mi? Biz de çaresiziz.” “Üzmeyelim tabii ama, ya o itlerden biri bir gün çocuklarımızdan birini ısırır da hepimizi üzerse?” “Zannetmiyorum. ” Bu laf, söylendiği hiçbir zaman diliminde bu kadar kesinlik ifade etmemiştir. Herif “Asla! Zinhar! Katiyen!” diye avazı çıktığı kadar bağırsaydı böyle yoğun bir kesinlik ifade edemezdi. Gıcık kaparak çıktıydım bakkal dükkânından. İçim içimi yiyerek. Tek bir dilekçe ulan! Her şey bir dilekçeye bakıyordu. Altı üstü bir tanecik. Kurnaz kurnaz düşünüp “Amcanızla teyzenizi biz üzmeyeceğiz, belediye üzecek,” diye kafamın bir köşesine Mustafa’nın istifhamını yazıp bizim eve komşu simit ve pide fırınının sahibi Durak’ın tepesine dikildiydim. Fırıncı Durak, dudağına yapışmış gibi duran sigarasını nasıl başarıyorsa içip bitiresiye kadar külünden bir zerre dökmeden ama dudaklarıyla ahenk içinde sallaya sallaya konuşmayı başaran, psikomotor becerileri çok gelişmiş bir adamdı. Bana, pek de kısa sayılmayacak bir brifing verdiydi elime bardak bardak demli çaylar tutuşturarak. Cengiz Sokak, müstakil evlerini müteahhitlere birer ikişer kaptırmaya başladıktan sonra evlerin bahçelerinden atılan köpekler, diğer müstakil evlere sığınmaya başlamışmış. Sığınma talepleri kabul görenler yer yurt sahibi olurken kalanlar sokağın kıyısını bucağını mesken bellemekteymiş mecburiyetten. Kendilerine kapıyı açmamış olsa da bir müstakil evin ön bahçesi, geceleyin sığınmak, yağmurda karda barınmak için idare ediyormuş fakirleri. Ama evler yıkılmaya, yerlerine apartmanlar dikilmeye devam ettikçe ev hayvanlan olsun, bağ bahçe hayvanlan olsun, zavallılar, sürü sürü sokak hayvanlanna dönüşmek zorunda kalmışlar.

Gün olmuyormuş, beş ev daha müteahhide verilmesin, beşi birden yıkılmasın, yerlerine apartman çıkılmasın, eskiden ön bahçelerinin olduğu yere otopark yapılıp üç beş araba çekilmesin, hayvanat aç biilaç sokağa dökülmesin. Hayvanattan kastı köpekmiş Durak’ın. Öbürsüleri değil. “Hayvanat dedikse köpek demek istedik. Öbürsülerini kastetmiyorum.” Köpek sevsen vah tüh dersin. Öyle hazin anlatışı vardı fırıncının. Dudaklarında hep yanan bir sigarayla doğmuş gibiydi. “Bu adamdan ekmek alırken dikkat etmek lazım,” desem günahına girerdim. O kadar gözlediydim, bir zerre kül düşürmediydi önüne. Brifingini sürdürdüydü. Apartman sahipleri, çoluk çocuk hatın için bu kımıl kımıl sokak canlılarından tedirgin olmaya başlamışlar. “Kim olsa olur,” diye düşünüyorlarmış sesli sesli. Sokakta köpeğin ne işi varmış canım? Belediyeye şikâyetçiler gider olmuş, ki Durak da olsa, o da gidermiş o zamanlar. Zaten de gitmişmiş ama, onu geç şimdilik.

“Ben kendim de evimi müteahhide verip yıktırttıydım. Bizim sokakta o kadar köpek yaşadığını nerden bileyim! Ana! Bi ev yı-kılıyo, ortaya üç köpek dökülüyo. Bi baktım, ortalık vmgır vıngır. Pek şaşırdıydım. Lağımdan sıçan fırlar gibi her yıkılan evden köpek fırlıyo.” Kendisi de Ankara’nın köylüğündenmiş halbuki. “Bâlâlıyım ben kendim.” Kedi, köpek, tavuk, inek içinde büyüyenlerden. Ammaaaa, olmuyormuş işte. Hayvanlar günden güne, dediydi ya, patlamış lağım bacasından fırlayan kemeler gibi arttıkça o bile endişe etmeye, rahatsızlanmaya, huysuzlanmaya başlamış. O vakitler oğlu Burak küçükmüş daha. Günahtır, vebali büyüktür dememiş, o bile belediyeye şikâyet etmişmiş. “Onu geç şimdilik.” Yani, itle köpekle yaşamaya alışkınmış Durak ama şehir yerinde itin köpeğin ne işi olur diye de düşünüyormuş insan ister istemez. “Düşündüydüm yani.

İyi bok yemişim gibi sanki… Geç onu geç. Hiç hatırlatma.” Benim bir şey hatırlattığım yoktu ya gene de kötü birşeyVer hatırlatmışım gibi “Bir daha yapmam. Dikkat ederim,” diyesi olduy-dum. Öyle hazin anlatıyordu. Tek şikâyete giden Durak değilmiş Allah’tan da onunla teselli bulabiliyormuş bir nebze. Nitekim, gün gün artmış zabıta kapılanna dayananların sayısı; bunun üzerine belediye itlaf ekipleri, seçim zamanı asfalt yapma hızıyla dalmışlar Cengiz Sokak’a. Bir uçtan bir uca zehirli kıymalar döşemiş, gündüzleri de saçma tüfekli ekiplerle köpek avına çıkmışlar. “Hatta bizim Terzi Celil’in hanımı Nezaket’i baldırından vur-duydu zabıtanın biri. Adamın namusuna dokunur, “Hanımımın bacağına niye bakıyonuz?” der diye görmezden geldiydik. Kadın orda bağırır vayyık vuyyuk, biz başka yana bakarız. Hatta onu vuran belediyeci bile yürüyüp gittiydi ayıp olmasın diye.” “Ee, sonra?” İtlaf devam etmiş. Sokak temizlenir gibi olmuş o ara ama birdenbire Kırmızı ortaya çıkmış. “Kırmızı mı? Şu ev mi? Ev nasıl ortaya çıkar yaa? Daha önce de orada değil miydi?” “Ordaydı amma o zamana kadar kendini ortaya atmadıydı.

Bi çatlama da dinle.” “Allah Allaaah! Nasıl attı peki kendini ortaya?” Şöyle atmışmış: Kırmızı’nın sahibi Zekeriya Bey, bir elinde Demet l’deki sakatatçıdan devşirdiği bir torba dolusu akciğer, öbür elinde Ulus Ha-li’ndeki iç etçiden düşürdüğü bir torba iç eti, “Geh kuçu kuçu,” diyerek ölümün harman olduğu Cengiz Sokak’ta titreye titreye dolanan köpekleri arka bahçesine çekmeye başlamış. Apartmanlaşma ve itlaf işleri hızını almış sürerken, Zekeriya Bey, gariban hayvanattan kurtarabildiğini kurtarmaya çalışıyormuş ama nafile. Sokağın onca dört bacaklısını nerene sığdıracaksın? İçeriye kapağı atıp canını kurtarabilen mazlumdan çok dışarıda kalıp canının derdine düşen mazlum kalıyormuş her zaman. “Ben de üzülüp pişman olduydum dilekçe verdiğime. Yani ben, daha resmî olsun diye dilekçeli şikâyet verdiydim belediyeye. Tarih sayı bile aidiydim, iyi de bok yediydim! Hemen pişman olduydum. ‘İyi de…’ dediydim, ‘… millet insafa gelse ya artık.’ Nerdee?” Nerdee? Bir müstakil evin bir ailesi gidip onun yerine beş katlı bir apartmanın beş ailesi veya çift daireden on ailesi veya dört daireden yirmi ailesi gelince, belediyeye yapılan şikâyetler de katlanarak artmaya başlamışmış azalacağı yerde. Hadisenin büyüklüğü Cengiz Sokak dört ayaklı nüfusunun büyüklüğünü çoktan aşmışmış çünkü. Apartmanlaşmaya kurban veren tek sokak Cengiz Sokak değilmiş ki. Mohaç Sokaaaak, Mareşal Fevzi Çakmak Soka-aak, Levent Sokaaak, Dereboyu Sokaaak… Hepsiymiş. Alayıymış. Öldür öldür biter mi o kadar sokağın hayvanı? Bitmiyormuş işte. Onlar da ecellerine gelir gibi kendi sokaklarındaki evleri yıkıldıkça Cengiz Sokak’a gelirlermiş yazık.

Kırmızı’ya kapağı atan götü kurtarır, kalanı katledilirmiş. Dört ayaklıların bu katli, Cengiz Sokak’ı üç ay boyunca mezbahaya çevirmiş. Neticede sokağımız, belediye ekiplerinin üstün gayretleri sayesinde bir yaz dönemi içinde tertemiz olmuş. “Şikeydim öyle temizliği ben! Yanlış anlama, sana demiyom. Kendime diyom.” Sokak hudutları içinde, insanoğlu ve insanoğlunun sevmese dahi katlanmak zorunda kaldığı börtü, böcek, güvercin, saksağan, serçe, kumru, lağım faresi ve kedi ile birlikte hayatını idame ettirebilen yegâne hayvanoğlu, Zekeriya Bey’in Kırmızısı’na kapağı atabilen itlerden ibaret kalmış. Hepsi evde kapalı ya, itlaf durulmuş. O zaman mahalleli, başı Cengiz Sokak’ın köklü aileleri çeke-rekten bir araya gelip “Yav, bi eksik var, ama ne?” demeye koyulmuşlar. Bi tanesi çıkıp “Ben biliyom,” dediydi. “Zekeriya Amca’ylan Zehra Teyze eksik.” “Ana, demişim. Hakkattan da ihtiyarlar ne zamandır görükmü-yolardı.” “Ana!” diye hayret nidası atan tek kişi Fırıncı Durak değilmiş. Toplantıya katılan herkes öyle demiş. İhtiyarların içeride ölüp kaldığından, o pek sevip kolladıkları it sürüsüne taam olduklarından falan bahisle bir koşu fırlayıp Kırmızı’nın kapısına dayanmışlar.

Öyle ya, eskiden hiç olmazsa ciğer, iç eti almaya gittiğinde görürlermiş Zekeriya Amca’yı. Ya şimdi? Kapıya dayandıkları, ellerini kapı ziline yapıştırdıkları yetmemiş, banm barım bağırırlarmış bir taraftan da. “Zekeriya Amcaaa… Zehra Teyzeee…” Derken, üst katın penceresi açılmış, Zehra Teyze tülbentini düzelterek tepeden tepeden bakmış bunlara. Hepsi de oh diyesi olmuş ama ihtiyar kadın tek gözünü kısıp “Ne var ulan, Allahın belaları?” dememiş mi bunlara? Sen, o melek gibi kadın, sen tut kırk yıllık komşulanna bela oku. “Selamün gavlen bi Rab’i-r Rahîym!” “Ee? Zoru neymiş ihtiyarın?” Eesi, bunlar bu sefer de it köpek kısıntının Zekeriya Amca’yı yediğini, Zehra Teyze’nin de bundan sebep kafayı yediğini düşünmüşler. “Zekeriya Amca nerde?” diye sormuşlar feryat figan. “Zekeriya Amca kadar taş düşsün çatınıza. Defolun! Yok olun!” Kapıya omuz vurup kıracaklarmış ya cesaret edemiyorlarmış. Otuz mahallenin köpeği içeride, nasıl cesaret edeceksin? Durdukları yerden ısrarla sormaya devam etmişler. “Nerde Zekeriya Amca?” “Bokumu yiyin” “Nerde?” “Siktir!” “Nerde?” “Sana ne!” “Nerde?” “Ebeninkinde.” “Nerde?” Sonunda dayanamamış kadın, geri çekilip içeriye seslenmiş. Seslenirken ses tonu, her daim alıştıkları o melek ses tonuna bürünmüş hemencek. “Zekeriya Beey. Azıcık bakar mısınız?” Zekeriya Bey, Zehra Hanım’ın kaybolduğu pencerede bütün haşmetiyle belirmiş birkaç saniye sonra. “Ne var insafsızlar?” “Zekeriya Amca… Seni merak ettiydik.

” “Merakınızı giderdiniz. Bir daha çalmayın kapımı. Evimin önünde de dikilmeyin daha fazla.” “Ama?” “Allah sizi ıslah etsin. Gidin!” Bunlar kös kös dağılmışlar. Her biri bir taraftan nineleri kadar sevdikleri Zehra Teyze’nin küfürlerini, bir taraftan da dedeleri kadar sevdikleri Zekeriya Amca’nın buzlu sözlerini sindirmeye çalışırmış. “Küfür edeydi daha iyiydi valla. O soğuk halleri çok gücümüze gittiydi.” Sadmenin ilk tesiri geçer geçmez Cengiz Sokak’ın köklü sakinleri heyetler kurup Kırmızı’ya göndermeye başlamışlar. İyi günlerinde Zekeriya Amca’nın olsun Zehra Teyze’nin olsun hatırını kıramadığı insanları seçmekteymişler bilhassa. Zehra Teyze, gene tülbentini düzelterek pencereye çıkıyor, belki Zekeriya Bey öyle tembihlediğinden, belki de “iyi günlerin hatırına” ağzına gelen küfürleri yuttuğundan, aynen kocası gibi buz buz konuşuyormuş aracılarla. “Buz dedikse buzdan hançer. Öyle böyle konuşmalar değil.” Kadın pencereden bakıyor, “Ne vardı?” diye sormakla yetiniyor; “Hal hatır sormaya, bir yüzünüzü görmeye, iki sesinizi duymaya geldiydik,” deyip sırnaşanlara; “Yüzümüz de sesimiz de bundan ibarettir. Halimizi hatırımızı evimizin çocuklanna anlatırız, çocuk katillerine değil,” diyormuş.

“Evin çocukları Yenimahalle’nin eski itleri oluyo tabii. Bi gücümüze gidiyodu ki! Bizi çocuk katili tutmuyo muydu hani!” Bazı bazı, ki bu pek nadir oluyormuş, Zekeriya Bey çıkıyormuş pencereye. O tam buz dağı. “Evet?” Aşağıdaki heyet kıvranıyormuş. “Zekeriya Amca… Nasılsın? Zehra Teyze nasıl? Bir ihtiyacınız var mı?” Zekeriya Amca pencerenin kanadını çekerek kapatırken söylüyormuş son sözünü. “Yoktur.” Kıvranıyor, evlerinde ailecek, bakkalda kasapta bir araya geldiklerinde mahallecek vicdan muhasebesi yapıyorlarmış. “Yav, biz nerde yanlış yaptık?” Bakkal Mustafa açık sözlü bir arkadaşmış.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir