Umberto Eco – Sıfır sayı

Bu sabah musluktan su akmıyordu. Blop, blop, iki bebe hıçkırığı, hepsi o kadar. Komşu hanımın kapısını çaldım: onların evinde her şey yolundadır. Ana vanayı kapatmış almalısınız, dedi bana. Ben mi? Nerede olduğunu bile bilmiyorum, buraya yeni taşındım, biliyorsunuz, eve de akşamdan akşama geliyorum. Tanrım, yoksa bir haftalığına evden uzaklaştığınızda da suyu ve gazı kapatmıyor musunuz? Ben mi, hayır. Çok tedbirsiz bir davranış, lütfen içeri girmeme izin verin, göstereyim size. Eviye altındaki dolabın kapağını açtı, bir şeyleri evirip çevirdi ve su akmaya başladı. Bakın, gördünüz mü? Vanayı kapatmışsınız işte. Özür dilerim, pek dalgınım. Ah, siz single yaşayanlar! Komşu hanım exit, o bile ingilizce konuşur olmuş. Sakinleşmeliyim. Poltergeist diye bir şey yoktur, sadece filmlerde vardır. Ayrıca uyurgezer de değilim, zaten olsam da, vananın varlığından haberim yoktu; bilsem uyanıkken de kullanırdım, çünkü duş damlatıyor ve geceleri Valldemossa’daymışım duygusu yaşatan o damlama sesi yüzünden pek uyuyamıyorum. Nitekim sık sık uyanıyorum, kalkıyorum ve lanet olası damlamayı duymamak için gidip yatak odasıyla hol arasındaki banyo kapısını örtüyorum.


Ne bileyim, elektrik kontağı da söz konusu olamaz (çünkü va na tamamen elle çalışan bir şey), hani oradan fare geçti desem, onun cüssesi ve gücü yerinden oynatmaya yetmez. Antika bir demir tekerlek (bu evde her şey elli yıl öncesine ait) ve de paslanmış. Yani 16 bunu çevirmek için bir el gerekli. insan eli. Ve benim Morg Sokağı maymununun inebileceği bir şömine bacam da yok. Mantık yürütelim. Her sonucun bir nedeni vardır, en azından öyle derler. Mucize seçeneğini bir kenara bırakalım; Tanrı’nın benim duşla ilgilenmesi için bir neden göremiyorum, nihayet bir Kızıldeniz değil. Demek ki doğal bir etki, doğal bir tepki söz konusu. Dün akşam yatmadan önce bir bardak suyla Stilnox içtim. Demek ki o ana dek su akıyordu. Bu sabah kesilmişti. Demek ki azizim Watson, vana gece kapanmış – ve bunu kapayan da sen değilsin. Birisi, birileri evimdeydi ve kendi çıkaracakları gürültüden çok (aslında gayet sessiz davranmışlardı) duş prelüdünün beni uyandırmasından, duş sesinin onları da rahatsız etmesinden, beni uyandırma olasılığından çekinmişlerdi. işte o arada komşumun da yaptığını yaparak maharetle suyu kesmişlerdi.

Ya sonra? Kitaplar normal düzensizliklerinde duruyor, bütün dünyanın gizli servisleri gelip geçmiş, kitaplarımı sayfa sayfa incelemiş olsa bile farkına varmazdım. Çekmeeelerime bakmama, giriş halündeki dolabı açmama da gerek yok. Olur da biri bir şey keşfetmek isterse, yapacağı tek bir şey var: bilgisayarı didiklemek. Belki de zaman yitirmemek için ne varsa kopyalayıp evlerine dönmüşlerdir. Ve şimdi her bir belgeyi tek tek açıyor olsalar da onları ilgilendirecek bir şey olmadığını görüyorlardır. Zaten ne bulmayı umuyorlardı ki? Besbelli -bundan başka bir açıklama gelmiyor aklıma- gazeteyle ilgili bir şeyin peşindeydiler. Aptal değillerdir, yazı işlerinde ele aldığımız bütün işler hakkında notlar aldığımı düşünmüşlerdir – Braggadocio olayıyla ilgili bir şey biliyorsam, bir yerlere iki satır karalamış olmalıydım. Şimdi gerçeği tahmin etmişlerdir; ben her şeyi diskete sırlıyorum. Elbette bu gece ofisi de ziyaret etmişler ve bana ait disketleri bulamamışlardır. Ve şu anda (ama ancak şu anda) disketi cebimde taşıdığımı fark etmişlerdir. Ne aptalız, diyorlardır kendi kendilerine, ceketini de elden geçirmeliydik. Aptal mı? Salağız biz. Zaten kurnaz olsalar böyle pis işlere girişmezlerdi. 17 Yeniden deneyeceklerdir, en azından işi mektup çalmaya kadar uzatacaklar, sokakta kapkaççı gibi saldıracaklardır. Bu nedenle onlar bir kez daha yeltenmeden elimi çabuk tutmalıyım ve disketi bir posta kutusu adresine göndermeli ve sonra zamanı gelince gidip oradan almalıyım.

Ne saçmalıklar geçiyor aklımdan, zaten bir kişi hayatını kaybetti, Simei de sıvışarak paçayı kurtardı. Onlar bir şey bilip bilmediğimi, ya da ne bildiğimi umursamazlar. Önlem olarak işimi bitirirler, konu kapanır. Gidip gazetelere o konudan habersiz olduğumu da söyleyemem, çünkü bunu söylemekle bile böyle bir konudan haberdar olduğum çıkar ortaya. Nereden dolandım ben bu kördüğüme? Sanırım kabahat Profesör Di Sa mis’in ve benim Almanca biliyor olma mda. Nereden düştü şimdi aklıma Di Samis, ta kırk yıl önceki bir olay? Di Samis yüzünden üniversiteyi bitirememiş olduğumu düşünmekten hiç vazgeçmedim ve eğer bu entrikanın içine düştüysem bunun nedeni de üniversite mezunu olamamamdır. Öte yandan Anna da beni iki yıllık evlilikten sonra terk etti, çünkü kendi ifadesine göre benim ezik bir takıntı hastası olduğumu fark etmişti – kim bilir daha önce kendimi güzel göstermek için neler anlatmıştım ona. Almanca bildiğim için üniversiteyi bitiremedim. Büyükannem Alta Adige bölgesindendi ve küçüklüğümden beri bana Almanca konuştururdu. Üniversitenin ilk yılından itibaren, eğitim giderlerini karşılamak için Almancadan kitap çevirmeye başlamıştım. O dönemde Almanca bilmek başlı başına bir meslekti. Başkalarının anlamadığı (ve o dönemde önemli bulunan) Almanca kitaplar okunuyor, çevriliyor, çeviri için de ingilizce ve Fransızcaya göre daha iyi ödeme yapılıyordu. Bugün aynı şeyin Çince ve Rusça için geçerli olduğunu düşünüyorum. Her neyse, ya Almancadan çeviri yapacaktın, ya üniversite bitirecektin, ikisi birlikte olmuyordu. Sözün özü çeviri yapmak bütün gün, hava ister sıcak ister soğuk olsun evde kalıp ayağında terliklerle çalışmak anlamına geliyordu ve bunun yanı sıra bir yığın şey öğreniyordun.

insan o zaman neden giderdi ki üniversiteye? 18 Gönülsüzlüğüm yüzünden Almanca bölümüne kayıt olmaya karar vermiştim. Daha az ders çalışırım diye düşünüyordum, nasılsa her şeyi biliyordum. O dönemde konunun piri olan Di Samis, öğrencilerinin kartal yuvası olarak adlandırdıkları bir mekan yaratmıştı; geniş merdivenle tırman ılan, büyük bir avludan girilen köhne bir barak konaktı bu. Bir yanda Di Samis Enstitüsü, öte yanda elli kişi alan amfi ya da profesörün söylemiyle aula magna yer alıyordu. Enstitüye sadece terlikle girilebiliyordu. Girişte asistanlar ve iki ya da üç öğrenci için yeterli terlik bulunuyordu. Terlik bulamayan dışarıda sırasını bekliyordu. Her taraf cilalıydı, sanırım duvarlara sıralanmış kitaplar da öyleydi. Tarih öncesi dönemlerden beri kürsü sahibi olabilmek için bekleşen ihtiyar asistanların çehreleri bile cilalı gibiydi. Amfinin son derece yüksek bir kubbesi, (barok yapıdaki varlığını asla anlayamadığım) gotik pencereleri ve yeşil vitrayları vardı. Doğru zaman gelince yani saat tam on dörtte, Profesör Di Samis onu bir metre geriden izleyen yaşlı, iki metre geriden izleyen daha genç, elli yaşına varmamış asistanların eşliğinde enstitüden çıkardı. Yaşlı asistan kitaplarını, gençler kayıt aygıtlarını taşıyordu; o dönemde kayıt aygıtları hala kocamandı, Rolls-Royce’u andırırdı. Di Samis enstitüyü amfiden ayıran on metreyi sanki yirmi metreymiş gibi yürürdü: düz değil eğri bir çizgi izi erdi; pek anlamadığım için yanlış ifade edebilirim ama belki de bir parabol ya da elips çizerdi ve bu arada yüksek sesle “işte geldik, işte geldik” derdi; sonra sınıfa girer, bir tür yontuyu andıran kürsüye otururdu: sanki az sonra ağzından Bana i smail Deyin cümlesi çıkacakmış gibi bir havaya bürünürdü. Vitraylardan süzülen yeşilimsi ışık onun fesatça gülümseyen yüzüne cesedimsi bir ifade verirken asistanlar kayıt aygıtını çalıştırırlardı. Sonra söze “Kısa süre önce değerli meslektaşım Profesör Bocardo’nun söylediklerinin tam tersine … ” diye başlar ve iki saat boyunca konuşurdu.

O yeşil ışık beni sıvımsı bir miskinliğe sürüklerken asistanların bakışlarında da aynı duygu okunurdu. Onların ıstıraplarının farkındaydım. iki saatin sonunda biz öğrenciler güruh halinde dışarı kaçarken 19 Profesör Di Samis kayıt bandını geri sardırır, kürsüden iner, demokratça bir edayla asistanlarıyla birinci sıraya otururdu; hep birlikte iki saatlik dersi yeni baştan dinlerierken profesör ona elzem görünen her bölümü mutlulukla onaylardı. Dikkatinizi çekmeliyim ki ders Kitabı Mukaddes’in Luther Almancasına çevrilmesi üzerineydi. Arkadaşlarım bu bir kösnüllük düşkünlüğü derlerdi donuk bakışlarla. Derslere ender olarak katıldığım ikinci yılın sonunda Heine’de ironi konusunda bir teze başvurmaya cüret etmiştim (mutsuz aşkları bence uygun bir umursamazlıkla ele alması avutucu görünüyordu – aşklara, kendi yaşayacaklarıma hazırlanıyordum): “Siz gençler, siz gençler” demişti bana Di Samis umutsuzca, “hemen çağdaşların üzerine atlamak istiyorsunuz … ” Bir tür aydınlanma içinde tezimi Di Samis ile hazırlamamın suya düştüğünü anlamıştım. işte o zaman aklıma daha genç ve uluslararası alanda baş döndürücü şöhrete sahip olan ve romantik ve yakın dönemlerle ilgilenen Profesör Ferio gelmişti. Ne var ki yaşça büyük arkadaşlarım beni Di Samis’in her durumda ikinci tez danışmanım olacağı konusunda uyarmışlardı; Profesör Ferio’ya da resmi biçimde yanaşmamalıydım, çünkü Di Sami s bunu hemen öğrenir ve benden sonsuza dek nefret etme konusunda ant içerdi. Şimdi farklı yönden ilerlemeli, sanki tezimi onunla hazırlamamı isteyen Ferio imiş gibi davranmalıydım; o zaman Di Samis benimle değil Ferio ile uğraşırdı. Di Samis, Ferio’dan nefret ederdi ve bunun tek basit nedeni onu kürsü sahibi yapmış olmasıydı. Üniversite dünyasında (o zaman öyleydi, tahminimce hala öyledir) normal dünyanın tersine bir işleyiş vardı, babalarından nefret edenler evlatlar değildi, babalar evlatlarından nefret ediyorlardı. Di Samis’in au/a magna’da düzenlediği, nasılsa hep ünlü bilim insanlarını davet etmeyi başardığı ve bu nedenle pek çok meslektaşının katıldığı aylık konferansların birinde Ferio’ya neredeyse rastlantısal biçimde yaklaşabileceğimi düşünüyordum. Ama olay şöyle yürüyordu: konferansın hemen ardından doçentlerce yönetilen tartışma başlıyordu; sonra konuşmacı, bölgenin en 20 iyisi ve 19. yüzyıl ortalarına ait bir tarza sahip olan, garsonları hala frak giyen La Tartaruga adlı restarana davetli olduğundan herkes birlikte çıkıyordu. Kartal yuvasından restarana ulaşmak için önce geniş, revaklı yolu, sorıra tarihi alanı geçmek, anıtsal bir yapının köşesini dönmek ve sonunda ikinci ve daha küçük bir alanı aşmak gerekiyordu.

Konuk konuşmacı, revaklar boyunca çevresinde profesörlerle ilerliyordu, bir metre geriden öğretim görevlileri, iki metre geriden asistanlar ve mantıklı bir mesafeden de en cesur öğrenciler geliyordu. Tarihi alana varınca öğrenciler ayrılıyor, anıtsal yapının köşesinde asistanlar veda ediyor, öğretim görevlileri küçük alanı geçiyor ama restoranın kapısında saygılarını sunuyorlar ve içeriye yalnızca konuk ve profesörler giriyordu. Böyle olunca Profesör Ferio varlığımdan asla haberdar olmadı. Bu arada ortamdan soğumuştum ve artık derslere katılmaz olmuştum. Robot gibi çeviri yapıyordum, kim ne verirse almak zorundaydım ve Friedrich List’in Alman Gümrük Birliği Zo/lverein’ın yaratılmasındaki rolünü anlatan üç ciltlik yapıtını Tatlı Yeni Üslup ile tercüme ediyordum. O zaman Almancadan çeviri yapmaktan neden vazgeçtiğim anlaşılabilir ama artık yeniden üniversiteye başlamak için de geç kalmıştım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir