Ümit Bayazoğlu – Uzun, İnce Yolcular

Bu kitap girişimi, yakın tarihimiz içinde yaşadıkları dönemin şöhreti olmuş, fakat sonradan unutulmuş, dolayısıyla zaman içinde kaybolmuş kimi insanları anlatan sivil bir ansiklopedi teklifidir. Her boydan her soydan, hem birbirinden hem herkesten çok farklı bu insanlar değişik zaman ve mekanlarda ömür sürdüler. Onların çoğu şimdi hayatta değil; kimi intihar etmiş, kimi cinayete kurban gitmiş, bazılarınınsa akıbeti meçhul. Söz konusu kişiler, yaşadıkları dönemin sosyal tablosu içinde sunulmaya çalışılmıştır. Bu kitap için, gerçeklikte ve imgelemde yaşanan olağanüstü serüvenleri tutkuyla anlatan bir “mitomani” de denebilir. üb 7 Alp Zeki Heper Paris IDHEC (Institut des Hautes Etudes Cinematographiques) mezunu, Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri adında bir film yapmış. Çıldırarak öldüğü söyleniyor. Alp Zeki Heper hakkında ilk bilgiler bundan ibaretti. Bu kadar ipucundan yola çıkarak, bir yaşamı ürünleriyle beraber ortaya çıkarmak çok iddialı, bunun yanı sıra çok heyecan verici ve sevabı bol bir uğraş olacaktı. Teklif Enis Baturdan, 1987’te Gergedan dergisinde çalışırken geldi. Meçhul sinemacı hakkında ön bilgiler çok kıt, fakat danışılacakların listesi kalabalık ve çok renkliydi: Füsun Erbulak, Mustafa Kemal Ağaoğlu, Oktay Kurtböke, Giovanni Scognamillo, Edip Sakarya, Onat Kutlar, Haldun Dormen, Lütfi Akad, Selim İleri, Osman Saffet Arolat, Sami Şekeroğlu ve daha kimler kimler. Bu kadar çok ve ünlü tanıdığa rağmen “unutulmuşluğu” çok garip, belki çok esrarengiz ve hatta bunlardan da öte ayıp değil mi? Lakin son sözü en başta söylemekte hiç beis yok; meğer Alp Zeki de eşine, dostuna az “illallah” dedirtmemiş. Sonunda herkes onu defterinden silmiş. Hatta yolda görünce kaldırım değiştirir olmuşlar. Mesela yakınlarının çoğu onun öldüğünü, üstelik yıllar önce öldüğünü bu araştırma sırasında öğrenmişti.


Çocukluk arkadaşı olan Mustafa Kemal Ağaoğlu ile Cihangirden Üsküdara bakan evinde buluşmuştuk. Söze başlamadan önce, Samsun’ un jelatinini itinayla soyup, ağızlığına itinayla bir sigara yerleştirdi. Alp Zeki ile 1950′ de Büyükada’ dan tanışıyorlar. Dokuz-on yaşlarında bir grup çocuk düşünün. Birlikte yasak bahçelere girip çıkıyorlar, denize birlikte gidiyorlar. Alp Zeki suda tuttuğunu boğmaya çalışıyor. Özellikle de Mus9 tafa Kemal’i. “Beni hep boğmaya çalışırdı. Ensemden bastırıp kafamı suya sokar, can havliyle çırpınışlarımı kahkahalar atarak seyretmekten korkunç zevk alırdı. Bu yüzden ciddi kızgınlıklar yaşadığımızı hatırlıyorum.” İstanbul’ a yaz geldi mi, Boğaz’ da yalısı olmayan sosyete Adalar’ a kaçardı. Özellikle Büyükada’ da yazlıkçı olmak önemli bir göstergeydi. Yakup Kadri’nin Büyükadası “Büyükada derken sakın bugünkü milyoner işadamları ve ‘Twistçi gençler’ adasını göz önüne getirmeyiniz. Hele cazbantlı gazinolarla otelleri hayalinizden bile geçirmeyiniz. Bu, bir vakitler uzun saçlı, solgun benizli şairlerimizin tatlı hayallere daldığı ve sevdalılarla sevgililerin ay ışığında birbirlerini arayıp çam ağaçlarının ‘nefti gölgeleri’ altında buluştukları bir yerdi ve buranın romantik havasını o devir edebiyatımıza sindiren de Celal Sahir ile Tahsin Nahit’ in (Mustafa lrgat’ın dedesi) şiirleriydi.

Şimdi o devirden bu yana ne kaldı bilmiyorum. Aşıklar Yolu’ndan hala geçenler var mıdır? Viran Bağ’a hala uğrayanlar oluyor mu? Hiç zannetmem. Söylendiğine göre, Büyükada darala darala birkaç dans ve kumar salonundan ibaret kalmıştır ve buranın havasında artık ‘vahşi bir zenci’ müziğinin çığlıklarından başka bir ses işitilmemektedir.11 Yakup Kadri Karaosmanoğlu / Gençlik ue Edebiyat Hatıraları Ahmet Refık’in Büyükadası “Büyükada, Türk, Musevi, Rum ve Ermeni tacirlerinin ve harp zenginlerinin sayfiyesi olmuştu. Burada tacir nazırlar, muhtekir defterdarlar, vagon ta’biyesinde mahir, askeri demiryollara mensup erkan-ı harpler, Hasan Paşa’nın hafiyeleri, harp zenginleri, Ermeni parçalayan katiller, hep bir grup teşkil etmişlerdi. İşret, sefahat, kumar, ahenk birbirini velyediyordu. Ada vapuru hemen her hafta koltuklarında udlar, tanburlar, kemençeler, kerizci alaylarını taşımakla meşguldü. En ziyade piyano sadasına alışkın olan Adanın münevver seması harbin son senelerinde zurna sesleriyle de inlemeye başlamıştı. Semai kahvesinden yetişen harp zenginleri yüzlerce liralar vererek köşkler tutmuşlar, halkın cebinden aldıkları paralarla eğleniyorlar, sabahlara kadar zevk ve sefa ediyorlardı. Denizabdal mahallesinde, ayaklarında takunya, 10 komşu komşu dolaşan hanımlar, şimdi muhteşem arabaların atlarını kullanıyorlar, bazen atları zaptedemeyerek feryat ve figan içinde Nizam Caddesi’nin kalabalığına rezil oluyorlardı. Ada başka bir şekle, başka bir renge bürünmüştü. İsplandit Palas önünde püskülü yanında, siyah fesli bıçkınların rakı içtikleri görülüyordu. Bunlar milli tacirler, harp zenginleriydi. Kömürsüzlüğün bütün fecaatiyle hüküm sürdüğü zamanlarda İttihat vükelası Adaya istimbotlar, hususi yatlarla geliyorlar, halkla temas etmeye tenezzül buyurmuyorlardı. Adanın hemen her köşesinde ahenk berdevamdı.

Hapishanelerde tırnak sökenler, Talat Paşa’nın himayesinde vagon satanlar, halkın açlık ve sefaleti ortasında sabahlara kadar ahenkler, ziyafetler, işretlerle sefa sürüyorlardı. Bazen Cavit Beyefendinin yaldızlı ve muhteşem köşkünde hemşehrilerine (Selaniklilere) elektrik ziyaları altında parlak ziyafetler veriliyor, gece yarısı istim botlarla Tokatlıyan’dan dondurma getirtiliyordu.” Ahmet Refik/ İki Komite İki Kıtal Alp Zeki de annesi Atıfet Hanım ile adaya gelirmiş. Tabii baba ortalıkta yok. Anadolu Kulübü’nde kalırlarmış. Bilen bilir, Anadolu Kulübü’nde kalmak, hele o devirde hiç de kolay değil. Eğer burası olmazsa, ne yapar eder, mutlaka bir köşk kiralarlarmış. Atıfet Hanım biricik oğlunun hayatında her zaman müdahaleci ve otoriter bir kadın olmuş. Tanıklardan biri onun için “Sanki şarki bir ihtiras tramvayı gibiydi” demişti. Kızılay’da küçük bir memur olan kocasından hiç hazzetmezmiş, ondan utanır, hatta onu saklarmış. İmkanlarını zorlayarak ölünceye kadar ait olmadığı bir yaşamı sürmeye çalışmış. Bir başka tanık onu en son Elmadağ’ da ağustos sıcağında sırtında kürk mantoyla Divan ile Hilton arasında gidip gelirken görmüş; çok yaşlıymış, güçlükle yürüyebiliyormuş. Alp Zeki’yi çocukluğundan itibaren tanıyan bir başka eski arkadaş Füsun Erbulak. Moda Halkevi’nde Hadi Çaman ve arkadaşları ile “ezber” yapıyordu. Sahne arkasında bir kenara çekilip, Alp Zeki’nin Kral Übü oyunu hakkında fısıldaşarak konuşmuştuk.

Adadan tanışıyorlar. O da Mustafa Kemal Ağaoğlu gibi Alp’in annesi üzerinde duruyor: “Alp Zeki köşkün bahçıvan kulübesinde yatıp kalkardı, Atıfet Hanımı rahatsız etme11 mek için. Annesinin yaşam tarzından hem rahatsızlık duyar, hem de ona karışmaya hakkı olmadığını düşünürdü.” Anadolu Kulübü’nün bitişiğinde Cavurisler’in ikiz yalısı vardı. Adanalı pamuk tüccarı, tekstil fabrikatörü Recai Tarımer adında, son derece rafine ve zengin bir bey her yaz bu yalıyı kiralardı. Amerika’ da atom fiziği okumuş bir oğlu ve biri çok güzel, iki kızı vardı. Kızların büyüğü Zeynep Tarımer her zaman ön planda, daha faal, daha sosyal, daha güzel, dolayısıyla daha fettandı. Genco Erkal ve arkadaşlarının kurduğu Genç Tiyatroculara mensuptu mesela. Yıllar sonra İngiliz uyruğuna geçip rahibe oldu. Küçüğü Beysun Tarımer ise boylu poslu, esmer, köşeli yüzlü, ablasının gölgesinde kalmış iddiasız bir kızdı. “Bir gün bu kızı bizim Alp’le el ele görünce çok şaşırdık” diyor Füsun Erbulak, “çünkü ikisi de daha önce kimseyle flört etmemişti.” Bu utangaç aşk hikayesine burada biraz ara verip, Galatasaray Lisesi Müzesi’ne gidelim. Alp Zeki, tabiatıyla Galatasaray’ da -yatılı- okumuştu. Müze sorumlusu Ferruhzat Turaç, öğretmenlikten emekli olunca, Ali Sami Yen’in kurduğu müzeyi adam etmeye çalışıyordu. İşini bırakıp bizimle ilgilendi.

Eski öğrencisini hatırlıyor. “Sinirli bir gençti, çok neşeliyken de aniden sinirlenebiliyordu. Mezuniyetinden yıllar sonra bile okulla ilişkisini kesmemişti. Arada bir gelir, müzeyi acımasız ifadelerle eleştirirdi” diyerek hademeye seslendi. 1957-58 yıllığı geldi. XII. sınıf-edebiyat öğrencilerinden 438 Alp Zeki Heper için şunlar yazılı: “Kapağı, iki yıl sıra arkadaşlığından sonra tadına varabildiğim resimlerle süslü, içi ağzına kadar kitaplarla dolu bir sıra geldi aklıma Zeki deyince. Kıymetli ‘Anadolu’ kokan eşyalarını unutuyordum az kala. Adı gibi zeki olduğu muhakkak. Birlikte geçirdiğimiz iki yılda resimden başka bir şey yapmadı. Son derece hassastır da. Verem dispanserinin yakınında bir arkadaşın çöpler arasında bulup çıkardığı oyuncak kemanda, hiçbirimizin bulamadığı orijinalliği keşfetmesi, hassasiyetinin bir delili değil midir? Alp Zeki Heper, memleketimizde ilk defa, üstelik Fransızca olarak sahneye koyduğu Alfred Jarry’nin Ubu Roi (Kral Übü) 12 adlı eserini, lise temsillerinden çok üstün seviyede yorumlamayı bildi. Değişik ‘mise-en-scene’ ve tatlı dekoruyla oyun bir harikaydı. Ayberk Çölok, Yılmaz Karaveli ve Füsun Şahin (Erbulak) amatör tiyatrocuların üstünde bir oyun çıkararak piyesin daha da çok muvaffak olmasını sağladılar.” Füsun Erbulak çantasından hırpalanmış bir kitap çıkarmıştı: Ubu Roi.

Her sayfasında oyunun sahnelenişiyle ilgili Alp’in çizdiği krokiler vardı. Ön sayfasını ise “Cici Ayberk, bu kitabı s.in gibi yanından ayırma” diye imzalamıştı. Kitap sonradan Füsun Erbulak’ın eline geçmiş. “O yıllar Galatasaray Lisesi’ne kız öğrenci alınmazdı. Bu yüzden beni Kral Übü’ye Dame de Sion’ dan transfer etmişti. Bu oyunla profesyonelleri gölgede bırakmıştık. O sıra yolu İstanbul’a düşen Comedie Française, Saray Sineması’nda temsiller veriyordu. Davet ettik, bizi izlediler, çok beğendiler. O yıl Avignon Tiyatro Festivali’ne davet edildik. Yaz geldi, okullar tatil olunca yine adada buluştuk.” Kimsenin birbirine yakıştıramadığı Alp Zeki ile Beysun o yaz sonu Büyükada sosyetesinde çalkantıya neden olan bir sürpriz gerçekleştirdi: Alelacele evlendiler, daha doğrusu kaçarak evlendiler (1959). Atıfet Hanım’ı düşünün, dünyanın en mutlu kayınvalidesi: Havai oğlunu Adanalı pamuk ağası, fabrikatör Tarımerler’e içgüveyi vermişti, fors bin beş yüz.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir