Sibel Atasoy – Sırıtkan Kırmızı Ay

Olaydan on dört saat önce… 10.11.1999 Sabah biraz erkence uyanıyorum. Saat on. Bugün çarşamba. Çarşıya gitmeliyim, bankaya uğramalıyım. Evde yiyecek hiçbir şey kalmadı. Alışveriş yapmalıyım. Aceleyle kahvaltımı yapıyorum. Hava harika. Güneşli ve kasım ayı için oldukça ılık. Acaba ne giysem. İnsan resmen yazlık giymek istiyor. Biraz erken gelebilsem de balığa gitsem. Ne de olsa son gözdem… Tam evden çıkacakken telefon çalıyor.


Arayan Begüm; “Akşam sana geleceğim biraz kanasta oynayalım. Taner de gelecek üçlü oynarız” diyor. İyi… Buna seviniyorum çünkü ellerim kaşınmaya başlamıştı. Bir haftadır oynamıyoruz. Saat altıda geliriz diyor. Bu da iyi, size yiyecek bir şeyler hazırlarım, zaten alışverişe gidiyorum. Tamam o zaman. Hayat güzel… Günün nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Hatta balığa dahi gidemiyorum. Vakit yetmiyor, yemek hazırlığı da yapmalıyım. Eve döndüğümde saat dört olmuş. Ne yaptım ben bu kadar zaman? Karnım zil çalıyor. Kendime bir tost yapıyorum. Meral arıyor… Ne yapıyormuşuz. Akşam programını anlatıyorum.

Ama o bizim kadar “free” takılamıyor haliyle, evli barklı kadın. Hahaha… Çocuğun bakıcısının gelme ihtimali varmış, gelirseymiş belki bir ara kaçıp bize katılırmış. Geleceğini adım gibi biliyorum. Meraklı taze… Aklı bizde kalır. Hay Allah! Böyle kurulu ev düzenlerini ne kadar da geride bırakmışım, onun böyle sıkışmış durumunu her gördüğümde halime şükrederim. Hatta şakalaşırız; “Kızım sen Amerikalarda, Afrikalarda ağustos böceği gibi şakırken, biz karınca gibi çalışıyorduk. Bak, işlerimizi böyle çabuk hallettik. Çocuğumuzu büyüttük, kocamızı hayırlara yolculadık. Şimdi rahatımıza bakıyoruz… Hahaha!” O da şöyle savunur kendini; “Ben sizin gibi gençliğimi heba etmedim şekerim. Her şeyi gönlümce yaşadım, hayatın tadına baktım. Şimdi de böyle oluversin. Ne yapalım her şey bir arada olmuyor…” Hangi yaş, hangi ortam olursa olsun on dört yaşında ilk aşk yaşıyormuşçasına kapılıp gidiyoruz ya hayatın akışına, sen ona bak. Gerisi yalan. Seçimler. Yalnızca seçimlerin sonucu bu.

Her defasında bizi toprak bir çömlek gibi şekilden sekile sokuyor… Kendime bir kahve yapıp yukarıya çıkıyorum. Bilgisayarı açıyorum. Minik balığıma bir göz atmadan imkân yok bir şeye bakamayacağım. Acaba online mıdır? Ya da bana bir mesaj göndermiş midir? Bir yandan online olmayı beklerken, her iki yöne doğru önümde uzanan ovaya ve tam karşımdaki iki büyük dağa bakıyorum. Başında biraz bulut mu var? Ya da sis belki çünkü hava çok açık, güneş batışa doğru nazlı nazlı süzülüyor… Bir türlü internete bağlanamıyorum ve durdurup müziği dinliyorum bir an… Telefon çalıyor, içim hop hop ediyor. Arayan minik balığım, chat aşkım olsun istiyorum (Olamayacağını bile bile. Onunla sadece gecenin geç vakitlerinde görüşebilme şansımız var)… Arayan Fahir! Hafta sonu geliyormuş. Beni, buraları çok özlemiş. Tabii ben müsaitsem gelebilirmiymiş… Seviniyorum… İçinde bulunduğum garip âşık olma halime rağmen… Çünkü benim sevdiğim adam O… Gelsin tabii. Acaba bu durumda ona nasıl davranacağım? İkiyüzlü olamam. Hayır bunu asla yapamam. Zaten beceremem ki… Nasıl karşılayacağını merak ediyorum. Ne diyeceğini biliyorum. Ama ne hissedeceğini… İşte onu bilemiyorum. “Senin için sevindim Sezen” diyecektir.

Ya gerisi?… Yeniden net’e bağlanmayı deniyorum. Bir sigara yakıp pencerenin gerisinden sevgili Babadağ’a üflüyorum. Kahvem bitmiş bile. Saat beş olmuş, gecikiyorum. Yine de beklemekten kendimi alamıyorum. Vücudumdaki tüm sinir uçları onu çağırıyor. Göğüs kafesimin genişlediğini duyumsuyorum. Sanki kalbimin atışlarını beynimin içinden hissediyorum. Kaç gündür daha hızlı ve derin nefes alıyorum. Beynime çok oksijen gidiyor ya da öyle sanıyorum. Çünkü hafifçe gözlerimin önü kararıyor, sık sık görüntü ayarı yapmak zorunda kalıyorum! Acaba yemeğe Zeliş de gelir mi? Telefon ediyorum. Ne büyük tesadüf. Buradaymış ve yemeğe gelirmiş ama oğlanın yarın okulu olduğundan erken giderlermiş… Tamam o zaman yemekte beş kişi olduk. Tabii Meral’i saymazsak. Sanırım O yemeğe gelemez, belki daha sonra… Hele şükür.

Tam ümidimi kesmişken online oluyorum. Yok tabii bu saatte. Olsaydı şaşardım ama küçük bir not bırakmış bana; “Gece geleceğim, her zamanki vakitte, çok özledimmm senii…” Hay Allah! Halbuki gece ben meşgul olacağım. Belki iyice geç bir saatte sana katılabileceğim notunu gönderiyorum. Biraz da o beklesin… Saatlerdir karnıma giren ağrılara “yeter artık” demek istiyorum… Kıyamıyorum… Saat 17.30 oldu. İsteksizce bilgisayarı kapatıp aşağı iniyorum, televizyonu açıyorum, sesini ayarlayıp mutfağa yöneliyorum. Hadi bakalım şimdi kolları sıvayalım. Begüm ile Taner altı buçuğa doğru geldiklerinde yemek ve sofra çoktan hazırdı. Onlara Paella yaptığımı duyunca hep bir ağızdan mutluluk çığlıkları attılar. Yediye kadar havadan sudan konuştuk ve Zeliş’le oğlu geldiğinde de aç kurt gibi yemeklere saldırdık. Bu gece hep birlikte non-alcohol günü ilan ettik çünkü bu hafta biraz ileri gittiğimizin farkındaydık. Biz yemeğimizi yerken hafif bir sallantı oldu. “Üç virgül sekiz” dedik hep bir ağızdan. Ağustos’tan beri deprem konusunu tahlil etmekten uzman kesilmiş ve kanıksamıştık.

Hiç istifimizi bozmadan yemeğe devam ettik. Hatta, usulden olduğu üzere, konuşmamız o mecraya akmadı. Işıkara bile anılmadı. Uzunca bir süre benim balık tutma konusundaki atılımlarımdan konuşuldu. (Bu kış balık tutmayı öğrenmeye kararlıyım da. Ha! Bir de sevgililerimin balık burcu olma alışkanlıkları var.) Ne yazık ki balıkların şimdilik yalnızca adlarının var olduğu ve tatlarına bakmanın nasip olmadığı kahkahalar arasında terennüm edildi. Sonra konu erkeklere doğru kaydı. Begüm ile Taner hararetli bir tartışmaya giriştiler; yok efendim erkeklere taktik uygulanması mübahmış da, onların doğal ve güzel olandan, inceliklerden anlaması kabil değilmiş. Bencillermiş, tatminsizlermiş. Ve pek tabii bu suçlamaların kadınlara yönelik versiyonları üzerine… Zeliş ile ben dengeyi bozmamak için, arada sırada kahkaha atmak kaydıyla sessiz kalıyoruz ve birbirimize “olmaz böyle mavra bir konu” şeklinde bakışlar atmakla yetiniyoruz. Benim aklım yukarı katta (Bu yeni evim çatı katını da sayarsak tripleks. Çalışma ve yatak odam ikinci katta.Tabii bilgisayarım da). Hazır tartışmalar yoğunlaşmışken yukarı kaçsam mı diye hınzırca düşüncelere dalıyorum ama saat daha o kadar erken ki, 22.

00 bile olmamış, vazgeçiyorum. Zaten biraz sonra Zeliş müsaade isteyip kalkıyor. Onu uğurlayıp hep birlikte sofrayı topluyoruz. Yeşil çuhamızı seriyoruz ve çay demliyoruz. Oh ne ala! Tam sıcak aile modlarındayız. Bu Kanasta hastalığı ile milleti zehirleyen, tahmin edebileceğiniz gibi benim. Adada kaldığımız aylarda komşu büyükbabanın oğlu öğretmişti. Fahir’le senelerce oynadık. Bütün tanıdıklara öğrettim ve bunu ulusal bir bulaşıcı hastalık haline getirdim. Özelliği; ufak farklarla iki, üç ve dört kişi tarafından oynanabilmesi ve oyunun sonuna kadar her an bir sürpriz beklentisi olması. Örneğin King oynarken daha oyun başında bir “rıfkı” iki tane “son iki” yerseniz oyunun geri kalan bir saatçik parçasında hiç ümidiniz kalmadığı halde yalnızca dördüncü olma zorunluluğunuzu sürdürürsünüz. Halbuki Kanasta’da her şey olabilir. İki bin sayı önde olsanız da oyunu kaybedebilirsiniz. Her an uyanık olmalısınız ve yenme duygunuzu taze tutmalısınız. Ha bir de böyle Poker var tabi ama onda da eğer şanssız bir.

gündeyseniz ağzınızla kuş tutsanız kaybetmeye mahkûmsunuz. Kanasta da aynı Briç gibi, tecrübe ile şansa galebe çalan, ama onun kadar aşırı taktik gerektirmeyen bir oyun. (Uluslararası bir oyun. Küba’da misafir olarak kaldığımız evde bile oynayabildik, biliyorlardı!) İlk parti çay ve çerez ikramları arasında bir buçuk saat kadar sonra bitti. Adet olduğu üzere, ben kazanmıştım. Meral’den ses çıkmamıştı ama ben henüz ümidimi koruyordum. Begüm annesini arayıp haftaya İzmir’e geleceğini müjdeledi. Taner kızıyla konuşup iyi geceler diledi. Yeni bir partiye başladık. Daha her şey normaldi. Saat onikiye yaklaşıyordu. Onikiye beş kala Meral geldi. Yanında markasını şimdi hatırlayamadığım bir şişe konyak getirmişti. Yeni başlamış olduğumuz ikinci oyunu bıraktık. Çünkü Meral oyunu öğrenmemek için çok ayak diremişti… Onlar hoşbeş ederken makineye kahve koydum Büyük bir çikolata paketi çıkarıp konyak ve kahve bardaklarını hazırladım… Bu kritik saatleri daha sonra defalarca gözden geçirecektik ama şu anda yazmaya değer bulacağım en ufak bir ipucu dahi bulamıyorum.

Her şey o kadar sıradan… Dışarıda köpekler… Neler oluyor diye bahçeye çıkıyorum. Mahallenin tüm köpekleri bir ağızdan havlıyor, uluyorlar. ‘Acaba deprem falan mı olacak’ diye düşünüyorum. Tam içeri girecekken aniden çok şiddetli bir rüzgâr sırtımdan yetişip beni öne doğru savuruyor. Dengemi yitirip diz üstü düşüyorum. Başım balkon demirine hafifçe çarpıyor. Aynı anda balkondaki masa ve sandalyeler havalarda uçuşarak büyük bir gürültü ile bahçeye savruluyorlar. Ne olduğunu anlayamıyorum. Bileğim de burkulmuş biraz. Oğuşturarak ayağa kalkmaya yelteniyorum. Ve hepsi o kadar… Havada ikinci bir kıpırtı yok. Sonsuz bir huzur. Ayağa kalkarken “Rüya mı gördüm acaba?” diyorum. “Ya da ayağım bir şeye takıldı herhalde.” Bir şeyler bulma ümidi ile balkonu bahçeyi didik didik arıyorum.

Bir sebep bulamıyorum. Sadece masa ve dört plastik sandalye bahçede, düştükleri yerde gelişigüzel duruyorlar… İşte o garip şeyden elimde kalan yegane kanıt! Onları oracıkta bırakıp içeri giriyorum. İçerdekiler hiçbir şeyin farkında değiller. Gürültüyü bile duymamışlar. Saat gece yarısını çeyrek geçiyor. “Balıklar senin başına fena vurdu” diye benimle dalga geçiyorlar. “Öyledir herhalde” diyorum. Yalnızca Meral kendi kendine mırıldanıyor. Deja Vu! * * * SIRADAN BİR GÜN… (Olaydan yalnızca iki gün öncesi) 08.11.1999 Güneşli, ılık bir kasım günüydü. Zaten bu güney şeridinde kışı baharı pek ayıramazdınız birbirinden. Yaz dışında. İşte o kendini çok iyi belli eder; kızgın, kıpkırmızı bir yürek gibi gündüz ve gece boyunca atar durur… Her zaman olduğu gibi bir dilim esmer ekmek, peynir ve bir fincan çaydan oluşan kahvaltımı yapmış ve rutin yürüyüşlerimden birine daha çıkmıştım. Her gün altı ila sekiz kilometreden oluşan bu yürüyüş, bedenime ve ruhuma öylesine huzur veriyordu ki iki elim kanda olsa, şakır şakır yağmur da yağsa ondan asla vazgeçemezdim.

Körfezin sağ tarafı olduğu gibi yakamoz altında kalmış. Arkadan bir zamanlar hayatımın en güzel anlarını yaşadığım sevgili ada ve karşı kıyının nefis çam ormanları görünüyor. Diyaframımı dolduracak büyüklükte bir nefes çekip sonra ‘puffff diye birden bırakıyorum. “İşte hayat bu” diye düşünüyorum, belki bininci kez… Yürüyüşler esnasında yalnızca doğaya ve nefeslerime konsantre olurum. Eğer o sıralarda kafamı meşgul eden bir mesele varsa dahi onu aklıma getirmez, dikkatimi aldığım o nefis, taze, mis kokulu havaya yönlendiririm. Her adım atışımda baldırlarımın sertleşmesini, nefesle dolup şişen karnımı, yarım saat sonra sarkıtmaktan birer patatese dönüşen parmaklarımı hissetmeye başlarım… “Kendimi seviyorum ve onaylıyorum. Geçmişte olanları sevgiyle bağışlıyorum ve dağılıp gitmelerine izin veriyorum.” Özellikle kendimi çok mutlu hissettiğim anlarda bu olumlamayı tekrarlarım. Bunun içimi temizlediğine ve yüreğimde geçmişten kalmış, olası nefret ve diğer kötü tohumları yok edeceğine inanıyorum. Bu arada yeni hastanenin önlerine kadar geldiğimi fark edip duraksadım. Hangi taraftan gideyim? Bugün hangi arkadaşımda kahve içeyim? Bir anlık kararsızlıktan sonra doksan derecelik bir açıyla sağa dönerek, denizden uzaklaşan, köyün içine doğru yılan gibi kıvrılarak akan yola sapıyorum. Meral’e gitmeye karar verdim. Aslında bu yürüyüş büyüsüne ta İstanbul’da kapılmıştım. Doğduğum ama yaşayıp büyümediğim bu kente yıllar sonra iş icabı döndüğümde ilk olarak Bakırköy’e yerleşmiştik. İki sene kadar orada oturduk.

Çünkü işyerine arabayla ancak beş dakika mesafedeydi. Bu mutlu bir tesadüf değildi. Her zaman Anadolu Yakası’nda oturmayı yeğlerdim ama o kutsal zamanımın günde dört saatini yollarda harcayamayacak kadar prensiplerime sadıktım. Bu iki sene müddetince, on dört katlı apartmanlardan oluşan mahalle, zaten sorunları yüzünden bana iyice dar gelen evliliğimle birleşerek bir yanardağ kütlesi gibi, tüm yakıcılığı ve ağırlığıyla üstüme yüklendi. Arada sırada arkama dönüp bakarak, hâlâ görebildiğim denizin maviliğini, günden arta kalıp patapata motorları ile balıktan dönen küçük tekneleri zihnime yerleştiriyorum. Evden ayrılalı yaklaşık yarım saat oldu ve sırtım sırılsıklam terlemiş. Hiç değişmeyen, hızlı bir tempo ile yol alıyordum. Belime bağladığım eşofman üstünü sırtıma çektim. Şimdi denizi arkama almış olduğumdan, denizden gelen hafif rüzgârın bir boyun tutulmasına neden olmasını istemiyordum. Meral evde mi acaba? İki sene kadar sonra Yeşilköy’e taşındığımızda altında ezilip neredeyse yitmek üzere olduğum İstanbul’dan bir süre için kopmak mümkün olmuştu. Bu semt sanki bir sayfiye kasabasını andıran havası ve her şeyden daha önemlisi deniz kenarında dört kilometre kadar uzanan yürüyüş parkuru ile gerçekten bir cankurtaran simidiydi. İşte yürüyüş alışkanlığı orada başladı benim için. Her sabah işe gitmeden yaptığım yarım saatlik yürüyüşler zaman zaman da hafta sonları Belgrad ormanlarında iki saate kadar çıkıyordu. Gerçi hafta içindekiler biraz koşuşturmalı oluyordu. Çünkü banyoydu, kuafördü derken işe gitmem saat onu buluyordu.

Eh, belki de genel müdür olmanın tek avantajı sabah işe bir saat geç gitmek. Yoksa çekilecek şey değildi doğrusu. Tabii o zamanlar yakın bir süre sonra gidilecek hiçbir iş kalmamacasına her şeyi ters yüz edeceğimin farkında değildim. Bakırköy’den önce daha İstanbul’a gelmeden değişim süreci başladı. Hani derler ya bir kitap okudum hayatım değişti, işte aynen bana da böyle oldu. Hayatımı değiştiren kitap “Sonsuza Uzanan Köprü” idi… Hatta o kitabı birçok arkadaşıma, aynı değişimi ve sarsıntıyı uyandırması amacı ile okutmuştum ama bir nebze dahi etkisi olmadı. O sıralarda değişimlerin bir zamanı gelme durumu olduğunu, kitap, kişi, film gibi şeylerin yalnızca bir vasıta olduğunu bilmiyordum. Bütün hikmetin o kitapta olduğunu sanıyordum. İstanbul’a taşınma fikri bile belki bu değişimle açılan yeni bilinç kapısının bir sonucuydu. Çünkü oldum olası büyük şehirlerden, şaşaalı hayatlardan, parlak boyalı şeylerden hoşlanmamıştım. Sadece doğal ve basit olanı istiyordum. Sık sık arkadaşlarıma “Benim kesin köylü bir damarım var” diyordum. Hatta bazen ıslanmış ya da yeni biçilmiş çimlerin kokusunu duyduğumda o kadar kendimden geçiyordum ki, işi “Sanırım ben geçmiş yaşamımda bir inektim” demeye kadar vardırıyordum. İçime doğru yaptığım yolculuğa o kadar dalmışım ki, dönüş yerini neredeyse farkına varmadan geçip gidiyordum. Günlük yürüyüşlerde Çakra meditasyonu yapmayı adet haline getirdim.

Eğer unutsam ve evde aklıma gelse yapamıyorum. Çünkü o yürüyüşün bir parçası haline geldi. Çakra meditasyonu; doğu felsefesinin bir parçası olarak vücuttaki enerji merkezlerinin doğru ve dengede çalışması için yapılan basit bir işlemden ibaret. Zaten yaşamı olabildiğince basite indirdim. Çıtanın daha aşağı indirilecek ne kadar yeri kaldı bilemiyorum. Bu kasabada insan çoğunlukla bir yalnız kalmışlık duygusuna uğrayabiliyor. Sanki bir şey olmuş da bir zaman makinesinden itivermişler bu kasabayı… En çok da evde yalnızken ve yürürken hissediyorum bunu. Hatta bir gün öğleye doğru mutat uyanışlarımdan birinde etrafta öyle bir sessizlik, yoğun bir damıtılmışlık havası vardı ki merak ettim; acaba biz uykudayken (Fahir hâlâ çocuklar gibi uyumaktaydı) Dünya’ya bir şey olmuş olabilir miydi? Bunu gerçekten merak ederek giyinip bahçeye çıktım. Yalnızlık duygusu devam ediyordu. Yüz metre uzaklıktaki bakkala doğru seğirttim. Değişen hiçbir şey yoktu, ne bir ses, ne bir kişi ya da araba… Eğer bakkalda da kimse yoksa, kesin olanlar oldu diye düşündüm ama bakkalın sevimli küçük kızı kasanın başında gülümseyerek bana gazetemi uzatıyordu. O anda ne hissetmiştim? Sanırım rahatlama ve düş kırıklığını aynı anda… Rahatlama; çünkü kimselere kötü bir şey olmamıştı. Düş kırıklığı; sonunda insanların yeknesak hayatlarında açılmış taze bir sayfa yok. Bunu bir de arkadaşlara tepkilerini merakla bekleyerek anlatmıştım. Sonuç en az beş dakika uzunluğunda kahkahalar olmuştu.

Olsun, böyle şeylere aldıracak durumda değilim. O kadar kendi dünyama gömülüyüm ki… Meral’in kapısındaki köy tipi tokmağı çalarken bir yandan elimdeki gözlemenin son parçasını ağzıma tıkıştırmaya çalışıyorum. Bunu bir sokak önce önünden geçtiğim evden; “Kokmuştur şimdi sana” diyerek elime tutuşturdular. Dumanı tüten nefis gözlemeyi elli adımda yalayıp yuttum maşallah… “Allahım sana şükürler olsun bu nimetleri bize verdiğin için. Sen olmayanlara da ver.” Kapıyı çaldıktan sonra epeyce beklemek gerekiyordu. Çünkü bu cümle kapısı aslında, nefis bir iç bahçenin dışarıya açılan yüzüydü. Evden buraya ulaşmak biraz zaman alıyordu. Ağzımda evirip çevirerek son lokmayı yuttuğumda camlı kapının ötesinde Meral’in gülen, güzel çehresi ortaya çıktı…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir