Sibel Atasoy – Venüs Baglantısı

“Allah allah, garip!” dedi ve söz kulağında yankılandığında, anın farkına vardı birden. Çünkü yaklaşık yirmi dakikadır, neredeyse küçük bir sokak uzunluğunda olan terasını hızlı adımlarla arşınlamaktaydı. Durdu, başını kaldırıp yıldızlara bir göz attı. Gecenin bu ilerlemiş saatinde gökyüzü, aysız karanlığında pırıl pırıl çakıl taşlarıyla bezenmiş büyük bir çanak gibi onu koruması altına almıştı; ya da en azından o öyle hissedegelmişti. Gecelerin insanı olmak böyle bir şeydi herhalde. Gecede vakit ilerledikçe havada gevşeyen, giderek kendini terk etmek isteğiyle yanıp tutuşturan, zihni zindeleştiren bir değişim olurdu. Garip olan bir ‘polis daveti’ almaktı. Uzun sayılacak ömründe ilk defa başına geliyordu bu. Olay, bugün öğleden sonra uzunca bir toplantının bitimine yakın ev telefonunun çalmasıyla başladı… “Aloo buyurun… Pardon duyamıyorum…” Ahizeyi eliyle kapayarak salondakileri uyardı. “Bir dakika sessiz olabilir miyiz arkadaşlar…” Sonra yeniden telefona konuştu: “Buyurun, kiminle görüşüyorum?” “Alev Acar’la görüşmek istemiştim,” dedi, hafifçe doğu şiveli, genç bir erkek sesi. “Evet buyurun, ben Alev.” “Ben polis memuru Bülent Kalpak, Alev Hanım. Sizden yarın sabah onda Beşiktaş Karakolu’nda bulunmanızı rica ediyoruz.” Bir çırpıda söyleniveren bu sözler kadını şaşırttı; çünkü hazırlıksız yakalanmıştı. Hafifçe titreyen bir sesle sordu: “Konu nedir acaba? Biraz şaşırdım da…” “Onu şu anda anlatmam mümkün değil; buraya geldiğinizde size açıklama yapılacak.


Lütfen gecikmeyin.” “Hay Allah! Merak ettim şimdi, bu benimle ilgili bir şey mi? Bunu söylerseniz hiç olmazsa… Telefonumu nereden aldınız?” “Telaş etmeye gerek yok Alev Hanım. Bu sizin şahsınızla ilgili bir durum değil, yalnızca basit bir bilginize başvurma olayı diyelim. İyi akşamlar.” “Size de iyi akşamlar memur bey.” Aradan geçen saniyelere rağmen elinde tuttuğu ahize öylece havada kalırken, gözleri de pencereden dışarı uzak bir yerlerde asılı kaldı. Neden sonra salondaki sessizliğin farkına vardı. Sekiz çift göz kendine sorar gözlerle bakmaktaydı. “İlginç!” dedi endişeli bir ses tonuyla. Ahizeyi yerine koymuş ve aceleyle bir sigara aranmaya başlamıştı. Sonra aniden sessizlik bozuluverdi. Her kafadan bir ses çıkıyordu şimdi. “Neymiş?”, “Kimmiş?”, “Ne oldu yaa?”, “Kötü bir haber mi?” şeklinde sorular makineli tüfek gibi arka arkaya patladı. Topluluk kızlı erkekli gençlerden oluşuyordu. Alev sigaranın ilk nefesini havaya doğru üflerken mırıldandı: “Vallahi ben de tam olarak anlayamadım, bir polisti arayan.

Beni yarın onda karakolda bekliyorlarmış…” Bağrışmalara kulak vermeden devam etti. “Konuyu söylemedi. Sözde benimle ilgili değilmiş.” Her zamanki gibi gür sesiyle diğerlerini bastıran Orhan atıldı. “Ne olabilir ki Alev abla?” “Ben de onu düşünüyorum… Aaa, tabii ya, sanırım mali konularla ilgili bir şeydir, daha önce çalıştığım bir işyeriyle filan alakalıdır. Ne bileyim, başka da bir şey aklıma gelmiyor yani…” Bulduğu formülle biraz gevşemiş, ince yüzüne hafif bir gülümseme yayılmıştı. “Biriniz gelirsiniz yarın benimle, değil mi? Malûm, karakol fikri bile korkutucu geliyor insana.” Şimdi iyiden iyiye gülüyordu. Orhan atıldı yine. “Tabii, ben gelebilirim Alev abla, yalnız bırakır mıyız seni!” O da güldü gevrek gevrek. Topluluğa yeniden normal neşeli hava hâkim olmuştu. Zaten toplantı da bitmek üzereydi, yarım saat sonra herkes kalkıp gitti. Sonraki birkaç saat, dokuz kişiden kalan karmaşayı temizleyip düzenlemekle geçti. O sıralarda aklı daha ziyade toplantıda konuşulanlardaydı. Gençlerden oluşan bu neşeli, enerji dolu grup bir tiyatro topluluğu ve Alev de onların yöneticisiydi.

Bir yandan kirli bardakları bulaşık makinesine yerleştirirken elinde olmadan derin bir iç çekti, henüz kırışıkların hâkim olmadığı çocuksu yüzüne sevecen, hoş bir gülümseme yayıldı. “Nerden nereye,” diye düşündü. Bu iş hiç de hesapta yokken birdenbire önüne çıkıvermişti. Tiyatronun sahibi ve oyunun yazarı kendisinin eski bir arkadaşıydı. Son birkaç yıldır çalışmaya ara vermiş hatta münzevi bir hayat sürdürmekte olan Alev’i, neredeyse zorla bu işe razı etmişti. Asıl mesleği turizmcilik olan Alev’in sanata ve sanatçılara duyduğu, derin bir şefkatle örülü ilgisi; son dokuz aydır bir tiyatronun yöneticisi yapmıştı onu. *** Nihayet terası arşınlamayı bırakıp duvara yaklaştı. Oturduğu küçük daire üçüncü katta, yaman bir yokuşun doruklarındaydı. Bir süre aşağıları, yolu seyretti. Sessizlik derin, koyu bir okyanus gibiydi, tek farkla; adı mavi değil siyahtı… “Yatmalıyım,” diye düşündü. Uyumak onun için hep bir sorundu, tabii uyanmak da. Sabah erken kalkacağım diye hayıflanarak yatak odasına yollandı. Normalde öğlene doğru kalkardı. Çünkü gecenin tümünü yeme oburluğuna kapılmıştı bir kere. Gün ağarmadan uykuya daldığı çok nadirdi.

Geçmişte o musibet olay olmasaydı böyle gecesi gündüzüne karışmazdı belki. Kim bilir! “Daha yaralar tam iyileşmedi sanırım,” diye mırıldandı, başını hafifçe iki yana sallarken. Işıkların hepsini kapadı, yatağa uzandı. Kendi kendine bir ninni söylemeye başladı iç sesiyle. Battal boy çift kişilik yatağı, beyaz çarşafıyla çok büyük, kendisi de kıvrıldığı köşede çok minicik görünüyordu… *** Saat tam ona üç kala karakolun kapısından içeri girdiler. İçerisi çok sakin görünüyordu ve beklentilerinin aksine, bankoda oturan genç polis memuru cana yakın biriydi. Onlara birer sandalye gösterip biraz bekleyeceklerini söyledi; çünkü görüşmeyi bizzat polis amiri yapacaktı ve henüz gelmemişti. Alev’in heyecanı biraz dağılır gibi oldu. Hatta espri yapmadan duramayan Orhan’ın katkılarıyla, küçük seslerle kıkır kıkır güldüler bile. Duvarlar sarıya boyalı ve bomboştu. Koca salonda yalnızca dev bir Atatürk portresi dışında bir şey yoktu. Salon banko ile ikiye bölünmüştü. Bankonun içte kalan kısmı daha genişti, üç küçük masa vardı ve hepsi de boştu. Belli ki teşkilat da sabahları geç uyanıyordu. İçten içe güldü Alev.

Ama telefonlar vızır vızır işliyordu ve bankodaki genç polis birinden öbürüne koşturup durmaktan şimdiden yorulmuş gibiydi. Kırk dakika kadar beklemişlerdi ki salona açılan kapılardan biri aralandı ve dışarıdaki polise bir şeyler söylendi. Polis yerinden kalkarak oturmakta oldukları yere geldi; “Buyurun, amirim sizi bekliyor,” ve yerinden kalkmaya davranmış olan Orhan’a hitaben: “Siz burada bekleyeceksiniz arkadaşım,” dedi. Alev odaya doğru yürürken omzunun üstünden Orhan’a gayri ihtiyari bir bakış fırlattı. “Beni bekleyeceksin değil mi?” der gibiydi. Aralık duran kapıyı hafifçe tıklatırken heyecanı doruğa varmıştı. Oda küçüktü ama masa normalden büyükmüş gibi geldi kadına. Masanın önünde iki koltuk ve bir sehpa sığacak kadar ancak yer kalmıştı. Masada orta yaşlara yaklaşmış görünen sivil giyimli biri oturmaktaydı; ayağa kalkmadan, “Buyurun,” deyip, gözleriyle onu boş koltuğa doğru yönlendirdi. Alev yerine otururken, adam önündeki dosyayı gözden geçirirmiş gibi yaptı; ama kadın aslında onun yalnızca kendisiyle ilgili olduğunu hissetmişti. “Alev Acar, değil mi?” “Muhteşem bir ses tonu,” diye düşündü kadın. “Evet benim,” diyecek oldu; fakat gırtlağına sevimsiz bir gıcık takılacağı tutmuştu ve kulağına gelen ses bir kurbağa vıraklamasını andırıyordu. Öksürüp boğazını temizledi. “Benim, buyurun,” dedi normal bir sesle… Aylardan ağustostu ve küçük oda hiçbir şeyle serinletilmiyormuş gibiydi. Nemlenen boynunu, fark ettirmeden silmeye çalıştı.

Gözlerini adamın biçimli ağzına dikmişti. “Alev Hanım biraz gerginsiniz sanırım, ilk defa mı bir karakol görüyorsunuz?” Sonra cevabı beklemeden zile bastı, kapıdan içeri başını uzatan aynı memura iki çay getirmesini söyledi. “Evet ilk defa…” Sabırsızca kıpırdandı yerinde, yüzünde nazik ve yapmacık bir gülümseme vardı. Çaylar sanki kapıda bekliyormuşçasına hemen geldi. Amir bey iki şeker attığı çayını karıştırırken bir yandan konuşmaya giriş yaptı. “Bir tiyatronun müdiresiymişsiniz değil mi?” Cevap beklemeden devam etti. “Bir hafta kadar önce… hımm… tam olarak geçen Salı, İzmit Fuarı’ndaymışsınız… Aslında fuar boyunca her hafta oradaymışsınız.” Cevap bekler gibi durakladı. Koyu yeşil gözleri kadının yüzünde takılmıştı. “Eeevet…” dedi Alev, hafifçe kekeleyerek. Bu işin sonu nereye varacak diye iyiden iyiye meraklanmaya başlamıştı. “Selma Danca’yı tanıyor musunuz?” Soru damdan düşer gibi olmuştu, cevap da o oranda hızlı ve netti: “Hayır.” “İyi düşünün, fuar müdürlüğünde, muhasebede?” “Aa, evet, soyadını bilmiyordum, evet orada bir Selma Hanım var. Kusura bakmayın isimlerle pek aram yoktur. Birden hatırlayamadım.

Evet, birkaç kez gördüm o hanımı, hatta durun bakayım tam olarak üç kez; çünkü oyun ile ilgili parayı ondan alıyordum. Ama özel bir tanışıklığımız yok.” “Bunlardan sonuncusu geçen salıydı sanırım, değil mi?” “Evet öyle… Peki sorun nedir?” Elindeki iyi marka bir tükenmezin arkasıyla masaya, “Tık,” diye vurdu. “Ben de tam oraya geliyordum. Geçen salı aniden ortadan kaybolmuş ve şu ana kadar da hiçbir haber alınamamış.” “Allah allan, üzüldüm. Peki ama bunun benimle ne ilgisi var?” “Çünkü onu en son siz görmüşsünüz. Danışmadaki bayan, kadının odasına en son sizin girdiğinizi hatırladı, size de böyle ulaştık zaten. Belki bu görüşmeden bize biraz bahsederseniz bir ipucu bulunabilir diye ummuşlar. İzmit Polis Müdürü iyi arkadaşımdır, olayı bu kadar hızlandıran da onun özel ricasıdır.” Şimdi iyice rahatlamış olan Alev, derin bir iç geçirişle koltuğa daha bir yayıldı. Ne de olsa tamamen kendisiyle alakasız bir konuydu ve endişe edilecek bir şey gerçekten yoktu. “Tabii; yardımım dokunursa sevinirim. Bana biraz müsaade eder misiniz, iyice hatırlamaya çalışayım o günü. Sigara içebilir miyim acaba?” “Buyurun, hatta bir tane de ben içeyim.

Azaltmaya çalışıyorum, ama ancak bu kadar dayanabildim işte.” Yüzündeki geniş gülümseme ile ne kadar hoş olduğunu ayrımsadı kadın; hatta “aktör olmalıymış bu adam,” diye düşündü. Sigaradan birkaç nefes çekene kadar söze başlamadı, gözleri pencereden görünen ağaca takılmıştı. Sonra o Salı günü, gözlerinin önünde film kareleri gibi birbiri arkasına akmaya başladı… Bir Başka Yerde… Gözlerini dikkatle bakmakta olduğu bilgisayar ekranından ayırmaksızın, çoktan boşalmış olan kahve kupasına uzandı, ağzına götürdü ve ancak içindeki hava boşluğundan bir yudum aldığında, dalıp gittiği yerden şu ana döndü. Kupayı masaya bırakırken sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. “Oooff of!” diye iç çekti… Saat gece yarısını çoktan geçmişti, ofiste yalnızdı. Zaten gün boyunca da sekreter/asistanı Serpil’den başka çalışanı kalmamıştı. Aylardır, ne ayı canım, neredeyse iki yıla yakındır işleri sürekli inişte olduğundan, şaşaalı zamanlarda dokuz kişiyi bulmuş olan çalışan sayısı, son iki aydır iki kişiye ki biri patron olarak kendisi olmaktaydı düşmüştü. Düşünceli düşünceli mutfağa gitti, alışkın ellerle buzluktan dört parça buz çıkarıp bardağa koydu ve neredeyse dibi görünmüş olan Johny Walker şişesinden viski boşalttı üzerine. Yeniden derin bir iç çekti ve bunu yaptığı için kendine kızdı; çünkü bunu fark etmeden çok sık yapıyordu son zamanlarda… Daha dün, karısı iki kez uyarmıştı kendisini. Ve doğal olarak sormuştu. “Ne oldu, bir sıkıntın mı var İlhan’cığım?” diye. Şirketin süper başarılarının geçmişte kaldığının, heyecanların yittiğinin farkındaydı tabii Nihal. Ne var ki, korkunç bir mali yetersizlik altına girdiklerinden, aylardır tefeciden aldıkları parayla günü kurtardıklarından haberli değildi. Bu durum, otuz sekiz yaşında, bilgisayar mühendisi dâhi çocuk! İlhan’ın karısıyla paylaşmaya cesaret edemeyeceği denli vahimdi.

Adana’nın en mutena bölgesinde İstasyon Caddesinde ultra lüks bir apartmanda, hizmetçi ve dadı eşliğinde sürdürülen, tipik sosyetik Adana yaşamı, oldukça pahalıya patlıyordu İlhan’a. Kendisi İzmirli olmasına karşın, şartlar öyle gerektirdiği için hanımköylü olmuşlardı. Nihal, ortalama sosyetik-zengin bir aileden geldiğinden ve kalabalık aile efradından doyumsuz zevk aldığından, bu yaşamı istek ve mutlulukla sürdürmeye devam ediyordu. Hayattan fazlaca beklediği bir şey yoktu; iki küçük çocuğuna iyi anne olmak, hâlâ çok sevdiği kocasına huzurlu bir aile ortamı sağlamak, onun için yeterince tatmin dolu bir yaşam oluyordu. Parayla pulla oldum olası ilişkisi olmamıştı Nihal’in; ne kazanırken, ne de harcarken! Para kazanmayı yalnızca bir kez denemişti; moda olduğu üzere, bir butik açmasını rica etmişti İlhan’dan… Bu macera bir yıl bile sürmeden milyarlarca lira zararla sona erdiğinde de fazla üzülmedi; zaten kocası ne kadar para kaybettiklerini söyleyip üzmeye yeltenmemişti onu; bir çeşit heyecan, bir eğlenme şekli olarak görmüştü yalnızca. Kocasının eskisi kadar neşeli olmadığının farkına varıyordu elbet; ama aklına kötü şeyler pek gelmezdi, fazlaca üstelememeyi tercih ediyordu. Sonuçta, günlük yaşamlarında değişen ya da bozulan bir şeyler yoktu, günler ayları kovalayıp duruyordu, tipik, nemli Adana semalarında… İlhan, ajandasından ertesi gün tefeciye ödemesi gereken taksit miktarına on altıncı kez ümitsizlikle baktıktan sonra, bardağında kalan viskiyi henüz eriyememiş buz parçalarıyla birlikte bir yudumda ağzına aldı, yutkunurken yudumun büyüklüğünden tahriş olan boğazına aldırmadan, bezginlikle masa lambasını kapattı. Her şeyi olduğu gibi dağınık bırakarak, telefonunu iç cebine sokuşturdu, sigara paketi elinde, dalgın dalgın ofisten çıktı. Dışarıda bir hamamı aratmayacak denli nemli ve sıcak bir hava vardı. Arabasına doğru yürürken yeniden, “Ooofff of!” diye mırıldandı. Biner binmez çalıştırdığı klima çok geçmeden gerekli konforu sağladı. Adana caddeleri geniş, bol ışıklı, ama bomboştu. İlhan bir kez daha yalnızlığı hissetti yüreğinde. Canı çok sıkılıyordu, başını alıp kaçmak istiyordu bu cehennemden. Issız sokaklar, yalnız adamı beş dakika içinde hedefe fırlattı.

Lüks apartmanın arkasında herkesin adına ayrılmış park yerlerinden sadece bir tanesi boştu, kendisininki. “İlhan Akdamar”. Daire kapısını sessizce açtı, içerisi serin ve sessizdi. Yatak odasına doğru yürürken aralık kapıdan çocuklara göz attı, mışıl mışıl uyuyorlardı. Alınlarına birer öpücük kondurdu, son günlerde neredeyse hiç karşılaşamaz olmuşlardı. Dalgın adımlarla kendi odasına geçti, hafif lila renginde ışık veren gece lambasının ışığında sere serpe yatmış karısının hemen hemen çıplak denecek vücuduna baktı. Defalarca estetik yardım görmüş bu mükemmel vücudun ortalama bir mankeni aratmadığı açıktı. Karısı, yüzü tam iki yastığın ortasına gelecek şekilde yatağı ortalayarak yüzükoyun yatmaktaydı. Röfleli uzun saçları her iki yastığı da kaplamıştı. O kadar sessiz ve derin uyuyordu ki, İlhan içerledi buna; kendisi cehennem azaplarıyla kıvranırken hak mıydı yani bu! Karısını, çocuklarını ve bu evin huzurunu seviyordu. On yıllık evlilikten sonra bu artık onun kendi uzuvlarını sever gibi yaptığı bir şeydi. Düşünülmez, ama vardır, öyledir. Üstündeki her şeyi çıkarıp bir köşeye fırlattı ve odanın içinden küçük banyoya geçti, uzun, serin bir duş aldı. Kurulanıp, çekmeceden bir boxer çekti, ne olduğuna bakmadan giydi. Karısı hâlâ mışıl mışıl uyuyordu.

Ve yatakta kendisine yer kalmamıştı! Mutfağa gidip yeni bir buzlu sek viski hazırladı. Soğuk bardağı avucuyla iyice kavrayarak çalışma odasına geçti. Kapıyı sessizce kapattıktan sonra ışığı yaktı, bilgisayarı açtı. Kenarda dün geceden kalmış Camel paketine uzanıp, bir tane aldı. Yaylı ofis koltuğuna iyice kaykılarak oturdu. Internete bağlanalı birkaç dakika olmuştu, oysa kararsızlıkla bakıp duruyordu ekrana. Aniden kararını verip chat programını çalıştırdı. Konuşmaya ve deşarj olmaya ihtiyacı vardı, sigarasından derin bir nefes alıp ekrana doğru üfledi, yüzünde yaramazlık yapmaya niyetlenen bir çocuk sevimliliği oluşmuştu. Online gördüğü kadın kullanıcıları taratmaya başladı, İstanbul’u ve 20-30 yaş dilimini seçmişti arama kıstası olarak. Dişe dokunacak kimseler görünmüyordu. Ama yine de saçma sapan birkaç konuşma yaptı, hatta kızcağızın birini fena halde haşladı. Hele bir tanesi, yeni boşandığını, beş yaşındaki oğlunu babasına bırakmak zorunda kaldığını söylediğinde, iyice küplere bindi. Bir çocuk annesinden ayrılabilir miydi? Sebep ne olursa olsun, çocuğunu terk eden bir anne en büyük suçu işlemiş olurdu. Buna karşılık, kadın bir de utanmadan şöyle demişti: “Peki babalığın işlevi nedir o zaman, sebebi mucizesi ilk bir dakikayı hesaba katmazsak! Çocuğa benden daha iyi bakacağını düşünüyordu ve bana vermek istemedi, belki de bana karşı zorlayıcı bir unsur olarak kullanmaya çalışıyordu. Buna ne buyurulur, mükemmel baba?” Buna cevaben sunturlu bir küfür savurdu içinden, yazı olarak ise, “E iyi, cehennem ol git o zaman!” dedi sinirle.

“Kültürsüz ucubeler!” diye söyleniyordu bilgisayarı kapatırken. Gerçi sinirini ve çaresizliğin yarattığı bunaltıyı farklı bir yöne çevirmek iyi gelmişti, moral olarak biraz daha iyiydi bir saat önceyle kıyaslandığında. “Artık şu yatakta kendime bir yer açsam fena olmayacak,” diye düşündü, yatak odasının lila ışığına doğru yürürken.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir