Tiziano Terzani – Atlikarincada Bir Tur Daha

Yolun Başlangıcı Kestirmesi olmayan bir yol Biliriz ama sadece başkalarına olur zannederiz hep; kendi ba şımıza gelebileceğini asla düşünmeyiz. Ben de her zaman böyle hissederdim. Bu nedenle doktoru duyduğumda herkes gibi ben de çok hazırlıksız yakalandım ve ilk anda sanki bir başkasından söz ediliyormuş gibi geldi. Doktor, “Bay Terzani, kansersiniz,” dediğinde, onu benimle değil de başkasıyla konuşuyormuş gibi dinledim; öyle ki -şaşkınlıkla hemen bunun farkına vardım ne umutsuzluğa kapıldım, ne de heyecanlandım; sanki bu konu hiç de benimle ilgili değilmiş gibiydi. O ilk kayıtsızlığım belki de sezgisel bir savunma biçimiydi; ciddi tavrımı takınma, aradaki mesafeyi koruma da olabilirdi ama işe yaradı. İnsanın kendine, kendi dışında bir özün gözleriyle bakabilmesi her zaman işe yarar. Bu bir alıştırmadır ve öğrenilebilir. Bir gecemi daha hastanede geçirdim; tek başımaydım ve sakince düşünme fırsatı buldum. Bu odalarda, benden önce kimbilir kaç kişinin daha aynı haberi aldıklarını düşündüm; onların bu sessiz yol arkadaşlıkları beni bir biçimde cesaretlendirdi. Bologna’daydım. Hayattaki pek çok şey gibi, her biri kendi başına anlamsız olan ama bir araya geldiğinde belirleyici bir nitelik kazanan bir dizi olay sonucu kendimi bu noktada bulmuştum: Kalküta’da başlayan inatçı bir ishal, Paris Tropikal Hastalıklar Enstitüsü’nde yapılan bir dizi inceleme; açıklanamayan kansızlı ğımın nedenini bulmak için yapılan başka incelemeler, beni bu9 raya getirmişti. Sonunda uyanık bir İtalyan doktor o ana kadarki açıklamalarla yetinmeyerek, o tuhaf aygıtıyla -ışıklı gözü olan ve insanın bedenine giren lastik bir yılancık- bedenimin en gizli bölgelerine bakmış ve sahip olduğu deneyim sayesinde çok iyi bildiği o şeyi hemen tanımıştı. Dikkati ve açıksözlülüğünden dolayı kendisine minnettardım. Artık hiç olmazsa sakin kafayla, belirsizlikten kurtulmuş olarak plan yapabilir, önceliklerimi belirler, gerekli kararları ala bilirdim. Elli dokuz yaşımı bitirmek üzereydim ve içimden şöyle bir arkama dönmek, vardığım dağın tepesinden tırmanmış oldu ğum yola bakıp keyiflenmek istemiştim. O zamana kadar geçen hayatım mı? Olağanüstüydü! Birbiri ardına serüvenler ve büyük bir aşk yaşamıştım, hiçbir pişmanlık duymamıştım ve beni bekleyen önemli bir görevim yoktu. Eğer çocukken, bu yolculuğun henüz başındayken, hayat için kendime “bir ağaç dikmek, dünyaya bir evlat getirmek ve bir satır yazı yazmak” gibi bir hedef koymuş olsaydım; şimdi bunların tümünün gerçekleştiğini söyleyebilirim. Üstelik, neredeyse farkına varmadan, yorulmadan ve geçtiğim yollarda eğlenerek yapmıştım bütün bunları. Hastanede geçirdiğim o gece, sadece yolun ıslak asfaltından geçen otomobillerin hışırtısıyla ve koridorda yürüyen hemşirelerin marley zeminde yankılanan adım sesleriyle bölünen sessizlikte, aklıma -o andan beri beni terk etmeyen- bir görüntü takıldı. Bana öyle geldi ki, sanki bütün hayatımı bir atlıkarınca üzerinde geçirmiştim: İlk başlangıç anından beri beyaz at bana düşmüştü ve onun üzerinde keyfimce alçala yüksele dönerken -bunu ilk kez o anda fark etmiştim- kimse bana biletim olup olmadığını sormamıştı. Hayır. Gerçekten de biletim yoktu. Tamam; şimdi kontrolör gelmişti ve bedelini ödüyordum; eğer işler yolunda giderse, belki … atlıkarıncada bir tur daha atabilirdim. Ertesi gün, herhangi bir gün gibi başladı. Çevremde her şey aynıydı ve dışarıdan bakan biri için, kafamın içinde fırıl fırıl dö10 nen düşüncelerin yarattığı büyük fırtınayı yansıtan hiçbir şey yoktu. Pracchia’ya, oradan da Orsigna’ya varmak için tren değiştirdiğim Porretta Terme’deyken yıkanması için çamaşırhaneye bıraktığım çamaşırlarımı almam gerektiğini bile düşünebildim. Eve vardığımda, beni bekleyen Angela’ya ormanda bir gezinti yapmayı önerdim. Birlikte geçirdiğimiz neredeyse kırk yıldan sonra konuşmak ve susmak artık çok kolaylaşmıştı. Ona bu hastalığın üzerine gideceğimi ve başaracağımı söylediğim an, duygulandığım tek an oldu. Ne yapacağıma bir an önce karar vermeliydim. İlk tepkim tıpkı yaralı bir hayvanınki gibi oldu: Bir mağaraya çekilmek. .. Ansızın pek az gücüm kaldığını, bunu olabildiğince yoğunlaştırmam gerektiğini hissettim. Çocuklarım ve dünyadan el etek çekişimi anlaşılmaz bulacak arkadaşlarım dışında hiç kimseye hiçbir şey söylememeye karar verdim. Zihnimi bir noktaya odaklamak ve hiç kimsenin, hiçbir olayın dikkatimi dağıtmamasını istiyordum. Her şeyden önce nerede ve özellikle nasıl tedavi olacağımı seçmeliydim. Kemoterapi, radyoterapi, ameliyat ve bunların -söylenenlere göre- yıpratıcı sonuçları artık tek seçenek değildi. Hatta artık her şeyin tartışma masasına yatırıldığı günümüzde resmi ağızlardan açıklanan her şeye kuşkuyla bakılıyordu; bütün otoriteler ayrıcalıklarını yitirmişlerdi ve herkes hiçbir dayanağı olmadan kendinde herkesi ve her şeyi yargılama hakkını buluyordu. Klasik tıp hakkında kötü konuşmak moda olmuştu; “al ternatif tıp” büyük bir nimet sayılıyordu. En azından adları kulağa daha çekici geliyordu: Ayurveda, pranoterapi, akupunktur, yoga, homeopati, Çin şifalı bitkileri, reiki ve -neden olmasın? Filipinli ya da değil- şifa ameliyatçıları … Her zaman kulağa çalınan, birilerinin anlattığı, tam da inanılmak ve umut vermek üzere oluşturulmuşa benzeyen bir öykü vardı ve benzeri “şifa” türlerinin sayısı giderek artıyordu. Bir an için bile bunların hiçbirini dikkate almadım. 11 Yine de bu işlemlerin pek çoğu, benim otuz yıl boyunca yaşamış olduğum Asya kökenliydiler; kiminin kökeni de şu anda evimin bulunduğu Hindistan’daydı! Geçmişte ben de bunlara başvurmamış değildim: Çin’ deyken o zamanlar on bir yaşında olan oğlum Folco’yu ellerine teslim ettiğim akupunkturcu, onun astımını iyileştirmişti. Daha bir yıl önce, henüz ne yapılacağına karar vermemişken, Fransız arkadaşım Leopold’u Dalai Lama’nın Dharamsala’da bulunan ve Astrolojik Tıp Enstitüsü’nde -evet aynen bu bileşim- çalışan özel doktoruna götürmüştüm. Doktor onun on yedi ayrı nabzını dinlemiş, koyun pisliğine benzeyen -ama çok şifalı olduğu anlaşılan- kara haplar vermiş ve sarılığını iyileştirmişti. Dahası; Batılı insanın bilim otoyoluna girerek, kadim bilgeliğini pek kolay unuttuğunu, şimdi modernlik modeliyle Asya’yı fethederek orada bulunan yerel ve geleneksel bilgileri de silme tehdidinde bulunduğunu yazan ve söyleyen de bizzat bendim. Düşüncemi değiştirmiş değildim ama kendi canımı kurtarmam söz konusu olduğunda bir an bile tereddüt etmedim: Kendimi bana en tanıdık gelene yani bilime, Batı düşüncesine emanet etmeliydim. Bu gibi durumlarda insanın boşa harcayacak fazla zamanı yoktur; alternatif diye bilinen ilaçlar ise çok uzun bir süreç içinde işe yarıyorlardı. Bu yalnızca bir zaman sorunu da değildi; işin doğrusu, onlara güvenmiyordum. Şifa bulma sürecinde tedaviye ve bunu uygulayana güven duymak son derece önemli hatta bence temel bir etkendi. Hayatta şanslı olmak çok işe yarar ve ben genellikle normalin üstünde şanslı biri olmuşumdur. Bu kez de şans benden yanaydı ya da ben öyle sanmıştım; zaten eninde sonunda bu ikisi aynı kapıya çıkar. Asya’ da çalıştığım dönemde New York Times’ın muhabirlerinden olan ve iki kez Pulitzer Ödülü kazanmış eski bir meslektaşımla ortak bazı deneyimlerimiz yüzünden yakın bir dostluk kurmuştuk; her ikimiz de tutuklanarak Çin’den ko12 vulmuştuk, her ikimiz de her türlü mesleki mantığa aykırı düşse de çok “önemli” merkezlerden sonra ilgileneceğimiz ülke olarak Hindistan’ı seçmiştik. Şimdi bizi birbirimize bağlayan başka bir ortak noktamız daha vardı; birkaç yıl önce arkadaşım da aynı hastalığa yakalanmıştı ve hastalığı yenmişti. Onu görmek için Delhi’ye gittim ve bana tavsiyede bulunmasını istedim. Onu “onaran” kişiler -kendi verdiği adlafixers’- görüşüne göre piyasanın en iyileriydiler. Arkadaşıma inandım. Birkaç telefon görüşmesi, bir faks sonrasında kendimi New York’ta buldum; yeni ve deneysel bir tedavide on sekizinci sırada olan hastanenin adı Memoria/ S/oan-Kettering Cancer Center ya da kısaca MSKCC idi; çeklerin üstüne bu kısa adın yazılmasını istiyorlardı; böylelikle kendi bankalarıyla bile belli bir gizliliği koruyorlardı. Un Jndovino mi Disse (Bir Kahin Bana Dedi ki)” adlı kitabımın çıkmasından sonra bana şimdi ne yazmak istediğimi soranlara, kitapların evlatlar gibi olduklarını; onları yaratmak için önce gebe kalmak ve buna da gönüllü olmak gerektiğini söylüyor dum. Uzun yıllar Uzakdoğu’da yaşamış biri olarak, fırsatım olursa daha da uzak doğuda yani Amerika Birleşik Devletleri’nde bir keşif gezisine çıkmak istiyordum. Amerika’ya “gebe kalmak” bahanesiyle gitmiş gibi yaparak kendimi unutturmayı başardım. New York Times Gazetesi’nin küçük ilanlarından Central Park yakınında kiralık tek odalı bir daire buldum ve görmeye gittiğim an evi tuttum. Gri renkli bir halıyla kaplanmış birkaç metrekarelik evi, iki parça Endonezya dokuması ile renklendirdim; büyük ve alçak pencerenin önüne tunç Çin Buda heykelini yerleştirdim ve birkaç ay boyunca mağaram olacak evimi hazır ettim. Fixers: Tamirciler – ç.n. Evet, Singapurlu Rajamanickam adlı bir kahin bana elli dokuz ve altmış iki yaşlarım arasında hayatımda bir darboğaz olacağını, belki bir ameliyat ge çireceğimi söylemişti; ama hepsi buydu. Ötekiler genellikle hayatımda benzeri bir şey görmemişler ve hepsi bana uzun ömürler vaat etmişlerdi. 1 3 /\ngela ve MSKCC’dekiler dışında hiç kimse nerede olduğumu bilmiyordu. Telefon ve kapı hiç çalmıyordu; dünyaya açık bıraktığım tek kapım elektronik postamdı; şişeyle denize atılmış mesajlar arada sırada herhangi bir yerde bulunabilecek bilgisayarımın sibernetik kumsalına vuruyordu. Bence, söyleyecek sözü olanlara karşı en ılımlı ve en az istilacı iletişim yolu buydu; hızıyla koşut savsak diline kendini kaptırmamalıydın ve gelen iyi mesajları yeniden okumak için bir çıktı almalıydın; o kadar. Durumum mükemmeldi. Uzun süredir hayalini kurduğum buydu işte. Bütün bir gün özgürdüm; yapacak hiçbir işim, görevim yoktu, zihnimi istediğim gibi serbest bırakabilirdim; hiçbir şey araya girmiyordu; -bir zamanlar takıntı halini almış olan- yerine getirmem gereken ödevlerim olduğu düşüncesinden sıyrılmıştım. Onca şamatadan sonra nihayet böylesine derin bir sessizliğe kavuşmuştum işte. Savaşlar, devrimler, seller, depremler, Asya’daki büyük değişimlerle geçen yıllardan sonra tehlikede olan, yıkılmış -ya da daha sık olarak- boşa harcanmış hayatları izlemenin tutkunu olmuştum. Başkalarına ait o kadar çok yaşantı görmüştüm ki. Şimdi yalnızca beni en çok ilgilendiren hayatı seyrediyordum: Kendi hayatımı. Ve üstelik inceleyeceğim çok şey vardı. Yepyeni incelemelerden ve “Pek emin olamadığımız bir gölge var”, “Bir tahlil daha gerekiyor”, “Haftaya tekrar gelin”, “Üzgünüm ama size kötü bir haber vermek zorundayım … ” şeklinde yansıtılan aynı sonuçtan sonra anlaşıldı ki; içimdeki kötü huylu şeyden sadece bir değil tam üç tane vardı ve her biri ayrı özellikleri olan, her biri başka türlü bir tedaviye yanıt veren türdendi. Bunun üzerine, ge çerliliklerinden tek bir an bile kuşku duymadan, hatta her şeyin doğru ve denenebilecek en iyi yol olduğu konusunda içim son derece rahat biçimde, üzerimde kemoterapi, operasyon ve radyoterapi uygulanmasını izledim. O zamana dek kendimi bu kadar maddeden yapılmış hisset14 memiştim hiç; bedenime hiç bu kadar yakından bakmamıştım ve şimdi onun denetimini elden kaçırmamayı, efendisi olmayı, arzularına, ağrılarına, çarpıntılarına ve kusma krizlerine yenik düşmemeyi öğreniyordum. Farkına vardım ki, o zamana dek bir haftalık dergi için çalıştığımdan biyolojik ritmim ve ruh hallerim haberin yazılması gereken güne ve o günün getirdiği sıkıntıya göre belirlenmişti; cumartesi ve pazar günleri benim için büyük bir mutluluk kaynağıydı; o günlerde dünya isterse yerle bir olabilirdi çünkü dergi çoktan basıldığı için ben hiçbir şey yapmak, yazmak, eklemek durumunda değildim. Kayıtsızlığım bir sonraki sayının planlandığı pazartesi günü de sürüyordu, yazacağım yeni konuyu bulmam ve notlar almaya başlamam gereken salı ve çarşamba günleri ise gerginliğim artmaya başlıyordu. Perşembe günü yemeden içmeden kesilip konuya yoğunlaşıyordum çünkü o gün yazımı teslim etmem gereken gündü; olası bir güncelleme nedeniyle cuma günlerimi şöyle böyle rahatlamış olarak geçiriyor ve sonra her şeye yeni baştan başlıyordum. Ertesi hafta bir savaş cephesinde, devlet darbesi olmuş bir başkentte, ruhunu anlamam gereken bir ülkeyi baştan başa kat ettiğim bir yolculukta ya da baştan sona kurgulamam gereken bir öykünün peşinde koşmaya başlıyordum. Şimdi ise haftanın bütün günleri aynıydı. Alçalmalar ve yükselmeler yoktu; bütün yalınlıkları, bütün olağanüstülükleriyle dümdüzdüler. Kimse benden bir şey beklemiyordu. Her mevsimin kendine özgü meyveleri vardır ve benim gazetecilik mevsimim de meyvelerini vermişti. Son zamanlarda giderek daha sık bir biçimde içinde bulunmuş olduğum durumların benzerleriyle karşılaşır, zaten tanıdığım sorunlarla yüz yüze gelir olmuştum. Daha da kötüsü; yazarken, yirmi yıl önce yazmış olduğum sözlerin ve öykülerin yankılarını duyar gibi oluyordum. Sonra bir de şu vardı; bir zamanlar tutkuyla peşinden koştuğum olaylar beni artık aynı derecede heyecanlandırmıyordu. Yılların 1 5 ı :ı·�·ıııesiyle birlikte, olayların asla gerçeği yansıtmadıklarını ve hepsinin ardında -bir başka gerçeklik düzeyi gibi- bambaşka lıir şeyin, durumun var olduğunu; bunu yakalayamayacağımı ve z;ılen gazeteciliğin, hele bugünlerde uygulandığı haliyle, bu ger çekle ilgilenmediğini öğrenmiştim. Bu mesleği sürdürecek olmak, en fazla daha önce yaptığımı yapmayı sürdürmekti. Kanser karşıma iyi bir fırsat çıkarmıştı: Kendimi tekrar etmeyecektim. Tek fırsat bu değildi. Yavaş yavaş kanserin, arkasına gizlendiğim bir tür kalkan olduğunu fark ettim; daha önceleri bana saldıran her şeye karşı kendimi bu kalkanla savunabiliyordum; gündelik hayatın sıradanlığına, sosyal görevlere, boş sohbetlere karşı bir duvar oluşturmuştum. Kanserle birlikte, artık kendimi hiçbir konuda görevli hissetmeme ve suçluluk duymama hakkını elde etmiştim. Mutlak olarak özgürl�şmiştim. Tuhaf görünebilir ve kimi zaman bana da çok tuhaf görünüyordu ama, mutluydum. Eski bir İngiliz dostum “İnsanın hayatın tadını çıkartabilmek için mutlaka kanser olması mı gerekir?” diye yazmıştı. Ortadan kaybolduğumu duymuş ve e-postayla benden haber almak istemişti. Ona bunun benim için “atlatma” bir haber tadı taşıdı ğını yazmıştım ve evet benim bakış açımdan en güzeli değilse de varoluşumun en karışık dönemiydi. Yolculuk benim için her zaman bir yaşam tarzı olagelmişti ve şimdi hastalığımı bir başka yolculuk olarak ele alıyordum. Benim dışımda planlanmış, öngörülmemiş olduğu için bu yola ilişkin haritalarım yoktu, kendimi hazırlamamıştım ama şimdiye dek yapmış olduklarım içinde en yoğun ve yorucu olanıydı. Olup biten her şey beni doğrudan etkiliyordu. Ona kanser olmamanın tadını çıkarmasını ama eğer ilginç bir alıştırma yapmak istiyorsa tek bir gün için bu hastalığa sahip olduğunu hayal etmesini ve böylece sadece hayatın değil, çevremizdeki insan ve nesnelerin nasıl ansızın çok değişik bir ışık altında görünmeye başladıklarını düşünmesini, fark etmesini söyledim. Belki de bu, daha doğru bir ışıktı. 16 Eski dönemlerde Çin’de pek çok kişi ölümlülüğünü unutmamak için evinde bir tabut bulundururdu; bazıları da önemli kararlar almaları gerektiğinde bu tabutun içine yatarlar, böylece her şeyin nasıl da geçici olduğunu çok daha iyi bir bakış açısından görebilmeyi başarırlardı. İnsan, günlerinin ne kadar değerli olduğunu anlamak için neden bir an için hastalandığını, günlerinin sayılı olduğunu -ki zaten öyledir- düşünmek istemez? Hintliler bunu şöyle bir öyküyle anlatırlar; peşine kaplan takılmış bir adam kaçarken bir yardan aşağı düşer. Zavallıcık, boşlukta yuvarlanırken bir dala tutunmayı başarır ama o da kırılmaya başlar. Artık kurtuluşu olanaksızdır; tepesinde kaplanın pençeleri, aşağıda uçurum vardır. Ne var ki tam o anda, hemen elinin altında, kayalığın taşları arasında güzel ve taze bir çilek görür. Onu koparır ve … hayatında hiçbir çilek ona bu sonuncusu kadar leziz gelmemiştir. Ben de bu zavallı adamcağızın rolünü oynamaktaysam; New York’taki huzurlu yalnızlığım içersinde tattığım o günlerin, haftaların ve ayların çileği tatlı mı tatlıydı. Ama düşmeye razı olmamın nedeni bu değildi. Tam tersine, kendime yardımcı olabilmek için her çareye başvuruyordum. Ama bu nasıl olacaktı? Ben, zihnimle ya da başka bir şeyle tutunmuş olduğum dalın kırılmaması için bir şeyler yapabilir miydim? Ve eğer bedenimi bu rahatsız pozisyona kendim soktuysam, onu bu durumdan kurtarmak için yine kendim ne yapabilirdim? İki tetkik arasında bu soruyu yönelttiğim doktorların bir yanıtı yoktu. Bazıları bu yanıtı aramanın önemli olabileceğini biliyorlardı ama hiçbiri bunu yapmıyordu. Aynen gazeteciler gibi benim doktorlarım da olayları onlara göründükleri biçimiyle ele alıyorlar ve olayların arkasına saklanabilecek ve ele geçmesi kolay olmayan “öteki”nin peşine düşmüyorlardı. Onların gözünde ben sadece bir bedendim: İyileştirilmesi gereken bir beden. Bu yaklaşıma söyleyecek iyi bir sözüm vardı. Ben aynı zamanda bir zihinim, belki aynı zamanda 17 bir ruhum ve kesinlikle bir öyküler, deneyimler, duygular, dü şünceler ve heyecanlar birikimiyim; bütün bunların hastalığımla çok yakından ilişkileri olmalı. Hiç kimse bunu göz önünde bulundurmak istemiyor ya da beceremiyordu. Hatta tedavi sürecinde bile böyle bir yaklaşım söz konusu değildi. Saldırılması gereken kanserdi; el kitaplarında ayrıntılarıyla tanımlanmış, olumlu ve olumsuz sonuç istatistikleri tutulmuş, herkese ait olabilecek bir kanser. Ama o, benimki değildi! Seçmiş olduğum bilimsel ve mantıksal yaklaşıma göre, benim sağlık sorunum aşağı yukarı bozulmuş bir otomobilinkiyle aynıydı; onarılması ve düzeltilmesi için bir tamirciye teslim edilmeliydi; oysa burada söz konusu olan bir insanın sorunuydu ve o insan bilinçli olarak, bütün arzusuyla onarılmak ve yeniden harekete geçirilmek için niyetini ar.taya koyuyordu. Benim başarılı doktor-tamircilerim insan olarak bana hiçbir şey sormuyorlar ya da pek az soruyorlardı. Önemli olan, çeşitli “uygulamaları” için onların belirledikleri randevu saatinde bedenimin orada bulunmasıydı. En azından bedendeki bir hücreyi neyin delirttiği öğrenilmiş miydi? O hücreyi yaşamsal işlevini terk etmeye ve yaşamı tehdit eden bir unsura dönüşmeye yönlendiren neydi? Bunu gidip MSKCC’nin araştırma biriminin genç başhekimine sormaya karar verdim çünkü okuduklarıma göre o, yalnızca bu sorunun yanıtını bilmekle kalmıyordu; çok önemli bir başka keşfin eşiğindeydi. Bir elektrik düğmesi gibi sağlıklı bir hücreyi ansızın hasta hücreye -ya da tam tersi- dönüştürebilen şifrenin ne olduğunu araştırıyordu. Bana, “Doğru yoldayız ama sonuca varmamız, aya insan yollamaktan daha karmaşık bir işlem gerektiriyor,” dedi.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir